İLHAN UZGEL
En merak edilen seçim
Seçimler yaklaşırken muhalefet daha çok demokrasi, özgürlük, hayat şartlarında düzeltme, maaş zamlarına ağırlık verirken, iktidar büyük projeler, milli savaş uçağı, tank gibi devam eden ve akıbeti belli olmayan silah sistemleri, uçak inmesi mümkün olmayan çıkarma gemisi gibi militarist sembollere ağırlık verdi. Bunun tamamlayıcısı olarak da dış güçler söylemi ve seçim kaybetme ihtimalini dış güçlere bağlama söylemine kaydı. Batı medyasındaki hava değişmeye, seçimlerde olası bir Kılıçdaroğlu galibiyetinden söz etmeye ve Erdoğan sonrasını tartışmaya başlayınca, dış güçler söylemine yeni bir ivme kazandırdı. Bu yazıda bir yandan Erdoğan’ın seçimlere giden son dönemeçte dış politikayı kullanma konusunda beklenen kıvraklığı gösteremediğini, ABD ve AB’nin istediği kozları vermediğini, sonuçta eskimiş ve bayatlamış bir dış güçler söylemine takılı kalmasını tartışacağım.
Dünya Seçimlerle İlgili
Türkiye’deki seçimler bütün dünyada merak ediliyor. Bölgede ve dünyada yalnızca yönetimler değil, medya, ilgili kamuoyları, entellektüel çevreler de, Erdoğan’ın bu 20 yıl içinde kaybetmeye en yakın olduğu seçimi ilgiyle takip ediyorlar. Hatta, The Economist dergisi 2023’ün En Önemli Seçimi diye kapak yaptı. Bu her düzlemde anlaşılır bir durum. Seçimli otoriterlik Erdoğan’a ve Türkiye’ye özgü bir gelişme değil. Erdoğan küresel bir trendin parçası ve ekibi küresel dönüşümün dinamiklerini iyi okuyor, gerektiğinde bu eğilimlere çok iyi uyum sağlıyor. ABD’den Filipinlere, Brezilya’dan İsrail’e kadar otoriterler ile demokratlar, neoliberal popülistler ile merkez sol ittifaklar arasındaki mücadele büyük bir dikkatle takip ediliyor. Sonuçta biz de Malezya, Brezilya, Macaristan, İsrail seçimlerini yakından takip ettik. Muhtemelen iktidar da, siyasal partiler de bu seçimlerde izlenen yolları, taktikleri takip ediyorlar, onların deneyimlerinden yararlanıyorlardır. Otoriter rejimlerin iktidardaki kalış stratejileri nasıl birbirine benziyorsa (medyayı baskı/kontrol altına alma, başta anayasa mahkemesi hukuk sistemini kontrol etme, kendisine yakın bir sermaye grubu oluşturma vs) bu tür rejimlerle başetme yolları da birbirine benziyor(farklı muhalif partilerin ittifakı gibi). Bu yüzden yalnızca Türkiye seçimleri değil diğer örnekler de yakından izleniyor. Bu kez Türkiye konusundaki ilginin yüksek olması ise Erdoğan’ın kaybetme ihtimalinin yüksek olması.
Erdoğan Bir Dış Politika Oyunu Kuramadı
Erdoğan’ın iktidarda kalabilmek için iç ve dış politikada yapacaklarının bir sınırı olmadığı biliniyor. “O kadar da olmaz” denilen herşey yaşandı. Dış politikada da Erdoğan’ın doğrudan oya çevirebileceği, kendisinden kaçan oyları geri alabileceği bir dış politika hamlesi yapması olasıydı. Ama olmadı, koşullar elvermedi. Suriye operasyonuna ilgili bütün aktörler karşı çıktı. Ege’de Yunanistan’a karşı bir hamle çok zordu. Yunanistan stratejik bir fırsatçılık yapıp üyesi olduğu AB’nin yanına ABD, İsrail, Mısır, BAE gibi ülkeleri de almışken Ege’de bir maraza çıkarmak mümkün değildi. Deprem sonrasında kontollü bir kriz ihtimali bile kalmamıştı. Gerilim ortamı deprem sırasındaki destekle ortadan kalkmıştı. Erdoğan’ın “bir gece ansızın” gidebileceği bir yer yoktu. Kafkasya cephesinde Erdoğan’ın kullanabileceği yeni bir gelişme olmadı. Tersine, ABD’nin bastırmasıyla Ermenistan ile sessiz sedasız bir açılım süreci yürütülüyordu.
