Erdoğan’ın Türkiyesi

Seçimler bitti ve Erdoğan dış politikasının ana ekseni ve Batı’nın Erdoğan’a bakışı belirginleşmeye başladı. Seçimler sonrasındaki kısa dönemde yaşanan gelişmelere bakıp, Erdoğan’ın yönünü Batı’ya çevirdiği iddiası yalnızca kısmen doğru. Bunun yerine Erdoğan’ın bir süredir Batı ile yeni bir pazarlık yapmaya çalıştığını, bunun unsurlarının günlük gelişmeler içinde yeterince gözden kaçtığını, sürecin ancak seçim sonrasında netleşmeye başladığını tartışacağım. Bu koşullar altında, muhalif kesimler için durumun giderek kötüleştiğine değineceğim.

Bir kriz yönetimi olarak dış politika


Erdoğan’ın dış politika anlayışını biri yöntemsel, diğeri de içeriğe yönelik olarak iki boyutta ele almak mümkün. İlkinde Erdoğan dış politikayı, kendi dünya görüşü de dahil hiçbir ilkenin yer almadığı, kırmızı çizgisinin bulunmadığı bir pazarlık alanı olarak gördü. Pazarlığı da genellikle muhataplarını kendisinin avantajlı olduğu alanlara çekerek yaptı. Bu da kriz yönetimiydi.

Ya Suriye’de iç savaş, IŞİD’in kurulması ve yükselmesi gibi bölgesel krizler ya da Erdoğan’ın kontrollü şekilde çıkarıp yönettiği krizler. İkincilerin sayısı çok daha fazla. Ankara’daki büyükelçilerin istenmeyen kişi ilan edileceği açıklaması, Rahip Brunson olayı, Yunanistan sınırına birkaç otobüs sığınmacı taşımak, Yunanistan ile Ege’de çıkarılan krizler, “bir gece ansızın gelebiliriz” söylemleri ve en son İsveç’in NATO üyeliği krizi bunlardan bazıları. Diplomatların arka planda görüşerek halledebilecekleri çok sayıda konuyu Erdoğan sorun haline getirerek hem varlığını hissettirdi, hem içeriye ve dışarıya güçlü ve sert lider görüntüsü verdi, hem de en sonunda hep pazarlık yaparak bir şeyler koparmaya çalıştı.

Böylelikle, dış politikada gündem belirleme yeteneği kazandı, kriz çıktığında kendisi daha çok muhatap alındı, krizler çözülünce muhatapları rahatladı. Bunlar Erdoğan’ın sahip olduğu ideolojik duruşun sonucu ortaya çıkmış krizler değildi. Tamamen anlık, el yordamıyla, yapay olarak üretilmiş, sistemin işleyişine zarar vermeyen küçük çaplı krizlerdi, muhatapları da bunu iyice öğrendi, nasıl olsa sonunda uzlaşılır düşüncesi ve beklentisi oluştu. İsveç’in NATO üyelik krizi bunlardan biriydi, sonucunu ilgili bütün tarafların bildiği, bu yüzden abartılmayan, daha büyük krizlere dönüştürülmeyen, tipik bir Erdoğan kriziydi. Çok uzayınca ABD, akıllıca bir hamleyle yine İsveç üzerinden Reuters aracılığıyla bir rüşvet konusunu piyasaya sürdü. Miktar olarak bakıldığında, bu alemde milyon doların pek bir anlamı yok. O yüzden muhtemelen, ABD çok daha büyük rüşvet dosyaları yerine, elinde daha büyükleri olduğunu, gerekirse kullanacağını ima etmekle yetindi, büyük dosyaların ucunu gösterdi. Bu da yetti zaten.

Erdoğan’ın dış politikasında ikinci ve daha önemli husus Batı ile ilişkilerini yürütme şekliydi. Burada Erdoğan, 2016 sonrasında içeride kurduğu milliyetçi- ulusalcı-Avrasyacı ittifak doğrultusunda Suriye operasyonları, Mavi Vatan iddiası dolayısıyla Fransa, Yunanistan ve Güney Kıbrıs ile gerilim yaşama, Libya içi savaşına ve Karabağ savaşlarına angajman, S-400 alımı gibi Batı için sorun yaratan hamleler yaptı. Bölgedeki ABD müttefikleriyle arasını bozdu. Türkiye dış ve güvenlik politikasında tarihinin en militarize dönemini yaşadı. Bunun sonucunda tarihte ilk kez hem ABD hem de AB tarafından kısmi yaptırım uygulanan bir müttefik haline geldi. ABD, Türkiye ile stratejik ilişkilerini sınırladı, güvenlik işleri için ağırlığını Yunanistan’a verdi, IŞİD liderine suikast operasyonunda olduğu gibi İncirlik’i kullanmamak gibi Türkiye’nin konumunun değerini azaltan hamlelerle karşılık verdi.

