TAN MORGÜL
Bir endişeli modern “hat”: 12A Üsküdar-Kadıköy
TAN MORGÜL
Bu yazı bir rüya vesilesiyle gece 3'te uyanıp yazılan yazıdır; haliyle “mağduriyet” koşullarının dikkate alınması özellikle rica edilecektir. Veya şöyle özetleyeyim: Az sonra bir “modern”in Cumhuriyet’in 100. Yılı bahanesiyle yaptığı yarı uykulu “zaman yolculuğu”na tanık olacaksınız, sürprizlere hazırlıklı olun. Yolculuk 12A diye bilinen ve Üsküdar’dan harekete geçen meşhur hat ile Fıstıkağacı durağından başlayacak (indirimli tek abonman bileti ile) ve Kadıköy merkezde nihayete erecektir.
Peki neden 12A? Kadıköy’e giden başka bir araç yok muydu? Diye sorulacak olunursa, cevap “var” olur. Hatta şimdilerde istasyon değiştirmeyi göze alırsanız, bir de metro hattı var. Ama yıllar boyunca durağımıza otobüs dışında bir de sarı dolmuşlar uğramıştır. Ki onların da kafası karışık olduğu, ne zaman dolu ne zaman boş geleceği belli olmadığından, garantili “zaman yolculuğu” abonmanı sadece 12A’da çalışmıştır.
Aslında yolculuğumuz hat boyunca nadir tanık olacağımız enteresan bir normallikle, sıradan bir İstanbul mahallesi eşliğinde başlar. Hatta bir müddet sol yanımızda apartmanlar eşliğinde muhtarlık binası, park ve sivil haneler eşlik eder, bu “manidar” yolculuğa. Sağda ise önce bir cami, bir lise, sonrasında spor salonunun varlığı, ucuz korku filmlerinin başlarında tanık olduğumuz o gereksiz ve aşırı sakin anların yansımasıdır adeta. Ama zaten hattımız da bilinçlidir, gevşemeye izin vermez ve Bağlarbaşı’na varmadan hemen solda, lafı fazla dolandırmadan “sonda söyleyeceğimi baştan söyleyeyim” der gibi, koca bir AKP Üsküdar İlçe Binası (zaman yolculuğunda beklenmedik bir “bug” olarak da ifade edebileceğimiz) yer alır. Yani, hat öncesinde kemer bağlanması için uyarıp ekler; “sonrasında şımarıp da çeşitli triplere girmeyin, sonuçta vaziyet budur” diye…
Hadi başlayalım ufaktan
Üsküdar’dan Kadıköy’e giderken sanki İmparatorluk’tan kalkıp Cumhuriyet’e gider gibisinizdir. Her ne kadar faaliyet kolektif gibi gözükse de yolculuk tek başına yapılır. Ben çoğunluk öyle yaptım. Zira Üsküdar’da yaşar ve Kadıköy’de okumaya, çalışmaya, eylemeye, eğlenmeye giderdim. Yani geçmişte yaşayıp, gelecek için mücadeleye gider gibi… Daha ne semboller olacak, hemen dudak bükülmesin; zira bugünlük hattı kendime kapattım. Devam edelim; tamam ben Üsküdar’da yaşıyordum da, hattın asli özelliği de sanki herkesin Üsküdar'da yaşayıp, Kadıköy’e gidiyor olmasaydı. O yüzden dönüş yolculuğun etkisi pek zayıf, zamane değişiyle “özgül ağırlığı” düşüktü.
Yolculuk boyunca ana yoldan sapıp ara sokaklarda dolanmayalım. Yoksa modernin kafası hayli karışır. Pek bilinmez ama İcadiye Mahallesi biraz değişiktir, tüm yolun “araf”ı gibi adeta. Neyse, dedik ya yoldan sapmayalım ama madem Bağlarbaşı’na geldik, hemen soldaki Ermeni “mezarlığı”nın yanından geçerken müziğin sesini kısalım. Zira burada semboller ağır gelmeye başlar. İmparatorluk artık son zamanlarına gelmiş, yavaş yavaş cumhuriyet yolculuğu başlayacaktır. Trafik de burada bir yavaşlar sanki, tarih gibi… Bağlarbaşı sınırdır, veya mezarlık; baktığınız cama göre değişir. Ve otobüs trafiğe rağmen, durağa yanaşır, indirdiğinden çok yolcuyu alır ve yoluna devam eder.