Dostların Desteğiyle Seçime Girmek
Erdoğan seçimlere dış politikada askeri operasyonlar yapıp, milliyetçi duyguları harekete geçirip, büyük ve güçlü lider imajıyla girmeyi denedi. Olmayınca, bunun yerine komşularla ilişkileri düzeltmek, Biden ile Beyaz Saray’da bir fotoğraf vermek, Rusya ve Körfez ülkelerinden ekonomik destek alarak girme yolunu seçti, seçmek zorunda kaldı. Burada da Suriye ve Mısır’da istediğini alamazken, Biden Erdoğan’a beklediği krediyi açmadı. Erdoğan’ın imdadına Putin yetişmeye çalıştı. İbrahim Kalın 15 Mart’ta Washington’da aradığı sonuca ulaşamayınca ve bir görüşme koparamayınca 7 Nisan’da Moskova’ya uçtu. Muhtemelen Putin’i Türkiye’ye gelmeye ikna etmeye çalıştı. Her ikisi de olmadı. Putin, henüz inşaatı devam eden santral açılışına gelmedi onun yerine nükleer yakıt göndermeyi tercih etti. Zaten Antalya ve İstanbul’daki Rus ve Ukrayna heyetleri arasındaki diplomatik görüşmelerden, Ukrayna tahıl koridoruna, Türkiye’yi bir enerji merkezi yapacağı açıklamasından en önemlisi BOTAŞ’ın borcunu ertemeleye kadar yapacağını yapmıştı. Gerisi artık Erdoğan’a kalıyordu. Gerek Putin, gerekse Körfez emirlikleri Erdoğan’dan daha iyi bir lider bulamayacaklarını biliyorlar. Yönü belli olmayan, nereye çeksen oraya gidecek, sıkışınca her türlü pazarlığa açık bir lider, yarattığı sorunlara rağmen hala çok değerli. Ayrıca bu ülke rejimlerinin hiçbiri demokratik bir Türkiye’yi istemiyorlar. Bazen nakit, bazen borç ödeme ertelemesi, bazen swap (lira/döviz değiş tokuşu) talep eden ve bu yüzden alttan alan bir lider yerine halkına hesap veren, insan haklarına saygılı, kapitalist sistem içinde kalan ama onun rasyonalitesine uyan bir yeni hükümet yıllarca alıştıkları Erdoğan iktidarından sonra çok sevimsiz görünüyor olmalı. Erdoğan kaybederse Putin için güvenli halka sayılabilecek Lukaşenko (Belarus), Orban (Macaristan) Erdoğan ve Aliyev otoriter ekseninde önemli bir gedik açılacak.
Biden Erdoğan’ın İstediği Oyunu Oynamadı
Bir noktayı açıklığa kavuşturmak gerekiyor. Dünyada G. Kore, Japonya, Avustralya, Kanada gibi birkaç ülke dışında, kibarca ifade etmek gerekirse, dış politikasını ABD çizgisine sıkıca bağlayan ülke kalmadı. Bunu daha önceki bir yazımda tartışmıştım. ABD aslında Erdoğan tipi müttefik ülke liderleriyle uğraşma konusunda deneyimli, Erdoğan bu açıdan istisna değil. Sisi, Selman, Dutarte neredeyse Erdoğan kadar sorun çıkardılar ABD’ye. Ama Biden seçim kampanyası sırasında New York Times gazetesini ziyareti sırasında Erdoğan hakkında söylediklerinin yayınlanması nedeniyle zaten söylem düzeyinde iktidarın hedefindeydi. Bunun da getirdiği çekingenlikle, Biden yönetimi Erdoğan konusunda çok dikkatli davranmak zorunda kaldı. Erdoğan’ın tarzı çoktan öğrenilmişti. Çavuşoğlu, Akar, İ. Kalın gibi isimler ve Washington büyükelçisi Beyaz Saray’a ikili bir görüşme için dil dökerken, Erdoğan toplumsal zemini hazır bir Amerikan karşıtığını havada kapacaktı. Bunu gayet iyi bilen ABD Erdoğan’a seçime kadar diline dolayacağı negatif ya da pozitif bir koz vermekten kaçındı.
