TAN MORGÜL
Varsayalım Londra, Varsayalım 1855!
İlk yazıda hatırlatmıştım, madem Londra’yız bir işe yarayalım diye… O vakit, “büyük” siyasetçi müteveffa Süleyman Demirel’in o meşhur kelamını ters yüz ederek başlayalım: “Meseleleri mesele ediyoruz, zira ortada büyük bir mesele var”.
Olaylar Londra’da geçiyor, bundan 168 yıl önce; hadisenin aktörleri, arka planı ve insanlığın (ilerleme ile muhafaza etme arasında vuku bulan) bitmeyen kavgası şimdi bile içinde bizim de olduğumuz coğrafyalarda oldukça benzer…O zaman Demirel’in kelamına bir kez daha takla attırıyoruz: “Meseleleri mesele ediyoruz zira meseleler sınıfsal”. Biraz lirik bir dil olacak, yüksek müsadenizle.
Varsayalım: (az sonra okuyacağınız olaylarda bir tek ben yalan, gerisi gerçektir)
1855 Haziran’ı. İstanbullu genç, enternasyonel bir devrimci olarak yolum Londra’ya düşüyor. Lakin öncesi de var: Endüstri devriminin iyiden iyiye kaynattığı ve büyüttüğü şehirlerde işçi sınıfı örgütleri ve Chartist hareketler hepten sosyalist hareketler de hafiften demlenirken, yeni yetme ulus-devletlerin devrimci çocukları birbirlerini fabrikalarda, sokaklarda buluyordu. Daha komün olmamış, ama Paris fena hareketli ve her bir mahallesinde, fabrikasında, eylemler, grevler örgütleniyor. Görmek için sabırsızlanıyorum. Ama asıl hedef Londra. İki hafta Paris meşguliyeti sonrası, bir kumaş kosterindeki nemli, kuytu bir boşluğa sığınarak önce Portsmouth, oradan da trenle Londra’ya geçiyorum. Galata’da Lavirentos meyhanesinde tanıştığım ve pek sevdiğimiz Louis Auguste Blanqui’nin dostu Ermeni bir kağıt tüccarı sayesinde, o vakitlerde Londra’da küçük bir matbaada çalışan (sonrasında Paris Komünü’nün önemli figürlerinden olacak) Parisli Louise Mitchel’in kapısını çalıyor ve onun da yardımıyla Clerkenwell semtinde, küçük bir odaya yerleşiyorum. İlk akşam pek uyku tutmuyor, zira yeni geldiğim ve rengi değişse de kendi değişmeyen sürekli bir (baca karası, ayaz beyazı) sis tabakası altında keşfedeceğim Londra sokaklarının hayallerini kuruyorum. Program yoğun, Louise’le Clerkenwell Maydanı’na bakan The Crown isimli pubta buluşacağız. Yolda ilerlerken, Londralıları 24 Haziran’da Hyde Park’ta düzenlenecek büyük gösteriye davet eden halk yanlısı resimli, sloganlı afişler görüyorum. Ne olduğuna tam anlam veremiyorum ama belli ki “bizimkiler”in organizasyonu. Acelem var, zira Louise bekliyor. Louise pubtaki ve genel olarak Londra'daki şarapların fiyatından ve kalitesinden şikayetçi, e ne de olsa Parisli. Ama ben de İstanbulluyum, Louise’den aşağı kalacak yanım yok yani. Birlikte şarabın iyisinin muhabbetini yapıyoruz, masamızda kötü bir şişe kırmız şarap ile. Yan masadan ise “pint, pint” dizilmiş ale bardakları üstünden ateşli politik, lakin oldukça karışık, komplo teorili tartışmalar yükseliyor. Louise kendini zor tutuyor müdahale etmemek için, zira tanıyor birkaçını ama bana görüşmeler ayarlayacak daha, dikkatinin dağılmasına izin vermiyor, sesli bir “cık-cık”la yan masanın ateşini kısıp, önündeki deftere benim için isim ve adresler karalamaya başlıyor.
1855’in 24 Haziran’ı. Sokağımın hemen alt köşesindeki Chancery Lane’de yer alan garip bir mimarili Cittie of Yorke Pub’ın son derece uzun ahşap barına yaslanıp ayakta porter ale, sausage roll ve Chartist gazete The Northern Star eşliğinde hızlıca kahvaltımı yaptıktan sonra (birayla da kahvaltı yapmış olmanın verdiği, şehre yeni gelmiş hızla yerelleşen solcu özgüveni ile) Soho’ya, bir terziyle görüşmek için yola çıkıyorum. Lakin Haziran güneşinin garip bir Akdeniz ışığıyla poz verdiği Holborn’un geniş caddesi üzerinden yürürken, aynı istikamete doğru yürüyen bir kalabalığa rast geliyorum; son derece coşkun, kimi zaman asabi, çok zaman neşeli, ama net bir şekilde ateşli. Neredeyse her sokaktan ve pubtan çıkan bu genç, orta yaşlı erkek ve çoğunluğu yoksul ahaliye, az sayıda iyi giyinimli beyefendiler kadar önlüklü ve tulumlu küçük esnaf, usta takımı da eşlik ediyor. Bermondsey ve Wapping’teki doklardan gelenlerle birleşince Soho’nun bütün ara sokaklarını, Trafalgar meydanına kadar dolduruyoruz. İnsanlar hızlıca publara girip hızlı bir pint atıp Hyde Park’a doğru yürüyüşlerine devam ediyor. Ne büyük şans: Londra’daki sadece üçüncü günüm ve Park’a ilk gidişimde bana eşlik eden 200 bin kişi var ve bunlar yakındaki muhtemel bir İngiltere devriminin neferleri. Evet 200 bin, ben demiyorum 6 senedir Londra’da yaşayan ve gösteri sırasında da orada olan Karl Marx söylüyor (bir ara uzaktan da hafiften gördüm sanki, Soho’dan geçerken. Zira o tip sakallı biri çok da fazla değildir buralarda). Hem zaten bir gün sonraki yazısında da hadiseyi “İngiltere devrimi, dün Hyde Park’ta başladı” diye anlattı, taze okudum.
