TAN MORGÜL
Bir bayram şekeri olarak: Yemekli-içkili vagonları hatırlamak
TAN MORGÜL
Az sonra keyifle anlatacağımız hadise, 23 yaşındaki Belçikalı mühendis ve iş insanı Georges Nagelmackers’in ABD ziyaretinde Pullmann gece (veya yataklı) trenleri, vagonları da denebilir, ile tanışması ile başlıyor ve 1872’de Compagnie Internationale des Wagons-Lits (CIWL) şirketinin kuruluşu ile devam ediyor. Bu vesileyle, “pulman” kelimesinin etimolojik kökenini de deşifre etmiş olalım, şifa niyetine… Kelime, yataklı vagonları, araçları yaratan Pullman şirketinin kurucusu George Pullman’ın soyisminden geliyor. Daha böyle 19. yüzyıl sonları, 20. yüzyıl başlarından o kadar çok girişimci, mucit ismi var ki, şu anda kullandığımız araç gereçlere ismini veren… Hadi en ünlü örneklerden biri olan ve Amerikalı mucit King C. Gilette tarafından keşfedilen (evet doğru tahmin ettiniz) “jilet”i de vererek mevzumuza geri dönelim.
Bir demiryolu işletmesi olan CIWL, Vagon-Li, Avrupa’da ilk defa uzun yol yataklı ve yemekli vagonları işletmeye başlıyor. 1883’te o meşhur Orient Express seferini de Paris-İstanbul rotasında işletmeye başlayan şirket yani. Hatta 1892’de müşterileri konaklasın diye de Pera Palas otelini yaptırıyor. Sonrasında da memleket içine kadar genişliyor, başka coğrafyalardaki gibi. Aslında hadise deniz derya bir konu, zira, memleket de dahil Avrupa’nın en civcivli zamanlarında (I. ve II. Dünya Savaşları sırasında da) tüm kıtada hem yedirerek hem de yatırarak o kadar insanı gezdiriyorsun; aralarında gazeteciler, yazarlar, bürokratlar, askerler, ajanlar, sanatçılar ve cemi cümle münevver var. Bir garsonun, kadehine şarap doldurduğu çakırkeyf Prusyalı subayın ağzından duydukları bile, belki de şu anda tarihi farklı yaşamamızın nedeni… Dedik ya bayram şekeri yazısı, arada böyle hayali geçişler olsun.
Kondüktör ve “prodüktör”: Vagon-Li
Hayali geçişler demişken, yalnız değiliz elbet. Polisiye romanın üstatlarından Agatha Christie de Vagon-Li fenomenine kayıtsız kalmamış. Şark Ekspresi’nde Cinayet (Murder on the Orient Express) adlı kitabında, kendisi kadar ünlü müfettişi (Nagelmackers gibi Belçikalı olan) Hercule Poirot’yu yine Vagon-Li işletmesinde olan Toros (Taurus) Ekspresi ile Halep’ten İstanbul’a getirir. Müfettiş, kaldığı otelde aldığı bir telgraf vesilesi ile yine bir Belçikalı olan ve Vagon-Li’nin tren direktörlerinden, arkadaşı Mösyö Bouc’un sağladığı ikinci sınıf biletle Şark Express’ine biner ve olaylar gelişir... Sonrasında birkaç kez filme de alınan romanda neler olup bittiği herkesin malumu. Ama bu saate kadar genel okuyucu-izleyicinin (ben dahil) dikkatinden kaçan üç husus dikkate şayan: Müfettiş Poirot’un trene binmeden önce meşhur Tokatlıyan Oteli’nde konaklaması, Agatha Christie’nin az önce bahsi geçen Pera Palace otelinin (hatta 411 numaralı oda) daimi konuklarından biri olması, ama en önemlisi tüm bunların yazımızın başrol oyuncularından olan Compagnie Internationale des Wagons-Lits (CIWL), halk dilindeki ifadesiyle Vagon-Li nezaretinde vuku bulmuş olması… Otelinin mimarının da İstanbul doğumlu, Levant bir aileden gelen Alexander Vallaury olduğunun notunu da düşelim.