Sonra, neredeyse iki durak arasında, sağdan ve soldan hızlandırılmış “erken cumhuriyet” dersi alırsınız. Sol tarafta Burhan Felek Spor Salonu, ve hemen yanında Askerlik şubesi, ve tüm bu mimari pozlamaya eşlik eden bir ses: “Gençler cumhuriyet size emanet, hele önce diri ve dinç olalım, sonra askere gidelim, malum etrafımız ve tarihimiz düşmanlarla çevrili. İşiniz çok, hem daha aile kurup, vatana millete hayırlı gençler yetiştireceksiniz.” Askerden yeni geldik, ne ailesi şimdi demeye kalmadan hemen sağda Zeynep Kamil Kadın Doğum Hastanesi belirir. Cumhuriyet’in de ehemmiyetle belirttiği üzere her 10 yılda bir milyonlarca Zeynep ve Kamil’e ihtiyaç vardır, her yaştan. Bu satırların yazarı da bir Kamil olduğu için, bu ismin sonrasında aldığı vaziyete sempati duyacak hali yoktur, binlerce hastanedaşı gibi. “Tamam artık, şimdi rahatladık!” diyecek oluruz, lakin gevşeme sevmeyen hattımız 12A hemen devreye girer ve bu sefer solda Karacaahmet Mezarlığı giriş kapısı belirir, girişinde sonradan yapılma modern camisi ile... Bir anda yolun bir tarafında doğum, karşı tarafında ise ölümle bir başınıza kalırsınız: “Daha sana nasıl anlatayım meramımı” der gibidir hat.
“Peki arada hiç inen olmaz mı bu otobüsten?” sualinin cevabı da bu karşıtlıklardır. Olur tabii! Ama öyle pek keyifli inişler değildir bunlar; telaşlı, endişeli, hüzünlü. Hattın, garip sessizliği de bu yüzdendir belki de. Özellikle bir yaştan sonra Karacaahmet mezarlığı anıları çoğalmaya başlar insanın, o kapıdan kaç kere girip çıktığını düşünürüz birlikte, yaşı daha da geçkin olanlar ise yaklaşan o nihai “durağı” düşününce ortam daha bir sessizleşir. Yani akşam mezarlıktan geçerken ıslık çalmak gibi değildir, Karacahmet yanından geçmek. Ve hâlâ çoğunluk dışarıyı izler; öyle bir şey göreceğim beklentisinden de değildir, ama içerideki hava iyicene bir ağırlaşır ve camdan dışarısı yine tek çaredir, hadi veya tek telefona bakıldığı an diyelim. Ben de misal hâlâ ne cep telefonuna bakarım ne de bir şey okuyabilirim... 12A manzaraları, yolcusuna öyle artistik sahneler vermese de dışarının en çok izlendiği hatlardan biridir. Zira “kadraj” genişten alır sahneyi, yukarıda da anlatamaya çalıştığım gibi. Bencileyin tabi.
Sonra, otobüs yine harekete geçer ve dört buçuk yol ağzında bir sembol daha belirir, “cumhuriyet hattımız”da: Karacaahmet Sultan Dergahı Cem Evi. Burası da Bağlarbaşı’ndan sonra ayrı bir sınır gibidir adeta. Hattın birçok genç mukimi memlekette “cem evini”nin varlığını bu vesileyle öğrenmiş bile olabilir. Ve peşi sıra, ıssız bir durak (ineni ve bineni çok az olan bir duraktır bu), vesilesiyle, soluna mezarlık sağına Selimiye Kışlası’nın hattaki yansıması Ordu Evi’ni alan hat, hafif de eğimin verdiği “avantajı” ile yokuş aşağı hız artırır, bu ıssız ve insansız düzlük hemen geçip bitsin istermiş gibi. Koca otobüs derin bir iç çeker adeta; yolcusuyla yalnız kalır. Kara deliği teğet geçiyor gibidir, zaman içeride yavaş, dışarıda ise hızlı akar; “interstellar” düzlüğüdür sanki. 12A’nın sesini ilk defa burada belli belirsiz işitirsiniz. Bir şeyler demeye çalışır; sanki geçmiş yolcularının hüzünlü sesleri yankılanır kulaklarda, dikkatli olanlarında sadece. Ama çok ses olduğundan, o dikkatli kulaklar bile çoğu çoğu kaçırır anlamı. Sonra hatla birlikte hep beraber iç çekersiniz, aralıklı aralıklı.