Ve ben, sonraki günlerimi hayal ettiğimin ötesinde, Louise ve arkadaşlarıyla beraber Londra sokaklarında, parklarında ve publarında devrimci faaliyetlerle geçiriyorum, Temmuz 1855 Londra’sında, 26 yaşında İstanbul Üsküdarlı bir genç olarak.
Terzi ile de hiç görüşemiyorum...
—
Şimdi madem varsaydık, devam edip, ufaklı çaplı bir devrimci (sonu iyi bitecek ama) faaliyete girişelim diyeceğim ama konu pek tahmin ettiğiniz gibi değil: 19.yy’da Londra’nın gördüğü ve sonrasında devam eden hadiselerle amacına da ulaşan bu gösterinin nedeni biraz değişikti. Hem zaten bildiğiniz o kadar mühim gösteri dururken, muhtemelen ilk defa duyduğunuz gösteriyi neden yazayım bu köşede ama di mi?
Bu büyük “kalkışmaya” neden olan, ilkin 1 sene önce 1854’te Avam Kamarası tarafından çıkarılan “Wilson-Paten veya Bira Satışı Yasası” İngiltere’de içki içilen mekânların (özellikle pub’ları hedefliyordu bu yasa) çalışma saatlerini Pazar günleri saat 14.30 ile 18.00 arasında ve 22.00’den sonra tamamen kapalı olacak şekilde yeniden düzenledi. Yasa sadece bunu yapmamıştı, lakin işin bu kısmı kısa zamanda büyük tepki çekti. Yetmedi, peşi sıra Lord Robert Grosvenor tarafıdan sunulan “Pazar Ticareti Yasası” ile de yine “aynı gün” hedef alındı ve küçük istisnalar dışında, Londra'da Pazar günü ticaret yapılması yasaklandı. Küçük esnafa “fayda sağlayacağını” amaçlayan yasa, daha çok büyük perakendeciler, esnaf, aracı ve (tabii ki ) Evanjelikler tarafından desteklendi. Velhasıl, pazar gününü kendi kişisel ve kolektif ihtiyacına, keyfine, eğlencesine ayırmaya çalışan ve bunun için de mahallesindeki küçük esnafa giden yoksula, önerilen ibadet etmek, puba değil kiliseye gitmek, şükretmek sonra da pazartesi mesaisine yetişmek için erken yatmasıydı. Zira pazar günü, Hristiyanlar ve özellikle Protestanlar tarafından “tüm toplum için, tüm toplum adına” haftanın diğer günlerinden tamamen ayrılarak aile, düzen, intizam, kutsal içinden yeniden tasarlanmak için uygun görülmüş bir gündü; hiç öyle eğlenmek, şarkı söylemek, içki içmek gibi “pagan alemine” yer var mıydı!
Düpedüz din soslu ilkel kapitalizmin sınıf düşmanlığının daniskası. Yoksullara nasıl yaşayacağını, üç kuruşluk boş zamanlarında bile nasıl (tabii ki zenginlerin önceliklerine göre) davranması gerektiğini dikte eden 19.yy küstah kapitalist, kilise soslu yasa yapıcılık. Ben demiyorum, yani gazeteci de demiyor, böyle dese zaten sosyalist parti sözcüsü olur. İşte hissettiriyor yani: The Times gazetesindeki editoryal yazı diyor, ki olayları ateşleyen peşi sıra sokaklarda afişlemelere neden olan “o son” yazı bu yazı. Ey gidi günler, şimdiki The Times’ı düşününce insanın ağzına ekşi bira tadı geliyor. Günün sonunda, ne Alkol Karşıtı Hareket (Temperance Movement) İngiltere’de içkiyi yasaklayabiliyor, ne de Lord Robert Grosvenor’un “Pazar Ticareti Yasası” sahne alabiliyor. Zira özünde sınıfsal ve gerici motivasyon olan yasa, büyük bir dirençle karşılaşıp tarihe gömülüyor. İyi olan kazanıyor yani…
Binaenaleyh, arada varsaymak iyidir…