Buz tuttuk, sarılarak ısınacağız!

Bu coğrafyanın öyle veya böyle ürettiği tüm zanaatkarlık, ehliyet, vicdan ve erdem sahibi memurluk, (özellikle hadisenin öncesinde) olması gerektiği yerde olmayınca, kesif bir çaresizlik, baş döndürücü bir felaketle bir başımıza kaldık. Bu kadar elden ayaktan kesildiğimiz ve “buz tuttuğumuz” nadir olsa gerek.

Misal, 1999 Marmara depreminde, başta İstanbul olmak üzere, tüm ülke felakete hızla cevap vermiş, ve afet sahaları gönüllüler ve yardım malzemeleri ile dolup taşmıştı. İstanbul’da yerel ve resmi idarenin yanında, tamamen sivillerin öncülüğünde, son derece ehil koordinasyon merkezleri kurulmuştu. Peşi sıra yıllarda da büyük çaptaki yara sarma, yeniden yapılanma, yapı ve vergi düzenlemeleri faaliyetleri dışında, (mahalle afet merkezleri yaratacak kadar) olası depreme hazırlık faaliyetlerine girişilmişti. Caddelerinde görmüş olanlar hatırlayacaktır, belirli noktalara içinde temel afet müdahale malzemeleri olan deprem konteynerleri bile yerleştirilmişti.

Bugün Hatay’da, Maraş’ta, Antep’te olsa, mahallelinin kullanacağı ve hayatlar kurtaracağı malzemeler yani… Ki, temel deprem bilgisidir; ilk ve en etkili “arama kurtarma” faaliyeti mahalleli tarafından yapılır. Yani hemen orada, anında, enkaz başında olan komşu tarafından: “İlk altı saat, altın saat” diye anlatılırdı, o vakitlerde aldığımız eğitimlerde. Çok iyi hatırlıyorum, zira üç sene bu çalışmaların içinde yer aldım. Ama işte hayatımızın bir parçası olması gereken bu “teyakkuz” hali, zamanın meşgaleleri yüzünden önceliğimiz olmaktan çıktı sonraları. Lakin, devlet hafızasının, “kurumsal” aklın böyle bir lüksü yoktur, olamaz. Depremler yaşayanlar için afet, sonraki nesiller içinse önemli dersler çıkarılacak, sonrasında da kullanılacak eğitim “müfredatıdır”. O yüzden “deneyimli insan kaynağı” ile birlikte tüm bilgi, birikimin kaydı tutulur ve değerlendirilir.

Örgütlü insanın gücü

“Deneyimli insan kaynağı”... Yani memlekette kıymeti en az bilinen, ehemmiyetle korumak gerekirken, hayattan bezdirilen, işinden gücünden ettirilen coğrafyanın en değerli madeni. Biliyoruz; zira arkadaşlarımızın başına gelenlerle defalarca yaşadık. Lakin son 10 yılda bu “tasfiye” akıl almaz boyutlara vardı. Artık zaten hükümet edenler de öyle pek “liyakat” muhabbeti yapmıyorlar. Yani herkes herşeyi biliyor ve kabul de ediyor. Halbuki, 99 depreminde, hem anında, hem de sonrasında gösterilen reaksiyonun o kadar canlı, nitelikli ve organize olması tesadüfi değildi. 90’ların ortasında başta gençlik ve sonrasında tüm toplumda gelişen siyasi ve sosyal dinamizm, mevcut örgütlerin canlanmasına ve yeni sivil yapıların oluşmasına sebebiyet vermişti. Deprem olunca da, beraber örgütlenme, çalışma, koordine olma deneyimi olan binlerce insan, onlarca örgüt ya kendi başına ya da sürmekte olan daha büyük resmi müdahalenin parçası olarak, ama illa ki organize biçimde sahada yerini aldı. Yani afetlere müdahalede en çok ihtiyaç duyulan “organize, nitelikli ve örgütlü insanın gücü” anında poz verdi. Hayatlarında hiçbir afet deneyimi yaşamamış insanlar, örgütler vaka acemiliklerini örten bir kararlılık, azim, inanç ve dayanışma gösterdiler.

Ez cümle; 99 Marmara Depremi’nde örgütlü dayanışma ile ayakta kalmıştık, devasa insan kaybına rağmen.

