Mitoloji, sanat ve ayrılık

"Bu ne Orfe, bu ne?
Bu ne çılgınlık böyle, seni de yok eden, zavallı beni de?
İşte gene geri çağırır beni zalim kader,
Uyku kapatır kararan gözlerimi,
Dört yanımı saran gece götürür beni, elveda!"

Mitoloji; bilinmeyen zamanlarda yaşanmış, özellikle varoluşsal sorulara cevap arayan ve kuşaktan kuşağa aktarılmış efsanevi olayları ifade eder. Mitoloji, insanın kendini arayışı ve keşfidir. Varoluşsal krizlerimiz; yaşam, ölüm, aşk, özgürlük, ayrılık gibi yoğun deneyimlerimiz ve duygularımız mitolojik hikayeler içinde yoğrulan paradokslardandır. Mitolojik hikayeler, insanlığın geçmişi ile aramızda köprü kurar ve bu sayede kolektif bir zihin derinleşerek nesiller boyu aktarılır. Kaybolduğumuzda yönümüzü bulmamızı sağlayacak bir pusula görevi görerek, hayatımızı anlamlandırmamıza hizmet eder.

Mitolojik hikayeler, insan olmaya dair bütün varoluşsal deneyimlerin, sancıların, doğumların barındığı eşsiz bir dünyayı ayaklarımıza serer. Hayatı, insanı, kendimizi anlamak ve yorumlayabilmek konusunda insana ışık tutan derin bir sembol havuzudur. Bize ışık tutan bu kaynakları etkili kullanamazsak Sisifos’un içine düştüğü döngüye benzer bir süreçte kaybolabiliriz. Mitolojik kahramanlardan biri olan Sisifos, Tanrıları kızdırır ve sonsuza kadar büyük bir kayayı bir tepenin en yüksek noktasına dek yuvarlamaya mahkum edilir. Ancak Sisifos hedefe her yaklaştığında bu kaya yeniden aşağıya düşer ve bu sonsuza dek böylece sürer gider. Sisifos gibi aynı kısırdöngüler içine hapsolmak istemiyorsak, yaşadıklarımıza bir adım geriden bakıp farkındalık kazanmalı, anlamalı ve yaşayabileceğimiz her duyguyu kapsayabileceğimizi unutmamalıyız. Bu konuda efsanelerin, şarkıların, filmlerin, edebiyatın, sanatın yansıttığı temsillerin rehberliğinden beslenebilmeliyiz.

Bahsettiğimiz bu içerik, Freud’un teorisinde yer almaktadır. Freud, özellikle erken çocukluk döneminde yaşanan bazı anıların unutulduğunu ancak bilinçli olarak hatırlanmasa da bunların tüm yaşam üzerinde etkileri olduğunu iddia eder. Yaşanılan ve hissedilen deneyimler içimizde bilinçdışı bir şekilde kaldığında bütün yaşamı şekillendiren bir etkiye sahip olabilirler. Hatırlamazsak, bedenimizin tekrarlamaktan, yeniden yaşamaktan başka çaresi kalmaz. Geçmişin kırılmalarının ve çatışmalarının şimdiki zaman deneyimlerinde yeniden sahnelemesinin motivasyonu ise işlenemeyen deneyimlerimizi ve duygularımızı bilinçli hale getirebilmektir. Böylelikle, kırılmaların onarılması ve çatışmaların çözülmesi mümkün olabilecektir.

Antik çağda da filozofların ilişkilerin dinamiklerine dair bazı önemli fikirler öne sürdüklerini görürüz. Örneğin, Empedokles; “Sevgi birleştirir, nefret ise ayrıştırır” der. Sevgi ile kaynaşmış olduğumuz, kaynaşmayı arzuladığımız ilişkilerimizde; nefret hissi ile ayrışmayı sağlayacak parçalarımızı geliştirdiğimizi ifade eder. Nefret ve öfke gibi duygular ile sınırlar oluşur ve dolayısıyla ayrılmak görece daha mümkün olabilir.

Yine Antik Yunan Döneminden Platon’un Şölen kitabı da aşkı ve bir açıdan da ayrılığı temeline alır. Aşkı merkezine alan bu kitapta, Sokrates ve dönemin bazı ünlü isimleri bir evde toplanırlar. Aşk ve aşkın kaynağı hakkında konuşurlar. Bu konuşmalardan Aristophanes’in eski bir mitolojik öyküye dayanan paylaşımı ilgi çekicidir. Ona göre ilkel insanlar normalde bütünleşiktir. Her biri öteki ile birlikte oluşturdukları bir bedene aittir. Bu halleri ile insanlar oldukça üstün varlıklardır. Bu durumu riskli gören Zeus insanları ikiye böler. Böylece insanlar bir ömür ruh ikizlerini aradıkları, evrensel terk edilmişlik deneyimini yaşamış olurlar. Bu noktada bir yarının öteki yarısına özlem duyduğu, kavuşma ve karışma fantezileri ile bir ilişki arayışı resmedilir. Bizi, kendimizin parçalarından koparan deneyimin yarattığı duygularla baş etmeye çalışırız. İkili bütünlük içinde tüm güçlü hissederken, bu ayrılık deneyimi içinde, insanlık artık bütün eksiklikleri ile hayatta kalmaya çalışır.