Erdoğan çok önceden çark etti

Türkiye’nin hem Batı sistemi, hem komşular, hem de Körfez ülkeleriyle ilişkileri sorunlu götürmesi çok zordu. Özellikle, kendisini tolere eden, güçlü liderlere sempatisini açıkça dile getiren Trump yerine Biden’in seçilmesi Erdoğan’ın işini zorlaştırdı. 2020 sonundan itibaren ama özellikle 2021 içinde Erdoğan zaten önce Mavi Vatan’dan vazgeçti, sondaj gemilerini sessizce limanlara çekti, Yunanistan ile görüşmelere başladı (arada sözlü sataşmalarla yetindi), Ermenistan ile yine kamuoyunun ve kendi seçmeninin gözünden uzak tuttuğu bir normalleşme süreci başlattı, başta İsrail olmak üzere ABD müttefikleriyle arasını düzeltmeye başladı.

Bu arada ABD ile arayı bulmak için Washington’a AKP kurucusu bir siyasetçi olan Murat Mercan’ı gönderdi, ona Defence One online dergisine “Avrasya’da Çin ve Rusya’ya karşı ortak hareket ederiz, gerekirse taşeronluk yaparız” diyen bir makale yazdırdı. Yine Murat Mercan aracılığıyla bir yandan Yahudi lobilerine ulaşmaya çalışırken, öte yandan İsrail ile ilişkileri düzeltmek için uğraştı. Yani, Erdoğan ABD’yi birlikte çalışabileceği konusunda ikna etmek için büyük emek harcadı, karşılığını da aldı.

Dolayısıyla seçim sonrası ortaya çıkan tablo bu sürecin daha somutlaşmış haliydi. Burada Erdoğan muhtemelen seçim öncesi verdiği sözleri tutacağını göstermiş oldu. Rusya’ya da Türkiye’nin asıl yerini hatırlatmış oldu. Bunda Erdoğan’ın Putin’in içinde bulunduğu koşullarda, kendisine fazla tepki göstermeyeceğini öngörmesi de rol oynamış olmalı. Sonuçta, Türkiye’nin NATO üyesi olduğunu ve Batı sistemi içinde bir ülke olduğunun Ruslar gayet farkındalar. Şimdiye dek Erdoğan aracılığıyla NATO içinde ve Türkiye-ABD ilişkilerinde yarattıkları sorunları kazanç hanesine yazmış olmayı yeterli görüyorlar. Rusya’nın tutumu, Türkiye’nin NATO için yaptıklarına değil, kendisi için yaptıklarına odaklanmak şeklinde belirlendi.

Erdoğan’ın seçilmesinin anlamı tam üyelik sürecinin hızlanması değil, bu defterin tamamen kapanmasıdır. Bir yandan Türkiye’nin otoriterleşmesi ve İslamcılaşması öte yandan Avrupa’da sağ siyasetin her yerde yükselişe geçtiği bir döneme girilmiş olması üyelik ihtimalini bitirdi. Üyelik bir yana, AB Türkiye’yi Batı sistemi içinde bir ülke olarak bile görmüyor. Yanıbaşında, eskiden kalan yatırımları olan, bir ticaret ortağı, insani bağları güçlü, NATO üyesi bir Türkiye’nin sorun çıkarmaması yeterli bulunuyor. AB için Türkiye 2016’dan bu yana sığınmacı deposu işlevi görürken, buna bir de Ukrayna savaşındaki rolü eklendi. Türkiye’nin arsa değeri arttı. Avrupa Birliği ne Stratejik Pusulası’nda ne zirve bildirilerinde Türkiye’nin üyeliği konusuna değinmiyor, hatta pek Türkiye’den de bahsetmiyor. Adı geçtiğinde Doğu Akdeniz ve Kıbrıs konuları bağlamında ele alınıyor ve sığınmacı konusunda yaptıkları taktir ediliyor, hepsi bu. AB, 2016 sığınmacı uzlaşısındaki vize serbestisi konusunda değil düzeltmeler yapmayı, vize vermeyi hem zaman hem de red oranlarını artırarak iyice zorlaştırdı. Karşılarında bu konularda pek de şikayetçi olmayan bir Erdoğan var.