Hayaletlerle Savaş
Erdoğan ve burada adını zikretmeye gerek olmayan diğer bakanları vs ellerinde somut bir veri, girişim olmayınca, kurgusal bir dış güçler, seçim, darbe söylemine yöneldiler. İktidar, zaten ne söylese almaya ve kabul etmeye hazır bir seçmen kitlesi varken seçimi muhalefetle girişilen bir demokratik yarış değil Batı ile yürütülen bir mücadele, bir varoluşsal karşı duruş olarak göstermeye çalıştı. Sürpriz değil ama orijinal de değil. İçine katabildiği çarpıcı bir olay, girişim yok. Seçmenine bunu en az on yıldır tekrar ediyor, geçmişte Gezi, 15 Temmuz gibi simgeler vardı. Şu anda değil bunların yerine koyabileceği, bunlara yaklaşan bir Batı hamlesi, izi bile yok. Yoksa, ABD’nin elinde geçmişten gelen Zarraf, ucunu gösterdiği Sezgin Baran Korkmaz, Erdoğan’ın mal varlığı kozları var. Bunları ya gündeme getirmedi ya da Türkiye ekonomisine yük olacak büyük miktarda cezalandırma (bunu mesela Fransız Paribas ve başka ülke bankalarına yaptı) sürecine girmedi.
Dünyada Otoriterlik Demokrasi Çekişmesi
2000’lerin sonundan itibaren küresel sistemde genel bir demokratik gerileme yaşanıyor. Erdoğan yönetimi bu trendin hem bir parçası oldu hem de buna aktif katkıda bulundu. Özellikle Trump yönetiminin otoriterleri açıktan tolere eden politikası bu eğilimi güçlendirdi, hatta ABD’nin kendisi de bu gerilemeden payını aldı. Son birkaç yılda Kuzey, Orta ve Latin Amerika’da demokrat, merkez sol siyasetin tekrar yükselişi, İsrail’de geçtiğimiz yıl yapılan seçimleri Netanyahu’nun kaybetmesi (muhalif blok ülkeyi yönetemedi ve yapılan seçimleri Netanyahu yeniden kazandı), Macaristan’da Orban’ın Budapeşte’yi yerel seçimde birleşen muhalefet bloğuna kaybetmesi ama genel seçimleri kazanması küresel ölçekte bu çekişmenin parçaları olarak değerlendiriliyor. Dolayısıyla, The Economist dergisi de, Washington Post, Der Spiegel, Bloomberg, Le Point gibi etkili yayın kuruluşları da seçimleri daha çok bir demokrasi-otoriterlik eksenine oturtmaya çalışıyorlar. Erdoğan söz konusu olduğunda Batı açısından bu çerçevelemenin çok samimi olmadığını biliyoruz. Ama yine de Bolsanaro’nun seçimi kaybetmesinden sonra, Erdoğan’ın da kaybetmesi küresel gidişatta bir başka önemli eşiğin atlanmasını sağlayacak. Erdoğan İslamcı kökenden gelen, 20 kusur yıl iktidarda kalan ve kaybederse iktidardan seçimle gitmek zorunda kalan ilk ve büyük bir olasılıkla tek lider olarak tarihte yerini alacak. Etkileri hem bölgesel hem de küresel olacak.
Bir süredir Batı çevrelerinde ağırlık Erdoğan sonrası döneme dair öngörülere kaydı. Özellikle Kılıçdaroğlu ve olası bir yeni hükümetin dış politikasının nasıl olabileceği merak uyandırıyor. Suriye, Mısır, Irak, Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Libya’daki taraflar, Yunanistan, İsrail, Ermenistan, hatta İsveç hepsi iktidara geldiği takdirde Kılıçdaroğlu’nun ne yapacağına kafa yoruyorlar. Muhalefetin dış politikada şimdiye kadar Batı’ya yakın bir görüntü verdiği anlaşılıyor ama Suriye operasyonlarına olumlu oy vermiş olması ama Esad ile normalleşmeyi öne çıkarması, Ortak Mutabakat Belgesinde Kıbrıs’ın milli dava olarak tanımlanması gibi yaklaşımlar kafa karıştırıyor. Bu çevreler enerjilerinin bir kısmını seçim tahmnine bir kısmını da Kılıçdaroğlu seçilirse hangi alanda nasıl bir politika izleyeceği konusuna harcıyorlar.
Erdoğan bizi olduğu gibi yabancıları, siyasal muhataplarını, Türkiye uzmanlarını, takipçilerini de yordu. Erdoğan’a dair tek öngörü, öngörülemez olmasıydı. Eğer seçilirse yerine gelecek muhalefet blokunun dış politikada daha öngörülebilir olacağı tahmin edilebilir ama onun da iki önemli sorunu olacak. İlki başta Suriye olmak üzere devralınan çok sorunlu bir dış politika mirası var, bunları çözmek zaman alacak. İkincisi ise muhalefet blokunun kendi içinde uyumlu çalışma sorunu ortaya çıkabilir.