Şark Ekpresi’nde Cinayet romanı vesilesiyle sonrasındaki kuşaklar nezdinde hayli ünlenen Şark Ekspresi (Orient Express) artık yok, efsanevi işletmecisi CIWL’in yeni adı da Newrest Wagon-Lits; ve bugün catering işi ile meşgul. Memleketteki “yerel” Vagon-Li işletmeciliği ile tanışmamız aslında oldukça tanıdık, yap-işlet-devret denen “ben bilmem, sen bilirsin, sonra istediğin gibi yer bitirirsin” ilişkisi olarak başlıyor: Osmanlı hazinesi, CIWL ile İzmir-Aydın-Ödemiş demiryolunun yapımı karşılığında trenlere iki adet lüks vagon eklenmesi, ve bunun ücretinin de (vagonlar dolsa da dolmasa da) şirket tarafından tahsil edilmesi üzerine anlaşıyor. Bu hayli kârlı ilişki 1980’lerin başına kadar sürdükten sonra bitiyor. Ve akıllarda 1933’te Vagon-li Olayı ile anılacak “millici” bir şikayeti vesilesi ile başlayan olaylar ile içinde bu yemekli-yataklı vagon işletmeciliği de olan “keyifci trencilik” kalıyor. Yazının asli şeker kısmı ise tam da bundan sonra başlıyor…
Yasaklar ve sıradan yolculuklar
Düşündüm de en son “keyifli” tren yolculuğumu pek manidar bir nedenle yapmışım. 2008 baharı olması lazım; zira yol boyunca hava sıcak ve güzeldi diye hatırlıyorum. Hatta kerahet vaktini bile yakalamıştık; ama deniz üstünde değil de kahverengi-yeşilimtrak tarlalar üzerinde olmuştu hadise. Binnaz (Toprak) hoca ile İstanbul’dan Eskişehir’e gidiyorduk, sonrasında yayımlanacak ve bir miktar da (haklı) gürültü koparacak Türkiye’de Farklı Olmak: Din ve Muhafazakarlık Ekseninde Ötekileştirilenler raporunun saha araştırması için. Manidar dedim ya, işte tam da içinde olduğumuz konu nedeniyle: Zira içki satışına, içkili mekanlara yönelik kısıtlama, idari ve belediye eliyle iş zorlaştırma, hedef gösterme, “marjinalleştirme” ve nihayetinde yekten yasaklama da önceki Anadolu mesaimizde en çok tanık olduğumuz başlıklardan biriydi.
Bir ara, oturduğumuz masanın penceresinden dışarıya, güneşin, kerahet vakti vesilesiyle, iyice kayısıya boyadığı manzaraya bakıp, “şarab-i” muhabbetimizin pek de keyifli yerinde, hafif tedirginlik eşliğinde “ah, be biter mi bu saadet acaba” diye bahsini geçirmiştik de, “Yok, yahu kesin olmaz!” dememiştik, diyememiştik: Yemekli vagonda, içkinin yasaklanmasından bahsediyorum. Zira, araştırmada tanık olduğumuz, yaşam tarzına (ve bunun en sembolik göstergelerinden birine) içkili mekana yönelik tahammülsüzlüğün, özellikle taşrada kimi zaman oldukça düşmanca şekilde tasavvuru idi. Sonrasını biliyoruz zaten, bu muhafazakar dalga, git gide ve hızlıca varlığını “Batı”da da hissettirdi ve 2013 Mayıs’ında hemen Gezi direnişinden kısa zaman öncesi çıkarılan yasayla içkinin, içki kültürünün, yani toplumun bir kesiminin kamusal alan görünümünün, devlet eliyle gündelik yaşamın dışına itilme hamlesi geldi. Haliyle, tüm resmi ve mahalli idareler, durumdan vazife çıkararak, zaten yapageldikleri utangaç hamleleri artık çok daha rahat şekilde yapar oldular, içkiyi kendilerinin ve (aslında hizmet vermekle mükellef oldukları) ahalinin önemli bir kısmının gözlerinin önünden kaldırmış oldular. İçkili tren lokantaları da bu rüzgarın ilk kaybedenlerinden biri oldu.
Gar lokantası’ndan tren lokantasına
Şark Ekspresi’nde Cinayet’te, okumayan veya izlemeyenlerin de tahmin edeceği gibi, olayların asli sahnesi trenin yataklı vagonları değil, muhabbetlerin ve müfettiş Pierro’nun sorgusunun döndüğü yemekli (ayrıcana belirtmesi ne ayıp ama duruma göre zorundayız: ve içkili) vagon idi. Bu muhabbet sadece kurgusal bir hayalde değil, gerçekte de bu şekilde vuku buluyordu; yani tüm bu süslü, afili tren yolculuklarına sinematografik varyeteyi kazandıran trenlerin lokantalarıydı. Başta bir lüks tüketim aracı olarak başlayan yemekli vargon, sonrasında, daha kamucu bir hale büründü. Ve kendi yaş dönemimde ben de, bira ile başladığım yolculuğu rakıya kadar evriltme şansına erdirip, sürü sepet anı biriktirmiş oldum. Şimdi başka ülkelerin vagonlarında şarap keyfi kovalamak durumda kalıyorum, pencelerinden değişik kerahet kayısısına bürünmüş ovaları, denizleri, yeşillikleri izleyerek…
Halbuki gar lokantası vesilesiyle, daha yolculuk başlamadan iki, üç saat önce, sizi istasyona getiren ve sonrasında sıradan bir yolcuğu, edebi metne, hiç olmadı Epikürist bir mavraya çeviren, tren “meyhaneleri” vardı memlekette bir ara. Yerine, tren kalkmadan 5-10 dakika önce Gar’da mecburi hazirun, trende koltuğa sabit, etrafıyla teması asgari, kalkıp da tuvalet dışında başka bir noktaya varmaya niyeti olmayan uçak-otobüs “standart” yolcusu ile bilinen sıkıcı “ray üstü çok oturgaçlı götürgeçler” var. Tren bile diyemiyor insan….
