Kaybetmenin siyaseti

Bu kazanılması gereken ve kazanılabilir bir seçimdi. Ama kaybedildi, hatta üçlü bir mağlubiyet yaşandı. Meclis çoğunluğu kaybedildi. Cumhurbaşkanlığı kaybedildi. CHP sayesinde merkez sağdan, İslamcı siyasete yakın 37 milletvekili Meclis’e sokuldu.

Bu kazanılabilir bir seçimdi çünkü bütün iç ve dış koşullar Erdoğan’ın aleyhine işlemişti. Trump gitmiş, Ortadoğu’da İslamcılık kaybetmiş, Erdoğan milliyetçi duyguları yükseltecek bir askeri operasyon yapamamış, toplumda ve AKP’li seçmende bile sığınmacı karşıtlığı güçlenmiş, Bursa dışında bütün büyük şehir belediyeleri muhalefete geçmiş, fiili enflasyon tarihin en yüksek düzeyine ulaşmış, istatistiklerle oynanarak maaş zamları enflasyonun altında tutulmuş ve yaşam standardı düşürülmüş, Erdoğan yaşlanmış, yıpranmış, yorgun görünüyor, üzerine deprem ve son derece başarısız bir afetle mücadele yaşanmış, halka somut bir vaatte bulunamamış, muhalefete yönelik negatif bir söylemi tercih etmişti.

Böyle bir ortamda su seçim sonucunun muhalefet açısından ciddi bir yenilgi olduğunu kabul etmek gerekir. Yüzde 48 oya bakıp, bu koşullarda yenilgiden başarı çıkarmaya çalışmak, 20 yıl sonunda bir daha gelen bu büyük yenilginin meşrulaştırmasına, özeleştirinin göz ardı edilmesine, bunda sorumluluğu olanların sorumluluktan kaçmasına hizmet eder.

İdeolojisizlik ve Kaybet-Kaybet Stratejisi

Kılıçdaroğlu CHP’si, Baykal’ın laik hassasiyet ve ulusalcı ideoloji üzerine kurduğu CHP çizgisini terk etti. Ama bu boşluğu sol siyaset yerine sağ siyasetin, simge, söylem ve aktörleriyle doldurmaya çalıştı. Bozkurt işaretinden, “Ülkücü kardeşlerim” söylemine, Temel Karamollaoğlu ile ittifaka, başörtüsü yasası çıkarma çabasına uzanan siyasetin sağcı topraklarında gezindi. Ama o kitleyi hiçbir şekilde ikna edemedi. CHP ve Kılıçdaroğlu biraraya geldiğinde bu siyaset her seferinde sağ seçmenin duvarına çarpıp geri döndü. İlk yenilgisini Ekmeleddin vakasıyla aldı. Ama burdan ders çıkarmak yerine yanlışta ısrar etti. Kılıçdaroğlu’nun sağa açılma tercihi kimlik siyasetini yeniden üretti. Siyaset iki sağ siyaset arasındaki kimlik tartışmalarına hapsedildi. Erdoğan’ın MHP ile ittifakı sayesinde her durumda üstün olduğu bir alanda oynamayı tercih etti. CHP’nin ve Kılıçdaroğlu’nun parçası olduğu bir kimlik siyaseti rekabeti Erdoğan’ı çok rahatlattı.

2019 yerel seçim sonuçları Kılıçdaroğlu’nu sağa açılma siyaseti konusunda hem yanıltmış hem de ümitlendirmiş olmalı. Ama orada da iki kritik noktanın atlandığı anlaşılıyor. İlki Erdoğan’ın seçimlerden bir süre önce inanılmaz bir hata ve aşırı özgüvenle belediye başkanlarını görevden alması ve zayıf adaylarla yarışa girmesiydi. İkincisi, büyük kentlerin sosyolojik yapısındaki değişiklikti ve ilk işaretini 2017 referandumunda vermişti. Hayat koşullarının zorlaşması etkisini daha fazla kentlerde gösteriyor, Erdoğan’ın daha az oy aldığı genç nüfus kırdan kente kayıyor, açılan üniversiteler sayesinde eğitim düzeyinde yükselme ve bunun sonucu olan eğitimli işsizler Erdoğan’a az da olsa oy kaybettiriyordu. Bunun sağa açılmayla doğrudan bir ilgisi yoktu.

CHP’nin, sağ muhafazakar seçmene ulaşmaya çalışmasında temelde yanlış bir yön yok. Yüzde 25’e kilitlenmiş CHP seçmeninin ötesine geçmek gerekiyordu. Ama bunun yalnızca yarım yüzyıldır taşıyageldiğin kimliğin inkarıyla yapılması, sağ kimlik alanına sıkıştırılması, enerjinin bir kısmının sağ kimlikle bir sorununun olmadığı kanıtlamaya harcanması bir sonuç getirmedi. Kılıçdaroğlu’nun değil ama Kılıçdaroğlu’nun denediği türden bir sağcılığın o cenahta bir karşılığı yok. Üzerinde iğreti durdu, otantik görülmedi, samimi bulunmadı. Parti liderliğinin bunu nasıl olup da görümediğini anlamak mümkün değil.