Ve köprüden sonra nefes alır hat, hemen içini bir boşaltır. Kadıköy’e gitmeyecek olanların indiği en temel yerlerden biri olan Haydarpaşa Numune Hastane durağıdır burası ve biraz ileride ise Dr. Siyami Ersek Göğüs Kalp ve Damar Hastanesi ve sağlı sollu lisesi Haydarpaşa Lisesi, ve üniversitesi Marmara Universitesi Hukuk ve Tıp, Eczacılık bölümleri vardır, daha doğrusu vardı. Şimdi üniversite hukuktan vazgeçip işi sadece tıpa, ez cümle Sağlık Bilimleri Üniversitesi’ne dönüştürmüş. Mezarlıklarla bize sürekli faniliğimizi hatırlatan duraklardan sonra bu dönüşümün, yani “hukuk”a vedanın nereye vardığını ise hemen az sonra sağımıza alacağımız eskinin GATA’sı, şimdinin Sultan Abdülhamid Han Eğitim ve Araştırma Hastanesi manzarası ile görüyoruz. Ama zaman yolculuğumuzun bu aşamasında, kışla ve mezarlık çıkışı, cenneti de bekleyecek değildik elbet. Velhasıl, otobüs hastanelere her türlü “ağır”lığını bırakıp, bitkin ama az da olsa rahatlamış şekilde, cumhuriyet coğrafyasının her bir karesinin umut olup aktığı estetik ve sembolik şahikaya, Haydarpaşa Garı boşluğuna tam varmışken, zaman burada yine bükülür, ve rayların yerini kahverengi bir boşluk, Gar’ın üstünü de işlevsiz ve belirsiz bir “örtü” kaplar.
Dönüş yolu
Bu kadar olan bitenden sonra hattımız son durağına bir kırgınlık ve sitemle varır gibidir. İçeri (Kadıköy'e) bile girmez doğru düzgün, hemen kapısında durur ve yolcularını boşaltıp, biraz deniz havası almak için kıyıda nefeslenir. Çok da beklemez zaten, az sonra Kadıköy yorgunu mukimlerini toplayıp geriye doğru dönüşüne geçecektir. Daha önce de defalarca yapmış olduğu üzere…
Galiba ben de yoruldum; bir yerde de zihni açılıyor hat yolcusunun, uykunun zerresi kalmıyor. Uyanınca da geçmiyor olanlar ama tarihin “durakları” ile oynarken de fazla şımarmamak lazım. Velhasıl çocukluğumun, gençliğimin geçtiği ve şimdi artık yaşamasam da her gittiğimde illa ki kullandığım kadim hat 12A’yı yazmış oldum. Mesudum. O vakit, kapanışı, neredeyse tek kelime etmediğim dönüş yolculuğundaki bir sahne ile yapmak istiyorum. Ki o sahne de uzun zamandır yok. Zira sonradan yapılan dış duvarlar örttü. Dönerken yolun Cemevi kısmına olan kadar tarafını farklı ve yine insanız bir rotadan yaparsınız, ve bir kısımda ise size sağlı sollu (evet, yine) mezarlık eşlik eder. İşte vaktinde o mezarlıkta, gidiş istikametinize göre sol yanınızda kalacak şekilde bir mezar taşı yükselirdi. Ve ben her dönüş yolumda, kendime verdiğim sözü tutup, o anı kaçırmamaya çalışırdım. 68 öğrenci liderlerinden, tedavisi için yurt dışına gönderilmesine izin verilmediğinden önce kolunu sonra hayatını kaybeden Harun Karadeniz’in mezar taşıydı bu. Az önce uzun uzun yaptığımız yolculuğun anlık özeti gibiydi bu taş.
Ve üstünde şöyle yazıyordu: “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim…” Bu onun da dileğiydi / HARUN KARADENİZ 1942-1975
Evet bu bizim de dileğimiz. Ve olmaya da devam edecek.
Güzel günler görelim, hep birlikte!