İLHAN UZGEL
Neoliberalizm, sosyal devlete dönüş ve CHP
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu geçtiğimiz Mart ayı içinde yaptığı bir açıklamada “neoliberalizm karşıtı eğilimin dünyada gün geçtikçe güçlendiğini, dünyanın yeni bir sosyal devlet anlayışıyla formatlanması gerektiğini” söyledi. Neoliberalizmi doğrudan karşısına alan bir söylemi gerek Kılıçdaroğlu gerekse partinin ileri gelenlerinden çok sık duymuyoruz. Bu yüzden söz konusu açıklama birçok açıdan önemli. Bu yazıda Kılıçdaroğlu’nun sözünü ettiği sosyal devlet anlayışının küresel olarak güçlenmesi eğilimini, bunun ortaya çıkış dinamiklerini ve bazı uygulamaları tartışarak, CHP’nin bu süreç içindeki pozisyonunu ve bazı eksik kalan hususları ele alacağım.
Kapitalizm ve Sosyal Devlet
Burada kapitalizmin nasıl bir tarihsel süreç izlediğini anlatmaya gerek yok. O yüzden şunu belirtmek yeterli olacaktır. Kapitalizm hem bir birikim modeli olarak hem de sermaye birikimine imkan sağlayacak siyasal sistem açısından son derece esnek bir sistemdir. Sanayi kapitalizminin ortaya çıkışından bu yana, kapitalizm dönemsel olarak farklı birikim modellerine sahip olmuş, aynı dönemde farklı ülkelerde farklı şekillerde işlemiştir. Günümüzde de Suudi Arabistan, İran, Norveç, ABD, Güney Afrika, Pakistan, Japonya, Uruguay gibi siyasal sistemleri birbirinden çok farklı ülkelerin hepsinin ortak özelliği kapitalist sisteme sahip olmalarıdır. Burada Çin ve Rusya birer post-komünist ülke olarak ayrıksı durmakta, devletin belirleyici olduğu kendilerine özgü birer kapitalist modeli temsil etmektedirler. Kapitalizm faşizm altında da, İsveç ve Finlandiya örneklerinde görüldüğü gibi sosyal devlet altında da işleyebilir. Sosyal devlet anlayışı bu çerçevede kapitalizmin varlouşunu besleyen, onu gerektiğinde ayakta tutan sistem içi düzenleyici araçlardan yalnızca biridir.
Sosyal Devlet Anlayışı Ne Zaman Ortaya Çıktı
Kapitalizm eşitsiz bir toplum modeli üzerine kuruludur, çalışan sınıfların emeğini satmaları ve buradan bir artı değer üretilmesi sayesinde işler. Ortaya çıkan gelir dağılımı bozukluğunun düzeyi, diğer bir deyişle artı değerin oranı belli bir bölge ve ülkenin gelişme düzeyleri ile tarihsel koşullar tarafından belirlenir. Ama 20. yüzyıldan itibaren sosyal devlet anlayışı bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır. Bunun ABD’deki karşılığı 1929 Büyük Bunalımı sonrasında uygulanan Yeni Düzen (New Deal) adı verilen kısmi devletçi uygulamalar olurken, 2. Dünya Savaşı sonrası İngiltere ve Avrupa’da uygulanan sosyal devlet/refah devleti ilkeleri bir başka türü olmuştur. İlki tarihin en derin ekonomik bunalımını aşma çabasıyken, Avrupa’da 2. Dünya Savaşından sonra hayata geçirilen sosyal devlet anlayışı ise bir yandan Sovyet modelinin yerleşmesi, sosyalizmin Çin ve Üçüncü Dünya’da yayılmaya başlaması, öte yandan bu ülkelerin içinde savaş koşullarında sol hareketlerin güçlenmesine karşı alınmış bir önlemdi. Ayrıca, 1. Dünya Savaşı sonrasında ABD’de yaşandığı gibi bir kriz çıkmaması için talep yönlü, yani gelirleri artırarak ekonomiye hız kazandırmaya yönelik bir ekonomi politikası gerekliydi. 1980’e kadar süren bu dönemin özelliği sosyal devlet modelinin devlet-sermaye-işçi sınıfı arasındaki bir uzlaşıya dayanıyor olmasıydı. Verimlilik oranlarının da yükselmesiyle bu model 30 yıldan fazla bir süre devam etmiştir. Bu 30 yıllık süreç, kapitalizmin tarihinde sürekli büyüme ve bu büyümeden çalışan sınıflara pay aktarılarak yaşam standartlarının yükseldiği istisnai bir dönemdir. 1970’lerin sonuna doğru sosyal devlet anlayışına dayalı ekonomik modelin tıkanması üzerine uzlaşı 1980’lerde sermaye tarafından tek taraflı olarak terk edildi. Türkiye gibi ülkelerde bu modelin ithal ikamecilik şeklinde uygulandığını hatırlatalım.
