İLHAN UZGEL
ABD, müttefiklerine söz geçiremezken
Küresel siyasette bir süredir tanık olduğumuz dönüşüm ivme kazanarak devam ediyor. ABD’nin dünya sistemi üzerindeki etki ve kontrolü yalnızca ona karşı çıkan devletler değil, kendi müttefikleri tarafından da bilinçli ve istikrarlı bir şekilde erozyona uğratılıyor. Türkiye seçimler yaklaşırken, doğal olarak iç siyasete gömülmüşken, dünya siyaseti yerinde durmuyor ve bu konudaki dinamikler hız kazanmış durumda. Bu genel nitelikli ve bütün dünyayı etkileyen dönüşümün en az üç boyutu var. İlki, bu yazıda ele alacağım ABD müttefiklerinin giderek daha otonom, ABD’yi karşılarına alacak bir yola girmeleri. Bu gelişmeye zaman zaman değiniyorum. Daha sonra ele almayı planladığım iki gelişme ise doların uluslararası ticaret ve rezerv para olarak konumunun sarsılmaya başlaması ve bunlara eşlik eden BRICS olgusunun yükselişi. Bu ilk yazıda, daha önce ele aldığım, Scholz’un Çin ziyaretinin devamı niteliğinde olan Fransız Cumhurbaşkanı Macron’un ve ondan hemen sonra gerçekleşen Brezilya Devlet Başkanı Lula’nın Çin ziyaretleri ve bunun küresel siyasetin dönüşümü üzerindeki etkilerini tartışacağım.
Hegemonya Kaybı
Daha önceki yazılarda bahsettiğim gibi aslında ABD zayıflamıyor. İçsel sorunları var ama hangi ülkenin yok. Ekonomisi genel olarak iyi durumda, işsizlik tarihin en düşük seviyesinde, enflasyon düşüyor, büyüme oranı 2021’de yüzde 5.95 olurken, 2022’de yüzde 2.7 oldu. Çifte açık (bütçe ve dış ticaret açıkları) sorun olmaya devam ediyor ama 1980’lerden beri böyle. ABD hâlâ dünyada en yüksek yabancı yatırım çeken ülke. Savunma harcamalarındaki artış ise sürüyor ve rekor kırıyor. Burada ilk sorun ABD dışında, küresel sistemin yapısında ortaya çıkan değişiklik, bu da ABD’nin mutlak değil, göreli yani diğer ülkelere göre ve sistem içindeki yerinin gerilemesi anlamına geliyor. İkinci bir sorun ise ABD’nin bu gidişatı önleyemiyor olması. Elinde bunu durduracak bir mekanizma, stratejik araç, kapsamlı bir politika seti yok. Trump döneminin “önce Amerika” ve otoriterleri tolere etme, Biden döneminin demokrasi zirvesi, otoriter ve demokratik ülkeler arası ayrım gibi zayıf hamleleri hiçbir sonuç vermedi. Son dönemde ABD’nin en büyük stratejik kazancı Rusya’nın askeri ve ekonomik olarak zayıflaması, Avrupa’nın askeri ve enerji açısından kendisine daha fazla bağlanması ve NATO’nun canlanması oldu.
Söz Dinlemeyen Müttefikler Dönemi
2010’lara kadar genel tablo Batı sistemi içinde, Orta ve Latin Amerika, Ortadoğu, Körfez, Afrika, Güneydoğu Asya’daki ülkelerin ABD yörüngesinde olduğu ve ABD’nin sözünden çıkmadığı şeklindeydi. Bu ilişki tarzı daha 2000’lerde gevşemeye başlamıştı. Ama özellikle 2010’larda Şi yönetimindeki Çin’in daha atak bir politika izlemesi ve Putin’in güçlenmesi sonrasında yeni bir aşamaya geçildi. Dünyada merkez kaç eğilimler güçlenmeye başladı. ABD’nin geleneksel müttefiklerine söz geçirememeye başlaması, onları kendi çizgisine çekmek için daha fazla uğraşmak zorunda kalması bu yeni dönemin belirgin bir niteliği haline geldi. Küçücük Birleşik Arap Emirlikleri’ni Rusya ve Çin ile ilişkilerine mesafe koymaya ikna etmek için bile artık ABD artık fazla mesai harcamak zorunda kalıyor. Bir dönem ABD’nin yakın müttefiki Güney Afrika Cumhuriyet’i BRICS’in parçası olduktan bu yana ABD’den kopuk bir dış politika çizgisine yöneldi, Rusya ve Çin ile ilişkileri çok gelişti.
