TAN MORGÜL
Kalkedon’da bira sesleri
Gönüllerin düşünürü Walter Benjamin “Pasajlar” adlı kitabında, Fransız tarihçi Fustel de Coulanges’ten alıntı yapar. “Geçmiş bir dönemi yeniden kafasında canlandırmak isteyen tarihçi, tarihin o dönemden sonraki akışına ilişkin tüm bildiklerini düşüncesinden uzaklaştırmalıdır”.
Ne müthiş kelam ama! Tarihi, insanlık denen “hamaratlık” yolculuğunu anlamak için nefis bir giriş. Her okumada, izlemede, dinlemede, “uyarı” paragrafı, yöntem önerisi. Coulanges her ne kadar tarihçiye sesleniyorsa da, biz sıradan ölümlülerin de anti-bilim, anti-bilgi, bol komplo, bol safsata zamanlarında ziyadesiyle nasiplenmesi gereken bir ifade. Zaten alıntılayan kim; Walter Benjamin, dikkatinizi çekeceğim. Tabii günümüz memleket akademisinde, mevcut koşullar yüzünden, şu kelam kampüs duvarlarına çarpıp geri döner, dönüyor. Misal, o duvarlar içinden “Fransa’ya Osmanlı Tokadı” isimli bir kitap çıkabiliyor. Hem de Coulanges’in seslendiği “tarihçi”lerin imzasıyla; aman neyse yahu, tarih onlara güzel tabii, her daim. Biz yazımıza bakalım.
Susmuş olanların yankısı
Şöyle ki; tarih öyle bireysel veya kolektif kendi kafamıza, o çağdaki haleti ruhiyemize ve ideolojik paşamızın gönlüne göre, orasından burasından çekiştirilecek bir şey değildir. Geçmişte yaşanmış bir olaya ve aktörlerine bugünün kültürel ve sosyal koşulları içinde kostüm tasarlamak, tarihten ziyade tezgah başında bağıra çağıra ucuz mal kakalamaya girer ki, bu yüzdendir işte üstümüz başımız dökülüyor. Halbuki mevzu yeterince ciddidir: “Kulak verdiğimiz sesler içersinde, artık susmuş olanların yankısı da yok mudur?”: “Pasajlar”dan çıkamıyoruz…
Artık susmuş olanların yankısı… Sadece tarih değil, yanında arkeoloji, biyoloji, arkeobiyoloji, hatta felsefe, antropoloji, sosyoloji, vs… Var olanı bulma değil, anlayıp, anlandırma yolculuğu devam ediyor, edecek de. Zira “homo sapiens”e dair, kolektif huzur ve umudumuzun nadir referansları bu kıymetler (sanat ve edebiyatı da unutmayalım tabii) oldu, olacak. Yoksa yeminlen, yatacak yerimiz yok. Gezegenin gördüğü en fena, en vicdansız, en berbat türüz, ki vaktinde tüm şu güzelim disiplinleri yaratıp onun içinden bile garabet çıkarmayı becermişiz. Çok acayip hakikaten. Neyse bugün de insan denen türe kafi yürüdük, artık gönül rahatlığı ile tarihin fermente derinliklerine dönebiliriz.
Olaylar pek yakınımızda geçiyor
Önceki yazılarda, tahıl kaynaklı fermentasyonun (yani biranın) yakın doğudaki yolculuğuna değinmiştim. Verimli/Altın Hilal olarak da anılan coğrafyada, özellikle geç paleolitik, natufyen, çanak çömleksiz neolitik ve nihayetinde neolitik dönemde, hadi tarih de verelim (içine Bronz çağını da alabiliriz), MÖ 12 bin ile MÖ 3-2 bin yılları arası, insan evladının ilmi gelişiminin sonrasını da şekillendirecek mühim hadiseler yaşanır. Hani zamane tanrılarından biri olsam, tam “yatırım” yapılacak zaman derdim; mesela yani.