Erdoğan dışarıda sevilmeyen ama çalışılması tercih edilen bir lider olmayı seçti. Siyasal muhalefet ve muhalif yorumcular tarafından dillendirilen “dışarıda itibarımız kalmadı” gibi ifadelerin günümüzde hiçbir anlamı, geçerliliği yok. Yalnızca Erdoğan değil, günümüzde liderler uluslararası alanda özellikle itibar peşinde değiller. İtibarı azaldığı için görüşülmeyen lider yok. Modi, Sisi, Selman, Berlusconi, Trump, Johnson, Aliyev, Orban, Putin tarz olarak birbirine benzeyen liderler. Liste uzatılabilir de. Yeri geldiğinde ihtiyaç duyulduğunda herkes herkesle görüşüyor. Örneğin, AB Komisyon Başkanı von der Leyen Bakü’ye gidip Aliyev ile görüşürken, Biden “parya” dediği Suudi Arabistan’ın fiili lideri Selman’ın ayağına gitti. Bu süreçte NATO Genel Sekreteri defalarca Erdoğan ile görüştü, göreve başlama törenine katıldı, A Haber yorumlarını aratmayacak cümleler kurabildi. Buradan bakıldığında günümüzde artık Erdoğan’ın stili bir istisna değil.

Erdoğan Avrasyacılardan kurtulmaya mı çalışıyor?

15 Temmuz sonrası dönemde Erdoğan’ın kurduğu milliyetçi, ulusalcı ve Avrasyacı ittifakın, Avrasyacı ayağı, bu yeni dış politika ortamında ayak bağı olmaya başladı. İlk işareti Doğu Perinçek’in seçim sırasında açıktan işbirliği talebinin Erdoğan tarafından reddedilmesiydi. Erdoğan onun yerine DSP ve dahası Hüda Par’ı tercih etti. Erdoğan’ın hiç gereği yokken ve Biden bile savaş koşullarında uygun bulmamışken, Ukrayna’nın NATO üyeliğinden bahsetmesi, durup dururken Bahçeli’nin Uygur meselesinin dünyadaki savunucusu konumunda bulunan Rabia Kadir’in Türkiye ziyareti önündeki engellerin kaldırılması çağrısında bulunması manidar görünüyor. Seçim sonrasında ABD’ye gereksiz çıkışlar yapan Süleyman Soylu’dan kurtuldu. Yetmemiş olacak ki, Erdoğan bir de Rusya ve Ukrayna arasında İstanbul’da sağlanan uzlaşı ile savaş sonuna dek Türkiye’de kalması gereken Azov birliklerinin komutanlarını da Zelensky ile birlikte gönderdi. Erdoğan, Rusya ile Ukrayna arasında savaşı bitirmeye yönelik arabuluculuk, kolaylaştırıcılık rolünü de kaybetmeyi de göze almışa benziyor. Vatan Partisi ise anlaşılmaz bir hayal kırıklığı içinde “15 Temmuz’da NATO seni devirmeye çalıştı, biz yanında durduk, bizimle işbirliği yerine seni devirmek isteyenlerin yanına niye gidiyorsun” diye serzenişte bulunarak Erdoğan’ı ikna etmeye çalışıyor.

Nasıl bir Türkiye?

Şu an Erdoğan’ın yönettiği Türkiye Batı açısından son derece elverişli, hatta Batı’nın istediği kıvama geldi. İçte ekonomik olarak kırılgan, dış sermaye girişine bağımlı ve yapısal sorunlarını aşamadığı ve aşamayacağı için öyle kalacak olan, otoriter, sağın ve muhafazakarlığın güçlendiği, daha Ortadoğulu bir ülke. Böyle bir Türkiye stratejik alanda işbirliği yaptığı, bölgesinde sorun çıkarmadığı sürece Batı’nın çıkarlarına aykırı değil. Türkiye önümüzdeki dönemde bir yandan da Suriyeli ve Afganistanlı sığınmacıların getirdiği fazladan bir muhafazakarlaşma, aşağıdan giderek güçlenen tarikatların baskısıyla ve yukarıdan ise hükümetin zorladığı bir İslamcılaştırma riskiyle karşı karşıya. Buna nitelikli genç kuşağın ülkeden gitmeye çalışması da eklendiğinde tablo daha vahim görünüyor.