Neoliberalizmin 40 Yılı
En temelde neoliberalizm orta ve alt sınıflardan sermaye sınıfına artı değer aktarımı, sermayenin geçmiş dönemdeki kayıplarını telafi etme çabasıdır. Beraberinde sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi (sıcak para girişine açılmak), özelleştirme, kamu harcamalarının kısılması, piyasa mantığının geçerli olması gibi öğeleri içerir. Bu haliyle basit bir ekonomik model olmanın ötesinde, hayatın her alanını kapsayan ve nüfuz eden, yeni bir insan tipini, bir toplum, siyaset anlayışını dayatarak hayatımızı derinden etkileyen bir ideolojidir. Neoliberalizm küreselleşme olgusunun da içeriğini oluşturdu, ona günümüzdeki anlamını kazandırdı. Piyasa mantığının öne çıkması, yatırım koşulları nerede uygunsa sermayenin oraya akması, ulusal niteliğini kaybetmesi, finansal hareketlerin aşırı serbestleşmesi, gümrük duvarlarının indirilmesi, bir yandan Çin, Hindistan ve diğer çevre ülkelerde yeni işçi sınıfının ve orta sınıfların ortaya çıkması yaşadığımız dönemin en önemli dönüşümlerinden birini oluşturdu. Neoliberalizm bir taraftan bütün dünyaya yayılırken ve derinleşirken, öte yandan zaman içinde hem merkezi kapitalist ülkelerde hem de çevre ülkelerde yarattığı sorunlarla başetmekte zorlandı.
Sosyal Devlete Dönüş Söylemi
Türkiye’de yeterince yer bulmadı ama özellikle Batı dünyasında bir süredir sosyal devlete dönüş tartışmaları yaşanıyor. Bu yöndeki tartışma, öneri ve arayışlar ilginç bir şekilde tahmin edemeyeceğimiz merkez, kurum, kuruluş ve kişilerden geliyor. Bunun içinde neoliberalizmin fikri gelişimine katkı sağlayan Dünya Bankası, uygulamada öne çıkan IMF, neoliberalizmin yılmaz savunucusu Davos zirvesini düzenleyen Dünya Ekonomik Forumu, BM Genel Sekreteri, BM Uluslararası Çalışma Örgütü gibi kuruluşlar, The Economist, Financial Times gibi etkili medya kuruluşları, ABD’de bazı sendikalar, ABD solunu temsilen Bernie Sanders, A. Ocasio-Cortez gibi isimler, Joseph Stiglitz, Jeffrey Sachs gibi tanınmış iktisatçılar ve hatta Biden yönetimi ve AB bir şekilde sosyal devleti gündeme getirdiler, bunun gerekliliğine değindiler, çeşitli tonlarda hayata geçirmeye çalıştılar. Günümüzde Batı’da bir sosyal devlete kesin bir dönüşten çok seçmece bazı önlemlerden ve bunun söyleminin yükselişinden söz edebiliriz. Bu tartışmaların ortaya çıkmasına yol açan gelişmeleri şöyle sıralayabiliriz.
Sistem Sorunu mu Konjonktür mü?