Velhasıl değişen iklim koşulları sonrası beliren tahıl farkındalığı, bunu ekip biçme, sonra biriktirme, saklama, derken yerleşme, peşi sıra sosyal kurumların inşası, velhasıl bugün içinde yaşadığımız neredeyse her şeyin ilk tohumlarının atılması. Hadi görsel zamanlara uyarlayalım; ilk sezon Neolitik, ateşli sezon Endüstri devrimi, ve içinde bulunduğumuz Bilişim sezonu, daha final sezonuna var gibi duruyor, her ne kadar ortalık karışsa da... Ez cümle, olaylar pek yakınımızda, şimdilerde eskisi kadar pek de şaaşalı poz vermeyen coğrafyada vuku buluyor.
Sonradan Göbeklitepe ritüel alanı gibi devasa bir esere imza atacak Karacabey, Urfa yakınlarında buğdayın da eşlik ettiği, “medeniyet kalkışması”nda fermentasyonun en afili ürünü “bira”nın olmaması da mümkün değildi elbet. Neolitik topluluklar sonrası, bronz cağında da bu verimli topraklar binlerce yıl şenlik, ziyafet, anma, cenaze sofralarını bira, sonrasında mead ve şarapla kurarlar.
Bira ve şarap ilk baştan olduğu gibi, her daim, içme ritüeli, anları, aksesuarları ile özel anların demini tutar. Taa ki bir vakte kadar; sonrasında Akdeniz, içinde Anadolu’nun da bulunduğu coğrafyada bira sofradan çekilir. Ve yegane pozu şarap verir, yetmez bira içmek yoksulluk, yoksunluk “barbarlık”la eşdeğer tutulmaya başlanır. Atina ve Roma medeniyetleri, bu fikri, ortalığa salmakla kalmaz, yazılı ve sözlü olarak yeniden üretmeye devam eder. Haliyle, bira doğduğu topraklara yabancılaşır, ve izini kaybettirir.
Ve nihayet Kalkedon’da…
Benim de yıllardır merak ettiğim, ve peşine takıldığım mevzuydu, biranın Anadolu'dan çekilişi. Nedenlerini biliyor ve mevcut arkeolojik araştırmalar vesilesiyle bu nedenlerin izini de sürebiliyordum. Ki kaçırdığım şeyler muhakkak olmuştur. Ama Gordion kazıları vesilesiyle ortaya çıkan, bira izlerine de vakıfız ki sonrasında üstadımız antropolog ve biomoleküler arkeoloji bölüm direktörü profesör Patrick McGovern, Dogfish Head Brewery ile birlikte Frigya krallarından Midas’a göz kırpan “Midas Touch” isimli birayı dönem koşullarında yapmıştı... Bak yine aynı kazana düşüp, yazıyı masa muhabbetine çeviriyorum ve bir türlü konuya giremiyorum, zira hem coğrafya hem de toprakların tarihinin sağı solu dopdolu. Ama bunun böyle olacağını ilk yazımda söylemiştim, sürpriz bir şey değil yani.
Efendim şöyle ki, aklımızda her daim duruyordu; yahu, bu bira üretimi/içimi şehirde olmasa bile etrafında hala devam ediyordur herhalde diye… Anadolu’dan çok İstanbul’dan bahsediyorum. Bu büyük imparatorluklar şehrinde, “barbarların” içkisinin hiç adı veya muhabbeti geçmemiş miydi? Sonra Levon Bağış’la yaptığımız pandemi programlardan biri için bir şeyler okurken Wendy Mayer ve Silke Trzcionka’nın editoryal kitabı “Feast, Fast, Famine in Byzantine” kitabı içinde Danijel Dzino'nun "Sabaiarius: Bira, Şarap ve Ammianus Marcellinus" makalesine denk geldim.
Makale, M.S 4.yy ortalarında kendisine abisi tarafından Doğu Roma'nın idaresi verilen imparator Valens’in, isyancı Prokopius güçlerini kuşattığı Kalkedon Surları önünde yaşanan olayların Romalı asker ve tarihçi Ammanius Marcellinus gözünden anlatılmasına dayanıyor. Bu arada Valens, Fatih’teki Bozdoğan Kemeri’nin müsebbibidir, bilgi olarak düşelim.
