Keyif üzerine

Başlıyoruz,

Ne zamandır niyetim vardı. Lakin, ilgi alakayı daha çok “konuşmaya” verince, haliyle yazıyla olan muhabbet azaldı. Hiç yakışmadı ama oldu bir kere. E, az yazınca sonuç olarak bilek yağlanması, kelam hamlığı oluştu. Açacağız kasları tekrardan, başka yolu yok, zira 2023 mühim. Şimdiden melodi yitimi, kelime eksikliği, konu geçişlerinde yaşanacak mana sıkıntısı için özür; dedim ya hayli zaman oldu. Yaza, yaza kazanacağız, elbet, bu işler böyle.

Bu arada tekrar yazıya dönmemde özellikle Kemal Göktaş ve Akın Olgun beyefendilerin isimlerini sitayişle anmak isterin, zira kimi zaman geliştirdikleri bezdirici ataklarla, kaçış alanlarımı az daraltmadılar değil, ama iyi kaçtım ben de, ta ki bu vakte kadar.

Ha derseniz ki “Yahu, niye döndün, bir sen eksiktin?” Bakın, hayli kişisel alırım, şimdiden söyleyeyim. “Yazmasam ölecektim” diyecek değilim, lakin “Yazmak istedim, nedir yani” derim. Neyse, uzatmayalım; konular hayli birikti.

En son Radikal gazetesinde (haftalık, düzenli) yazım 25 Şubat 2013’te çıkmış. Hatırlatayım: Balık kültürü, tarihi, muhabbeti ve sucul yaşam hakkı üzerine yazıyordum. Sonrasında Gezi oldu, Radikal kapandı ve nihayetinde ben de şehrim İstanbul'u terk edip Londralı oldum. Kısa Dalga’ya Londra’dan bağlanıyor olacağım özetle.

Düzenli de yazmaya gayret edeceğim, ama bu sefer sadece balık ve memleketle kısıtlı kalmayıp konu ve mekan bağlamında biraz daha savruk davranacağım. Asıl kurcalamayı düşündüğüm konular ise, okumak kadar, paylaşmayı da sevdiğim “Keyfin, şamatanın, oyunun, festivalin, lezzetin ve muhabbetin evrensel kültürü tarihi” olacak. Hafiften sırıtarak, ağız yanından çıkarılan “Vay, vay, vay… Misal?” seslerini duyar gibiyim. Az sabır: Madem Londra’dayız bir işe yarayalım ama değil mi? Tamam, tekmili de verdik, yavaş yavaş mevzuya girebiliriz.

İçiyorsam varım! Hem de mis gibi, yayıla yayıla varım!

İçtik, içiyoruz, içmeye de devam edeceğiz. Zira hadisenin tarihi, kültürel, sosyal ve hatta hatta evrimsel nedenleri var. Konu ne kişisel ne yerel yani; insanlık tarihinden bahsediyoruz, medeniyetlerin oluşumunda içkinin, içkili ritüellerin konumundan bahsediyoruz, bahsedeceğiz. Şaka yapmıyoruz! Ez cümle; içiyorsak sebebi var! Şimdi tabi direkt muhabbete giriyoruz, ama konu içmek, hadi soğuk ağızla söyleyelim, alkol almak olunca ortalığı bir buz tutuyor. Tabii bizim için değil, yoksa nedir yani; biraz keyif alacağız efkar dağıtacağız, sağdakine soldakine dokunmadan. Tabii muktedirler için durum böyle değil, buz tutanlar da onlar zaten. Önce kesif bir titreme, bir gözlerini belertme, bir dudaklarını ısırma, peşi sıra terlik gelecek zannediyorsun. Lakin, öyle olmuyor, ne oluyor, terlik oklava formunu alıp, düzenli zam olarak sıcak sıcak geliyor. Hakikaten çok acaip!