Hakim Batı söylemi ve tartışmaları sosyal devlete dönüş konusunu neoliberal uygulamaların yarattığı sınıfsal bir mesele olarak almaktan kaçınıyor. Bunda şaşılacak bir şey yok. Yaşanan sorunları, giderek artan toplumsal rahatsızlığı, grev ve protesto dalgalarını ve buna çözüm olarak sosyal devlet tartışmasını açmayı daha çok demografideki değişiklik, iklim, çevre sorunları, dijital teknolojiye geçişin yarattığı sorunlar gibi gelişmelere bağlamayı tercih ediyorlar. Oysa, daha derine, yapısal sorunlara baktığımızda 40 yıllık neoliberal dönemin yarattığı gelir dağılımındaki bozukluğun 2008 ekonomik krizi, üzerine “işgal et” ve “yüzde 1” kitlesel eylemlerininin 2019 sonunda küresel ölçekte yaygınlaşması ve en son Covid salgınının yarattığı işsizlik, gelirlerdeki düşüş gibi sorunların toplumsal huzursuzluğu derinleştirdiği görülüyor. Batılı kurum ve kuruluşlar ise sorunu daha çok konjonktürel, yani geçici ve sınıf dışı bir çerçeveye oturttuğu için çözümü de “sosyal koruma” (social protection) denen bir alana sıkıştırmayı tercih ediyor.
Yeni Bir Toplumsal Sözleşme mi Geliyor?
Bu bağlamda sık kullanılan kavramlardan biri de yeni toplumsal sözleşme tartışması oldu. Artık IMF internet sayfasında bu konuya açılmış bölümler varken, başkanı Kristalina Georgieva başta olmak üzere çok sayıda kurum ve entelektüel devlet toplum ilişkilerini düzenleyecek yeni bir toplumsal sözleşme yapılması gereğinden söz etmeye başladılar. 18. Yüzyıl düşünürlerinin ortaya attığı ve toplumun yönetme ve güvenlik yetkisini devlete devretmesi ve devletin de bunu toplum yararına kullanması anlamına gelen bu eski kavram, günümüzde yeniden pişiriliyor. Belli ki sistemde bir tıkanma olduğunu Batı sisteminin hakim sınıfları da farkında. Batı sistemini ayakta tutan orta sınıfın gelirinin ya yerinde sayması ya da azalması, eğitim, sağlık gibi yaşamsal alanlara ulaşmanın zorlaşması, yeni kuşakların ebeveynlerinden ekonomik olarak daha düşük bir yaşam seviyesine sahip olma ihtimalinin arttığı bir ortamda bazı önlemler alma zorunluluğu ortaya çıktı. Sorun bir yandan da Çin gibi ekonomik aktörlerin yükselişe geçtiği, küreselleşme koşullarında rekabetin üst seviyeye ulaştığı bir ortamda sosyal devlete geri dönülecek bir yeni toplumsal sözleşme yapmanın güçlüğü. Aslında her bir ülke, kesim, örgüt kendi öznel koşulları içinde buna cevap üretmeye çalışıyor. Örneğin, Biden yönetimi aile yardımı, çocuk yardımı (childcare) sağlık desteği (healthcare), Build Back Better, Enflasyonu Düşürme Yasası gibi programlar ile Covid salgınının yarattığı sorunlar için 1.9 trilyon dolarlık yardım sağlaması gibi önlemler alırken, Avrupa Birliği Covid salgını sırasında 1.8 trilyon dolar destek sağlama yoluna gitti. Sosyal Haklar Avrupa Sütunu eylem planı çerçevesinde de Toplumsal Koruma ve Refah Devletinin Geleceği başlıklı bir çalışma grubu oluşturup, uzun bir rapor hazırlattı. Rapor çevre, demografik değişim, dijital teknoloji gibi konulara yoğunlaşırken daha çok sosyal devlete dönüşün nasıl finanse edileceği, vergi düzenlemelerinin nasıl yapılacağı gibi konulara yoğunlaşıyor. BM Genel Sekreteri Gutterres ise kolonyalizm, patriarşi, ırkçılık, dijital ayrışma gibi eğilimlerin yarattığı eşitsizliğe karşı bu yeni dönemde yeni bir toplumsal sözleşme ihtiyacını dile getirdi. BM ise daha kapsamlı bir Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri belgesini yayınladı.
CHP Nerede Duruyor?