Normal koşullarda ABD Meksika, Arjantin, BAE, Suudi Arabistan, Malezya, Filipinler, Mısır gibi müttefiklerinin dış politikada bu kadar rahat hareket etmelerine izin vermez, geçmişin bilindik açık ya da üstü örtülü müdahaleleri gelirdi. Günümüzde sorun artık çok sayıda ülkenin ABD ile daha fazla pazarlık yapabilmesi, Çin ve Rusya’yı dengeleyici ya da manevra alanını genişletici bir unsur olarak kullanması. ABD bunların hepsiyle aynı anda baş edemiyor. Bu gerçeği kabullenmek zorunda kalıyor ve Biden’in Muhammed bin Selman’ın ayağına kadar gitmesinde ya da Mısır’a yönelik silah satış kısıtlamasını kaldırmasında görüldüğü gibi geri adım atıyor. Bu eğilimin şu anki koşullarda ABD aleyhine devam edeceğini öngörebiliriz.
Macron’un Çok Kutupluluk Hamlesi
Geçtiğimiz Kasım 2022’de Alman Başbakanı Scholz Çin ziyaretine giderken ziyaretin ortak olmasını isteyen Macron’u dinlememiş ve yalnız gitmeyi tercih etmişti. Bu yüzden Macron kendi programını yapmak zorunda kaldı. Hem bu ziyaret hem de sonrasında söyledikleri ise çok dikkat çekti. Macron ziyaret sırasında genelde Çin yönetimini rahatsız edecek temalardan kaçındı. Batı’ya ve kendi kamuoyuna ise ziyaret Ukrayna savaşının bitmesi için Çin’i devreye sokmak olarak sunuldu. Fransa’nın ABD’den ayrışma konusundaki hassasiyetini bildiği için Şi bu fırsatı kaçırmadı. Macron’a gösterişli bir karşılama töreni yapıldı. Bu arada son anda ziyarete AB Komisyon Başkanı U. Von der Leyen de dahil edildi. Daha ziyaretten bir hafta önce Çin hakkında olumsuz ifadeler kullanmış olan Leyen’e ise çok daha düşük düzeyde protokol uygulandı. Ziyaret sırasında Leyen’nin ABD’nin sözünden çıkamayan, Avrupa’yı ABD çıkarları için satan ve Rusya ile karşı karşıya getirmekten çekinmeyen biri olduğuna dair resmi basında haber yapıldı. Macron’un AB ile birlik olduğunu gösterme amacıyla yaptığı hamleyi Çin diplomasisi tersine çevirdi.
Fransa Kutup Başı Olur Mu?
Macron yanında 50’den fazla işadamıyla bu seyahate çıktı. Fransız sermayesi Çin ile ekonomik ilişkilerin derinleştirilmesinden yana, Macron’a bir süredir bu yöndeki baskılarını sürdürüyordu. Şu anda hem en yüksek büyüme oranına sahip hem de en geniş pazarlardan biri Çin. Nükleer santral, gaz tedariki, otomotiv, elektrikli araba üretimi, Airbus uçakları vs çok geniş bir ekonomik işbirliği yelpazesi var. Çin pazarı ve yatırım imkanları küreselleşme dinamiklerinin getirdiği aşırı rekabet ortamında sermayeyi bu tür işbirliklerine zorluyor. Macron dönüşte Politico sitesine verdiği mülakatta Tayvan’ı kastederek “bizimle ilgili olmayan krizlerin ortasında kalmak, bizim stratejik özerkliğimizi kurmamıza engel oluyor” diyecektir. Dahası iki süpergüç arasındaki gerilim artarsa stratejik özerkliğimizi finanse etmek için kaynak ve zamana sahip olamayız ve (Amerika’nın) vassal’ı oluruz” dedi. Macron, de Gaulle’den kalan bir arzuyu dillendirip Avrupa’nın “üçüncü bir süpergüç’ olması” gerektiğini söyledi. Amerikan dışişleri Macron’un sözlerine yumuşak cevap verirken, önde gelen medya gereksiz ifadelerin Çin’i caydırma siyasetine zarar verdiğini söyleyerek Macron’a ayar vermeye çalıştı.
Sırada Lula Var
Macron’un açıklamaları tartışılırken bu kez Brezilya Devlet Başkanı Lula Çin seyahatine başladı. Brezilya Latin Amerika’nın en büyük ülkesi, BRICS’in üyelerinden biri. Lula ile birlikte Brezilya, dış politikadaki hareket alanını daha da genişletti. Bir heyet Venezüela’yı ziyaret ederken, Brezilya Nikaragua’da insan hakları ihlallerini eleştiren BM belgesine katılmadı, Rusya’yı eleştirmekle birlikte, Ukrayna’ya silah göndermeyi reddetti. Yaptırımlara da uymadı. Bunda kendisini için çok önemli olan soya üretiminde kullanılan gübrenin Rusya’dan ithal ediyor olması da rol oynadı. Lula yardımcısını Moskova’ya göndererek yeterince tepki çekti.