ABD ve AB, Erdoğan liderliğindeki Türkiye’nin demokratikleşmesi fikrinden çoktan vazgeçtiler. Biden’ın dış politikanın merkezine demokrasiyi yerleştirme iddiası çok çabuk çöktü, etkisiz iki zirve dışında hiçbir gelişme olmadı, bu yaklaşım terk edildi. Biden, Sisi ve Selman’dan farklı olarak, Erdoğan’a daha mesafeli davrandı. Çünkü Erdoğan’ın elinde kozlar daha sınırlıydı. Sisi, İsrail ile ilişkiler ve Gazze üzerindeki etkisi, Selman ise sahip olduğu petrol ve varlık fonu birikimiyle ABD karşısında daha geniş hareket alanı elde edebildiler. Sonuçta hem ABD hem de AB, Türkiye’nin demokratikleşmesi, insan hakları ve hukukun üstünlüğüne saygı konularına ilgilerini kaybettiler. Bir bakıma Erdoğan’ın Batı’ya yakın içeride ise elinin serbest olduğu bir düzen kurulmasında iki taraf da anlaştı. Seçim sonrası yaşananlar bunun artık hayata geçtiğinin göstergesi oldu. Batı Erdoğan’ın temsil ettiği, Erdoğan ile özdeşleşmiş bir Türkiye’nin inşa edilmesine dışarıdan en azından ona göz yumarak destek oldu.

Türkiye dış politikada komşularıyla daha uyumlu bir sürece girdi ve bu eğilim devam edecek gibi görünüyor. Artık dışarıda askeri gücünü ya kullanmayacak ya da ancak ABD çıkarlarına zarar vermeyecek alanlarda kullanabilecek. Mısır ile ilişkilerin normalleşmesi sonrası Körfez ülkeleri, Ürdün, İsrail eksenine Türkiye de dahil olacak, bu stratejik hattın önemli ve kritik bir ülkesi haline gelecek.

Öyle görünüyor ki, Türkiye’nin dış politikasındaki bu Batı’yla uyumlu hava içinde Erdoğan her zaman geçmişte olduğu gibi “mini ve kontrollü krizler”e başvurabilir. Türkiye bu modelde daha Batıcı ama demokrasi ve insan hakları gibi alanlarda daha az Batılı bir ülke olacak. Türkiye stratejik olarak Batıya yaklaşırken, siyasal, kültürel olarak Batı’dan uzaklaşacak. Erdoğan dış politikada çok daha pragmatik olurken, içeride daha ideolojik olacak. Dışarıya daha fazla uyum ile içeriye daha fazla baskının paralel seyrettiği en kötü senaryoya doğru gidiyoruz.

Ne yapılabilir?

Seçimlerden önceki dönem, 20 yıllık iktidarında Erdoğan’ın en zayıfladığı andı, seçimlerden sonra ise muhalefet 20 yıllık süreç içinde en zayıf anını yaşıyor. Bir yandan muhalefetin birbiriyle ve kendi içindeki politik dağınıklığı, yüzde 48’lik muhalif kitleye moral ve siyasal liderlik yapma kapasitesini yitirmesi, öte yandan sivil toplumun aşama aşama AKP hükümeti tarafından zayıflatılması, içeride Erdoğan’ın elini güçlendirdi. Şu an Erdoğan çok daha baskıcı bir yönetim şekline kaysa onu dışarıdan ve içeriden durdurabilecek bir güç yok. Halka, en kritik dönemeçlerde, sokağa çıkmayın diyen, zamlar yapılınca bir tane bile yaratıcı bir direniş, karşı koyuş önerisi getiremeyen ve bu kez dönüp neden tepki göstermiyorsunuz diye toplumu azarlayan bir ana muhalefet geleceğe dair karamsarlığı artırıyor.

Altılı Masa’yı acilen toplayıp halkın üzerine vergiler ve zamlarla çöken bu iktidara geri adım attırmaya çalışan, toplumu örgütleme konusunda adım atan bir muhalefeti göremiyoruz. Seçim öncesinde bakan pazarlığına ayırdıkları zamanı, Türkiye’nin otoriterleşmesi, medya üzerinde baskılara direnme, zamlar konusuna ayırmayı aklından bile geçirmeyen bu muhalefet için hem değişim, hem dönüşüm, hem de yenilenme zamanı gelmiş demektir. Siyasal muhalefet, toplumsal muhalefetin siyasallaşmasına çeşitli yollarla engel olurken, seçim sonrasında toplumu Erdoğan iktidarı ile baş başa bıraktı.

Şu anki tablo ekonomi, siyaset, laiklik, hayat tarzı birçok açıdan muhalif kesimler için koşulların zorlaşacağını gösteriyor. Gezi’den bu yana kitlesel gösteri ol(a)madığı ve AKP iktidarı her türlü toplumsal muhalefeti anında baskı altına almakta ustalaştığı için, yeni bir örgütlenme, direniş geliştirmek de giderek zorlaştı. Muhalefet ise Meclis toplantıları ve sosyal medya alanına sıkışmış, sosyal medyadaki muhalif söylemden bile çok daha geride, klişe eleştirilerle yetinen bir muhalefet tarzında inatla ısrar ediyor.








Önceki ve Sonraki Yazılar
İLHAN UZGEL Arşivi
SON YAZILAR