Bu anlatı, anne ile erken çocuklukta yaşanan ikilikten kopuşu akla getirir. Sonraki ilişkilerde de aranan bir anneden çok anne ile yaşanan birlik olma halidir. Anne ile birliğin kopması ve ayrılmanın gerçekleşmesi ile bir eksiklik hissi oluşur. Bu eksikliği gidereceği düşünülen nesneler ya da kişiler arzulanmaya başlanır. Zira bu sayede bakım veren kişilerden ayrışabilme ve ayrılığın yası yaşanır ve dış dünyaya aktarım başlar. Bu gelişim süreci birey olabilmemizi mümkün kılar. Günün sonunda ikili bütünlük bir gerçeklik değil sadece bir fantezidir. Hikayemizin kahramanı, “Öteki” ya da “Biz” değil, “Ben”dir.

Klasik Yunan Mitolojisinden Eurydiki ile Orpheus’un deneyimi de anılmaya değer. Orpheus ve peri Eurydiki birbirlerine aşık olurlar. Eurydiki bir yılanın onu ısırması sonrası ölür. Orpheus, sevdiği kadın olmadan yaşayamayacağına inanır ve sevgilisine kavuşabilme arzusu ile ölüler diyarına yolculuk yapar. Yol boyunca onu zorluklara karşı koruyan şey çaldığı liri, söylediği lirik şarkılar ve şiirleridir. Bu sayede ölüler diyarının efendisi Hades’in sempatisini kazanır. Orpheus’a, onun Eurydiki’yi yaşama döndürmesi için bir şart koşulur: Her ikisi yeryüzüne çıkarken, yol boyunca Orpheus asla arkasına, geride duran sevgilisine bakmayacaktır. Ancak Orpheus, dayanamaz ve tam aydınlığa çıkarken Eurydiki’nin peşinden geldiğine emin olmak için arkasına bakar. Böylelikle de Eurydiki’nin sonsuza dek ölüler diyarında kaybolmasına sebep olur. Eurydiki, bu sırada yazının giriş kısmında yer alan dizeleri haykırır.

Orpheus Eurydiki’yi birdenbire kaybetmiştir. Sevdiği kadını kaybetmenin, ayrılığın acısı ile baş etmekte, hayatına devam etmekte zorlanmaktadır. Geçmişe, anılara gömülmüştür. Kaybetmiş olduğu sevdiğini sanatsal yaratımla sembolik olarak yaşatmaya, ölümsüz kılmaya çalışır. Orpheus, her şeyden önce kendi yaşamını değerli bulsaydı, tüm zorluklara rağmen geçmişe saplanmayacak ve iyi ya da kötü nice olayın gerçekleşme olasılığı olan geleceğe yürümeye devam edebilecekti. Kayıp ve ayrılıklar da hayata dahil. İlişki sürerken bile hep bir şeyler eksik değil miydi? Bütün arzularına eksiksizce ulaşan kişi yaşamda artık neyi arzulayacaktır? Yaşamda tam ve mükemmel mümkün müdür? Oyun oynarken çok keyif alırken yaralanabiliyoruz. Yaralanacağımız endişesi ile oyun oynamaktan vazgeçmiyoruz. Yaşamımızda, ruhsal yaralanmalar da yaşayabiliyoruz ve onları onarmaya çalışırken büyüyoruz, hissediyoruz ve bir hikaye yazıyoruz.

Sadece kendi çerçevemize sıkışmayıp efsanelere, sanata, dış dünyaya baktığımızda ve gerçekten görebildiğimizde zenginleşiriz ve ruhumuzu onarmak ve gelişmek konusunda kolektif bir dünya yaratabiliriz. Yoksa, sonsuz tekrar çemberinde, onca yolun sonunda zirveye sürüklediğimiz kaya her zaman elimizden kaçabilir. Fark etmesek de aslında her şeyi geçmişimizin gölgesinde, yeniden yaşamak zorunda kalabiliriz. Benliğimizin duygu ve düşüncelerimizin farkında olması, yaşananları bir adım geriden gözlemleyebilmesi ve anlamlandırabilmesi sayesinde olumlu anlamda değişim ve dönüşüm hepimiz için olasıdır.

Uzman Klinik Psikolog Filiz Yurtseven

İstanbul Bilgi Üniversitesi YL Klinik Psikoloji ve İstanbul Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Felsefe bölümü mezunudur. Aynı zamanda Psikodrama Grup Terapileri eğitimini tamamlamıştır. Yetişkinlerle psikoterapi yapmakta, Kurumlara Danışmanlık Hizmeti vermekte ve grup çalışmaları yürütmektedir. Aynı zamanda “Anne, Baba ve Eğitimciler İçin Büyüme Sürecinde Sorunlar ve Çözüm Yolları, Üniversitede Psikolojik Danışmanlık El Kitabı, Bir Anda Yüreğim Sana Emanet” kitaplarının da yazarıdır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi
SON YAZILAR