Bugün de öyle: Hala meslek odaları, sivil toplum örgütleri, gönüllüler ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlar. Ama 90’ların o kararlı ve aktif örgütlülüğü, örgütlü gençleri, (ki bu tip durumların en önemli insan kaynağıdır) gönüllüler “burdayız” dedikleri anda, onları içlerine alacak, afet koordinasyonu içine “işler” bir şekilde katacak dinamik, kalabalık örgütler son derece az. Nasıl olmasın? Devletin “sosyal” özelliğini yekten yitirip, ağır bir baskı ve otorite devletine dönüşmesiyle birlikte memleketin “kurumsuzlaştırılması” ve “sivil toplumsuzlaştırması” artık akıl almaz boyutlara varmış durumda. Sadece Gezi davası nedeniyle içeride yatmak zorunda kalan Osman Kavala, Mücella Yapıcı, Can Atalay, Tafun Kahraman, Çiğdem Mater, Hakan Altınay, Mine Özerden’in 99 ve sonrasında yaptıklarını ve bugünlerde dışarıda yapacaklarını düşünmek bile kafi; tabii ki içeride yatmak zorunda olan binlerce aktivist nezdinde... Velhasıl, maruz kaldıgımız “kurumsuzluğun” topluma sonuçlarını anlatmak, herkesin bildiğini tekrarlamak olur: gerek yok. Ama insanın örgüte, örgütlülüğe, buralarda biriktirdiklerine, biriktireceği deneyime, dayanışmaya o kadar ihtiyacı var ki! Gördük, görüyoruz…

Kardeş mahalleler, ilçeler

Evet, ihtiyacımız var; zira medeniyet yolculuğumuzun en etkileyici deneyimi: birlikte hareket etmek. Ve yine bir kez daha birlikte hareket etmek zorundayız. Arama kurtarma faaliyetleri birkaç gün sonra (maalesef) iyiden iyiye kalabalıkları kurtarmaktan çok, bireysel “mucizeler”e dönüşecek ve odağımız hayatta kalanlara yönelecek ki olması gereken de bu. Resmi kurumların, uluslar arası yardım kuruluşlarının da dahil olacağı, afet barınması, ısınma, tıbbi destek, temel ihtiyaç dağıtımı, hijyen, gibi büyük çaplı konuların ifası ve denetimi mühim ve acil konular. Lakin bireylerin, grupların, sivil toplum örgütlerinin hatta belki de belediyelerin ilgili kurumlarının da dahil olacağı aktif, sıcak ve sürdürülebilir bir “kardeşlik” hattı da çok manalı olur sanki.

Misal, bir dijital bir haritalandırma sistemi ile,

  • Her üniversite, lise, dernek (köy derneğinden mahalle derneğine kadar) bir kardeş belde, veya bir mahalle seçse, oradaki irtibat(lar)ı ile hem acil hem de peşi sıra toparlanma, yeniden yapılanma zamanında düzenli süreci takip etse...
  • Sonra sosyal medyadaki vaktini, takip ve tepki kadar (ki ziyadesiyle de haktır), bir miktar da küçük ama son derece net bir hedef doğrultusunda sadece o mahalleye/beldeye ayırsa, toplu olarak... Ki vakti geldiğinde yardım kuruluşları ile irtibatı bu kardeşler yürütse, afetzedeler yerine.
  • Ve sonra yine kardeşler, afetzedelerin ihtiyacını, ihtiyaç takibini yaşadığı şehrin idari ve sivil alanında hatta ulusal ve uluslararası kamuoyu nezdinde talep ve takip etse.
  • Toparlanma süresi uzun olacak. Sadece fiziksel değil, duygusal, psikolojik desteğe de ihtiyacı olacak insanların. Hani afetzedeye yalnız olmadıklarını hissetirecek, muhabbeti eksiltmeyecek bir kardeşlik programı, hattı, ve birlikteliği tüm bu yoksunluklar vakitlerinde o kadar yaşamsal olacak ki.

Herkesin malumu “deprem değil, insan öldürür”. Zaten bunu da düzenli deneyimliyoruz, yıkık bina yanında dimdik duran yapılarla. Öte yandan böyle zamanlar insanın yıkıcılığı kadar yaratıcılığına, iyiliğine, erdem ve vicdanına da imkân tanıyor. Bütün o devasa (ve hakiki) hüzün sarmalında bile nasıl bir emek ve dayanışma zinciri kurulduğunu, kuruluyor olduğunu görüyor ve biliyoruz.

Hakiki bir hemşerilik bir şekilde böyle birbirini merak ederek, dert ederek olacak, yoksa mevcut iktidarın kardeşlik meselesine pek meraklı olmadığı da ortada; böyle giderse çok fena yarılıp gideceğiz ortadan. Hayır o da bir terch tabi ama hani bir şans verilse beraber yaşama, birbirine bakma, dert etme konusunda hiç fena olmadığımız da çıkacak belki ortaya.

Ez cümle: “Bir işe yaramak”, ancak “birlikte işe yaramakla” hatta ve hatta “birlikte işe yaracağımız kurumları kurmamızla” mümkün sanki. Zira her seferinde bir şekilde öğreniyoruz: “Kurtuluş yokmuş tek başına”, ve peşi sıra devam ediyoruz: “Ya hep beraber, ya hiç birimiz”.

Buz tuttuk, sarılarak ısınacağız.

Önceki ve Sonraki Yazılar
TAN MORGÜL Arşivi
SON YAZILAR