Kılıçdaroğlu’nun açıklaması bu bağlamda biraz gecikmiş olmakla birlikte doğru zamanda gelmiş bir müdahale ama tek başına bir şey ifade etmiyor. Genel Başkanın geçmişte de buna benzer ifadeleri var. Peki sorun nerede? Sorun bu siyasal söylemin hazırlanmış, kapsamlı bir programa dönüşmemiş olması. İkincisi buradan yola çıkarak başta partinin medya yüzü olan isimleri, önde gelen siyasetçileri ile birlikte her noktasında sahiplenilen, CHP’yi tarif eden bir, onunla anılan ikna edici bir siyasal söylem haline gelmemiş olmasında. CHP’nin aile sigortası, emeklilere bayram ikramiyesi, son dönemde ise “Beşli Çete” ve “418 milyar doları geri alacağız” tarzındaki çıkışları siyaseten yerinde olmakla birlikte bunlar tek başına neoliberalizm karşıtlığı ya da sosyal devlet anlayışını benimsediği anlamına gelmiyor. Neoliberalizmin nasıl hayatın her alanını kuşatan, devlet-toplum ilişkilerinden kimlik sorununa, finanstan vergiye, egemenlik konusundan sağlık ve eğitime kapsamlı bir çerçeve sunuyorsa, sosyal devlet anlayışı da beraberinde yeni bir devlet-toplum ilişkisi, eğitimden sağlığa, devletin ekonomide rolünün yeniden tanımlanmasından, sendikal haklara kadar geniş bir alanı kaplayan bir modeldir. CHP’nin parti programında, 2. Yüzyıl Vizyon Belgesinde ve son Millet İttifakı Mutabakat Belgesinde bunlara yer verilmediği, bu tür bir programın gündemde olmadığı görülüyor. CHP’yi günümüzde tanımlayan siyaset daha çok toplumun muhafazakar kimliğe sahip kesimini yine muhafazakar, milliyetçi, İslamcı partilerle işbirliği yaparak yanına çekme, diğer bir deyişle “sağı sağ siyasetle yenme” stratejisine yöneldiği görünmektedir.
Oysa günümüz küresel siyaseti, Kılıçdaroğlu’nun da belirttiği gibi, bu türden bir dönüşüm için son derece uygun. Böyle bir siyaseti öne çıkarmak kazan-kazan formülü içinde hem içeride haklı, doğru ve ihtiyaç duyulan bir talebin dillendirilmesi hem de küresel gidişat ile uyumlu bir siyasal söylem benimsenmesi olarak kazanca çevrilebilirdi.
Bu konuda CHP’nin bazı sıkıntıları olduğu belli. Öncelikle, parti 2014 yerel seçimlerinden bu yana sağ söyleme yaslanmayı tercih etti. İkincisi, kurduğu ittifak bileşenleriyle bu konuda anlaşması çok zor. O yüzden bu yaklaşım partinin kimliğine dönüşmedi, Kılıçdaroğlu’nun araya serpiştirilmiş sözlerinden ve Selin Sayek Böke gibi kamuculuğu savunan birkaç milletvekilinin söyleminden ibaret kaldı.
Sosyal devlet kapitalist sistemin kriz dönemlerinde bazen doğrudan ekonomik saiklerle, bazen de toplumsal rahatsızlığın patlama noktasına ulaşması endişesiyle gündeme getirdiği sistem içi bir çözüm yoludur. Bu noktada The Economist’in, “kapitalizmi kurtarmak için sosyal devlete ihtiyacımız var ama onu da gözden geçirmeliyiz” manşeti çok manidar ve durumu özetliyor. O yüzden küresel kapitalizm bir tür parça başı, sorunun temeline inmeyen önlemlerle yetinip küresel toplumsal rızayı kazanmaya çalışıyor. Alınan önlemlerin yeterli olmadığını ABD, Fransa ve Almanya’da sık görülen grevler gösteriyor.
Dünyada da bir sosyal devlet modeline geçilecekse bunun nasıl olacağı, neleri kapsayacağı, neoliberalizmden tam olarak kopmadan (örneğin tartışmalarda yeniden kamulaştırma ya da sıcak para akışını yasaklamayı getiren hiçbir öneri yok) bunun nasıl gerçekleştirileceğine dair bir ortak tutum geliştirilmedi. Seçimlere bu kadar az bir zaman kala CHP’nin sosyal devlete dönüş programı hazırlaması mümkün değil. Eğer böyle bir program olsaydı diğer ittifak partileri buna dahil olmaya zorlanabilirdi. Ama artık ortada bir mutabakat metni var. CHP bu konuda hem Türkiye için hem de uluslararası alanda öncü bir rol oynayıp yeni koşullar için ilerici bir sosyal devlet modeli geliştirebilirdi. Şu anda bu imkan kaçırılmış durumda. Bir iktidar değişikliğinde bunun yapılabilmesi ise daha da zor.