Yani kendisine dinen yasak, muhabbet olarak uzak, bir konuyla haddinden fazla ilgileniyor ve kendi keyifsizliğini, bize yani “alkol alanlara”- kafi, artık ifadeyi ısıtabiliriz, yani itinayla ve özenle fermente ve distile olanlara- tahvil edip, bir de bunu “paraya çeviriyor”. Şurada dursun diye yazıyorum; yoksa herkesin, hele bu ortamın okurlarının, yeterince muhakeme yeteneği, asgari ahlaki ve vicdani kabulleri olduğuna kaniyim, tereciye tere satıyor gibi oluyorum, biliyorum. Lakin, anayasal olarak laik olan bir ülkede, tamamen “dini” nedenlerle yürütüldüğü sarih olan irrasyonel zam politikası ile, fiili olarak toplumun bir kesiminin yaşam tarzına müdahale etmek nasıl kabul edilebiliyor, bir kez daha soruyorum. Ne komik şeyler soruyorum değil mi? Ama işte, kişisel kabullerimizden de bahsetmiyorum, kabul etmediğimiz pek de birşey kalmadı zaar; geleni alıp, sindiriyoruz, yakında fotosentez yapan ilk millet olacağız (tabii ki bir kısmı).

Bahsetmeye çalıştığım, kişisel alkol tüketimi Türkiye’den fersah fersah daha fazla olan ülkelerde, “alkol bağımlılığı/alkolizmle” mücadelenin nasıl daha çok kapsamlı yapıldığı, içmekle alkolizmin, muhabbetle münakaşanın, keyifle kriminalitenin, medya ve resmi, özel kurumlar tarafından nasıl özenle ayrıştıldığını biliyor ve takip ediyorum. Sadece bu konuları da takip ediyor değilim, onu da merak eden varsa belirteyim. Tabii ki seküler topluluklardan bahsediyorum. Ve vergilendirmenin (hele sonunu yazanın bile bilmediği pembe dizi gibi yapılanının) bu kapsamda en tali konulardan biri olduğuna da vakıfım. Yani, yine burda dursun diye yazıyorum, konunun toplum sağlığı olmadığı aşikar, çünkü Türkiye’de hiç bir zaman kamunun ilgisine mahzar olacak bir alkolizm de olmamıştır; kişi başına içki tüketimi istatistikleri şahidimdir (ama genç başına düşen antin kuntin, ucuz, kimyasal uyuşturucu tüketimine de ayrı şahidiz tabi) zira asıl temel sağlık sorunu, yoksulluk, yoksunluk ve tabii ki bizatihi sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi ve piyasaya tahvil edilmesidir. Hani asli niyet toplum sağlığı denirse diye tekrar bir not düşeyim dedim. Ha, serbest piyasa demişken; hangi siyasi gelenekten gelirse gelsin memlekete iktidar etmişlerin en sevdiği ekonomik vaziyetlenmemize binayen soralım o zaman: “Serbest piyasa koşullarında kendi üretmediğin ve sahibi olmadığın bir üründen bu kadar kâr etmek…” Hakikaten çok çok acayip!

Arada bu tip ünlemlere maruz kalacaksınız; zira özelde memleket, genelde gezegen sathında olan bazı hadiseler artık akli ve rasyonel gerekçelerle açıklanmanın ötesine geçince, şöyle ortaya büyük bir ünlem açmaktan başka şansınız kalmıyor. Malum, “mimiksiz” yazı sahasındayız, mecburuz!