E biraz da kişisel not olsun o zaman madem. Zira sadece yemekli vagon keyfi yaşamak için, akşamın bir vakti bilet alıp Haydarpaşa Garı’ndan Ankara’ya gitmişliğimiz var. Şarap menüleri çok güçlü değildi o vakitler, haliyle biz de çok şarap peşinde koşan gençler de değildik. Kalabalık ve öğrencilik zamanlarında yaptığımız yolculuklarda bira, birkaç arkadaşla birlikte gidiyorsak ve az da paramız varsa, gar lokantasında başlayıp, tren “meyhanesi”nde devam eden az mezeli rakı menüsü uygulardık. Zira Nazım Hikmet okumuşluğumuz vardı. Bira içtiğimiz zamanlarda, şişeler masada dizilir, ödeme trenin “meyhanesi” kapanırken, şişeler sayılarak yapılırdı. Makul saatte kapandığı için, öncesinde kalktığımız pek görülmezdi. Uzun tekel birasını bile yakalamışlığımız var: Kalabalık biralı yolculuklarımız, Tekel’in özelleşmesi öncesine denk geliyor. Çok güzel zamanlarmış hakikaten; 90’ların ikinci yarısı, az da olmamış ama, 30 sene…
Kendim de içerdim içmesine ama şimdi düşünüyorum da, sigara hakikaten işin fena tarafıymış. Yani, sigara içmeyen ahalinin keyfinin içine büyük etmişiz. Ama şimdi illa ki bir hesap vermem gerekiyorsa bu öncelikli olmaz diye düşünüyor, yine de özür diliyorum. Kişisel hikayelerim çokca ama bayram yazısı da bi yerde bitmeli. Bir kısa notla bu şahsi kısmı da kapayalım. Kışları da çok fena keyifli olurdu ama. Ankara yolu, özellikle bir noktadan sonra kar da başlıyorsa, hele tipi şeklinde (hiç olmadı sağanak yağmur da idare ederdi) yağıyorsa, vagon vagon değil adeta battaniye olurdu, trenin iç sıcaklığı, masadaki rakı, dışarıdaki tipi üçgeninde iç ve dış sıcaklığımız, bir kedinin soba yanı zevkine dönerdi, anoson kokusu ile gelen.
Memleketin en iyi meyhaneleri
Şark Expresi’nin afili restoranını saymazsak, bayaa bayaa İstanbul’un eski küçük meyhanelerini vagon formatında yaşamıştık TCDD sayesinde. Az sayıda mezesi, ama illa ki bir iki lezzetli sıcak yemeği, bütçeye göre bira veya rakısı, hatta şarabı ile uzun süre vakit geçirebilecek içkili tren lokantaları, memleketin gördüğü en iyi meyhanelerdendi. Memleket şiirine, edebiyatına çokca gönüllü kazandıran (en azından yolculuk süresince), eğer tek başına yolculuk ediliyorsa, demin kıvamına göre yazılan ama asla yayımlanmayan şiirleri, öyküleri, aşk mektuplarını (bunların bir kısmı sahibine ulaşmıştır) biriktiren, sesiyle Orhan Veli’yi ağlatan, film makarası manzarasıyla gezegenin en artistik meyhaneleriydi bu vagonlar. Bir medeniyet kavgasında yitirdik; tabii ki şimdilik…
Yine de bayramlar güzeldir; fırsatı olan iki dakika koşup gitsin çocukluğuna, sonra beş altı el öptükten sonra, leblebi tozu, misket, maytap serbest… Akşamı sofra kuracak bizimkiler, kapının önüne masa atıp, açacaklar rakıları, her yer bir an tren meyhanesine dönecek: tabii ki şimdilik…
İyi bayramlar...
Resim: Vardal Caniş