Lula, Biden yönetimi için ilginç bir açmaz oldu. Merkez sol bir siyasetçi olarak Biden, sağ, otoriter, popülist Bolsanaro’ya karşı Lula’yı desteklemişti. Bolsanaro kendisi gibi sağcı liderler olan Netanyahu ve Orban ile iyi anlaşıyordu. Erdoğan’ı nedense atlamıştı. Çin’e ise mesafeli duruyordu. Lula öte yandan hem dış politikaya daha fazla ilgi gösteren, hem de Bağlantısızlık geleneğini güçlendirmek isteyen bir yola girdi. Rusya ve Çin ile yakınlaşmanın yollarını aramaya başladı. Lula yönetimi Şubat 2023’te Çin ile ticarette Yuan kullanılmasına dair bir anlaşma da yaptı. Çin daha 2009’da, ABD’yi geçerek Brezilya’nın en büyük ticaret ortağı haline gelmişti. Asıl test ise Arjantin’den sonra Brezilya’nın da Kuşak ve Yol Girişimine dahil olması olacak. Henüz bu yönde alınmış bir karar yok ama böyle bir adım ABD’nin Latin Amerika üzerindeki etkisine büyük darbe vuracak. Daha şimdiden 1823’te gibi çok erken bir tarihte ilan edilen Monroe Doktrini’nin sona erdiği söylenmekte. Bu yorum gerçekçi değil, henüz o noktada değiliz ama Çin’in ABD’nin arka bahçesinde rahatça top oynattığı da ortada.
Ziyaretteki önemli bir detay da, Brezilya eski Devlet Başkanı Dilma Rousseff’in BRICS’in Yeni Gelişme Bankası’nın başkanı olarak Şangay’daki merkezinde göreve başladığı sıraya denk gelmesiydi. “ABD ile Çin arasında yeni bir Soğuk Savaş’ı kabul etmeyeceğiz” diyen Lula’nın Rousseff’i bu görev için desteklediği biliniyor.
Fransa ve AB ile Brezilya aynı küresel koşulları, kendi tekil imkanları çerçevesinde kullanmaya çalışıyorlar, bazen sınırları zorluyorlar. Fransa’nın Soğuk Savaş yıllarından bu yana NATO’nun askeri kanadından çıkışında da görüldüğü gibi Avrupa merkezli bir dünya gücü olma isteği hep vardı. De Gaulle’ün “Atlantik’ten Urallar’a Avrupa” fikrini Macron Rusya ile daha sessiz bir ekonomik işbirliği kurarak kısmen uygulamaya çalışıyordu. Ukrayna Savaşı nedeniyle bu politika çöktü. Fransa şimdilik Çin ile ilişkilerini yakın tutup, ekonomik olarak güçlenip, Avrupa’ya dayanarak bir “kutup başı” rolü kapmaya, ABD’den stratejik özerkliğini kazanmış bir Avrupa’nın siyasi lideri olmaya çalışıyor. Fransa’nın, AB’yi de yanına alarak bu yöndeki hamleleri şimdiye kadar başarılı olamadı. 1995 Bosna, 1999 Kosova krizlerinde Fransa ve AB etkisiz kaldı, ABD bütün ağırlığını hissettirdi. Ukrayna krizi ise AB’yi çaresiz bıraktı. Yıllardır bir yandan savunma harcamalarını düşük tutarak güvenliği ABD’ye devredip, sonra küresel gerilimlerin arttığı ortamda dünyanın en eski ve en yıpranmış güç merkezi olarak tekrar boy göstermeye çalışmak hem çelişkili hem de gerçekçi görünmüyor.
Brezilya ise Lula yönetiminde küresel gelişmeleri nispeten iyi okuyor. BRICS ile önemli bir manevra alanı yakalamışa benziyor. Bir yandan ABD’den kopmazken öte yandan Çin, Rusya ve diğer Küresel Güney ülkeleriyle bağlantılarını güçlendiriyor.
ABD ise bu yeni dönüşüme, yeni küresel gerçekliğe karşı bir hamle de geliştiremiyor, buna adapte olmayı da reddediyor. Elinde büyük ve kapsamlı bir plan varsa da ona uygun bir siyaseti göremiyoruz. Bütün enerjisini Hint-Pasifik’te Çin’i çevrelemeye harcarken, kendi geleneksel nüfuz bölgelerinde Çin’in etkisi giderek artıyor, Çin bir bakıma arkadan dolanıyor. Öyle görünüyor ki ABD’nin müttefikleri bir bakıma geçmişin acısını çıkarıyorlar.