Kafası güzel maymun hipotezi

Şimdi düşünüyorum da arada, “homo sapiens” bir “proje” olsaydı nasıl değerlendirmek gerekirdi diye? Sonra cevap veriyorum kendi kendime; iyi başlamış ama kesinlikle becerilememiş bir proje... Hiç olmamış, yakışmamış! Yani hominid zamanlar, “Homo Sapiens”i, “Denisova”sı, “Neandrantel”i ile ele ele gönül bahçesinde hakkaten bir başkaymış benim gezegenim. Diğer türlerin yaşamları üzerine de çökülmemiş. Sonra misal, avcı-toplayıcı zamanlar bile nasıl makul, izanlı ama; herkes nafakasının (ekmek daha keşfedilmemiş tabi) peşinde, artık nerede karnını doyuruyorsa orada gezen, haliyle biriktirmeyen, orayı burayı çevirip özel mülkü yapmayan bir tür. Sonrası malum; buğday ekilmesi ve çömlek pişirilmesinden sonraki “çekilen sezonlar” fena; erki ele almış olanın dışındakiler için fena, sıradan insan için fena, ama en fenası daimi öteki diğer türler ve gezegen nebatatı için... Yani baştan aşağı yanlış proje. Neyse, dedim ya, benim derdim, bardağın “dolu” tarafını, yani insanlığın somurttuğu, dişini sıktığı, öfkeden, nefretten mosmor, paradan yemyeşil, hırstan sapsarı olduğu değil, keyiften, zevkten, mutluluktan ve beraberce eğlenmekten “rengaheng” (nefis ifade için Can Yücel’e sonsuz teşekkürler) olduğu zamanlar.

Ben de çıkıp kendi başıma bir türkü tutturmuş değilim, hadiseyi tarihte, coğrafyada, biyolojide, arekolojide çalışanlar var. Bir de sonra çıktılarını, bilimsel yöntemlerle açıklayan/açıklamaya çalışan, varsayan, teorize edenler var. Konumuz homo sapiens’in “olmuş” tarafı ile ilgili olunca bilim alanı da hadiseye hayli sıcak yani. İlerleyen haftalarda örnekleri, bulguları ve tezleri ile mevzuları anlatıyor olacağız. Sadece içki ile ilgileniyor da olmayacağız. Zira keyfin, neşenin, muhabbetin, ve hazzın enstürmanı sadece alkol almak değil malum. Hormonların valsini, temaşasını, anlamaya, hayatını bunu anlamaya ayırmış zatı muhteremlerin kelamlarını aktarmaya çalışarak, sözünüz balla kesmeye çalışacağım. Hadi bal demeyeyim de, ilk insan yapımı içkilerden olan “mead”le bal şarabı ile kesmeye çalışacağım diyeyim de, yazıya uygun olsun…

Bitirirken: UC Berkeley’de Biyoloji Profesörü olan Robert Dudley üstadımızın son derece provoke edici bir hipotezi vardır ki bu konulara meraklı olanların hayli aşina olduğu mevzudur: “Drunken Monkey” (hadi biz de Türkçeye söylemeye çalışalım: “Kafası güzel maymun”, “Esrik Maymun”), adını verdiği hipoteze göre erken insansıların, fermentasyon vesilesiyle alkollenmiş olgun meyveye (o saatte içki olmayacağına göre) karşı geliştirdiği güçlü duyusal becerinin, beslenme ödülü ile ilişkili olduğudur. Tabi söyledikleri bu kadarcık değildir; koku duygusunun alkole (fermente olmuş meyveye) karşı duyarlı hale gelmesi, bunu sadece yemediği, yarasında da kullanmayı keşfettiği, hatta ve hatta zamanla alkollenmiş meyveyi metobilazma etmesinin nasıl kat ve kat arttığı da ileri sürer Prof.Dudley. Bunların hepsine, yani evrimleşme macerasında hominidlerin alkollenmiş meyveyi bulma, buna kıymet verme ve sonra bunu metabolize etmede nasıl geliştiğine ileride değineceğim efendim. Dedik ya, konu uzun ve ziyadesiyle mühim.

Evet başlıyoruz, ve okurken keyif almaya çalışıyoruz, çok rica edeceğimdir. Zira ben yazarken öyle yapacağım.

Hoş geldim, hoş geldiniz!

Önceki ve Sonraki Yazılar
TAN MORGÜL Arşivi
SON YAZILAR