Valens de, abisi gibi, haliyle, İlirya kökenliydi; babası Pannonia'da (bugun çoğunluğu Macaristan içerisinde kalan) Cibalae'de (günümüz Vinkovci) doğdu. Aile üyelerinin bu topraklardan yükselip Roma’yı idare etmeleri ayrı bir mevzu, zira Prokopius’un kendini “seçkin kültürden” sayıp, ayaklanması da bu yüzden. Danijel Dzino'nun Ammianus alıntıları analizden de anladığımız, kültürel ötekileştirmenin, (gelinen topraklar ve yaşam kültürü vesilesiyle) son derece sarih olduğu… Velhasıl, Kalkedon’un surlarına dayanan askerlere yönelik, aşağılama sözleri, askerlerden çok Valen’i hedeflemiş ve zıvanadan çıkarmıştı muhtemelen.
Peki ne diye bağırıyordu, Prokopius’cu güçler, savundukları surların tepesinden? Belki de okur için küçük ama benim için pek büyük bir “buluş” olmuştu, peşi sıra okuduklarım… Dzino’nun Marcellinus’tan aktardığına göre, “Surların müdafileri imparatora yönelik defalarca 'sabaiarius' diyerek bağırıyorlardı”. Sabaiarius: Yani biraya sevgisi çok fazla olan ve aşırı bira tüketen (göbekli) adam profili. Ki Valen de göbekliymiş. Sabaia ise, Marcellinus’un tarif ettiği gibi, genellikle Illyricum'daki fakirler tarafından içilen, arpa veya başka bir tahıldan yapılan bir içkiydi; yani bir çeşit biraydı…
Dionysos muadili bira tanrısı
Aslında bu hikaye, şarap Akdeniz’e hakim olurken, biranın nerden başlayarak tüm Avrupa’yı kuzeye kadar kuşattığını da gösteriyor. Trakya ve Balkanlar da tüm bu süreçte sanki “iki taraflı oynamış” gibi. Misal şu Kalkedon hadisesinden sonra MS. 448 yıllarında Atilla’nın elçisi olarak bölgeye gelen Doğu Romalı diplomat ve tarihçi Panionlu (hadi bugünkü ismi ile verelim, Tekirdağlı) Priscus, arpadan yapılan içki “camum”un Pannoialılar arasında yaygın olarak kullanıldığını anlatır.
Bölgeden en eski bira alıntısı ile Theopompus'tan (MÖ 4. yüzyıl) geliyor: Hindiba veya çakalotu eklenmiş bir tür arpa birasının bugünkü Makedonya sınırlarında mukim “Paeonian”lar (Trak-İlir karışımı bir halk) tarafından tüketildiği… Görüldüğü üzere şehre (istanbul’a) hayli yaklaştık. Bu haftalık bahsi de, bizi Kadıköy’ün “müteveffa” surlarına kadar götürüp, bira bağrışları ile temas etmemiz sağlayan Danijel Dzino’nn makalesinden etimolojik alıntı ile kapayalım: “Bazı otoriteler, sabaium'un, kültü tüm antik dünyaya yayılan orgiastik bir Trakya tanrısı olan Sabazios'a tapınmayla ilgili etimolojik bağlantıları olduğunu düşünüyordu. İngiliz tarihçi ve dilbilimci Jane Harrison, Aristofanes'in Sabazios'a tapanlarla alay etmesine referans vererek, Sabazios’u Dionysos muadili bira tanrısı olarak görüyordu.”
İstanbul’da “bira sesleri” 4. yy’dan da olsa bulmuş olduk. Pek beklediğimiz şekilde olmadı, lakin Valen sırf bira sevdiği için aşağılandığı, Kalkedon’dan bugünlerde yükselen seslerin fermente hallerini duysa bir nebze daha rahat ederdi herhalde. Hoş şimdi de “zamane” Prokopius güçleri, sadece biracılara değil, şarapçılara, rakıcılara, ol ehlikeyf camiaya kendi burçlarından hakaret sallayıp duruyorlar, ya zamla, ya vergiyle ya da işte artık ellerine ne geçerse…
Kazılarım devam ediyor efendim, edecek de. Dinlemede kalınız.