Oysa, güçlü bir kırsal program ile desteklenen, mazot desteğinden, banka kredilerine, yerli tohuma kadar kırsala ulaşan bir siyaset denenebilirdi. Herkesin dilinde “tarım öldü, büyük sıkıntı var” var büyüm söylemi dolaşırken, CHP’nin doğrudan tarımla ilgili bir ekibi yoktu. Bu alan birkaç milletvekilinin kişisel çabasına bırakıldı. Aynı konu işçiler, madenciler, işsiz gençler için de geçerli. Sosyal demokrat olduğu varsayılan bir partinin işçilerle bu kadar az ilişkili olması, Bursa, Kocaeli gibi yerlerde oyunu artıracak hiçbir girişiminin, akılda kalıcı söyleminin bulunmaması, bu sınıfın temsilcilerine parti yönetiminde hiç yer vermemesi, sağ siyasetin temsilcilerine harcadığı emeğin onda birini işçilerin temsilcilerine, önde gelen sendikacılara ayırmaması, bu sağ siyaset merakının yarattığı boşluklardı. Ülkenin 2015’ten bu yana giderek ekonomik sorunlarla boğuşmaya başladığı bir dönemde, dikkati bu sıkıntılardan alıp kimlik siyasetine, onu da sağ siyaset içinde sıkıştırmaya gitmek gibi ters bir denkleme saplandı.

Sonuçta CHP kendi kimliğinden uzaklaştı bu bir kayıptı, Türkiye siyasetindeki sağa çekmeye ivme kazandırdı ama bir sonuç da alamadı. Kazansaydı, Erdoğan’ı yenmenin, iktidarı almanın bir bedeli olarak görülecekti. Ama ikisi de olmadı. Kimliğinden vazgeçerek kaybetti. Bizleri de kaybet-kaybet formülüne mahkum etti.

İttifaklar

Bu siyasi tercihin bir uzantısı olarak Altılı Masa kuruldu. Sol dışlandı, AKP artığı iki parti, AKP’nin içinden çıktığı bir parti ve sırf altı sayısını tutturmak için oraya konmuş bir partiden oluşan garip bir ittifak oluştu. Erdoğan’ın MHP ile yaptığı, organik görünen, birbirine oy geçişi olan ittifakından çok daha sentetik görünen bir ittifakla seçmenin karşısına çıkıldı. Oysa Erdoğan bir lider kültü yaratmıştı ve Deva ve Gelecek partilerinin İslamcı/muhafazakar seçmende hiçbir karşılığı olmadığı çok belliydi. Oy oranları yüzde ikiyi hiç geçmedi. Seçimler yaklaştığında o oylar da gitti. Hiçbir ankette yüzde bire bile giremediler. Bu partilerin iki işlevi olabilirdi. İlki getirecekleri oydan çok sağ siyasete yakın görünme stratejisinde vitrin olmaları. Bu işlevi yerine getirdiler ama fayda etmedi. İkincisi, AKP içinden gelen, hatta ekonomiden sorumlu bakanlık, dışişleri bakanlığı ve başbakanlık yapmış bu isimlerin AKP’nin ve Erdoğan’ın kırılganlıklarına, zayıf noktalarına dair bilgi sağlamaları olabilirdi. Bunun izini hiç görmedik. Örneğin, 7 Haziran -1 Kasım seçimleri arasında yaşananlar konusunda Davutoğlu “terörle mücadele defterleri açılırsa birçok insan, insan içine çıkamaz” dedi ama o kadar. CHP ittifak yaptığı Davutoğlu’dan bu açıklamayı açmasını istemedi. Türkiye’nin neden iki seçim arasında sıkıştırılmış bir terör dalgası yaşadığının hesabını sormadığı gibi, kendisini istikşafi görüşme adına oyalayan o dönemin başbakanıyla da hiçbir şey olmamış gibi ittifak yapabildi. Dahası bu ittifak sayesinde Türkiye tarihinin en sağcı Meclislerinden biri oluşturuldu.

Seçim Kampanyası

Siyaset yalnızca seçime ve seçim kampanyasına indirgenemez. Ama kampanya sürecinde öncelikle aday geç belirlendi, belli bir program ve eksen üzerinden hareket edilmedi. Örneğin, seçimlere kadar parlamenter sisteme geçişe çok ağırlık verilirken, seçim yaklaştığında bu konu birden gündemden düştü, ya da düşürüldü. Eğer seçmende bir karşılığı yok idiyse, yaklaşık iki yıl neden bu konu tartışmalarda bu kadar merkezi bir yer tuttu. Sağa yakın olduğunu göstermeye çalışma dışında seçmene güven veren bir kampanya süreci yürütülmedi. İnanılmaz bir biçimde, şu can yakıcı koşullarda bile, Erdoğan’ınn en zayıf olduğu noktada, ekonominin nasıl olacağı konusunu belirsiz bırakıldı. Ana muhalefet partisi ülkenin en önemli sorunlarına çözüm üretme iddiasında olur, seçmen onu bu sorunları çözeceğine inandığı için başka bir partiye, lidere oy verir. Bu kadar basit bir nokta nasıl gözden kaçırıldı, anlamak zor. CHP ise tam bu noktada seçmenin karşısına kendi güçlü bir ekonomi ekibi ve tutarlı bir programla çıkmak yerine, anlamsız bir şekilde J. Rifkin gibi kamuoyuna hiçbir şey ifade etmeyen bir ismi öne çıkardı, sonra bir daha hiç bahsetmedi. Bu boşlukta İyi Parti’yi adres gösterip, yine kamuoyunun tanımadığı, ABD’de yaşayan bir akademisyen olan Bilge Yılmaz’ın hem parlatılmasına göz yumdu, hem de onunla kamu-özel işbirliği projeleri konusunda anlaşmazlığa düştü.

Ekonomideki çöküşün tabii ki herkes farkında ama seçmen buna çözüm olarak CHP’den çarpıcı, nokta atışı ve ikna edici bir program görmedi. Saçma bir şekilde seçmenin karşısına ekonomide “büyük anlatı” ile çıkıldı. “418 milyar doları geri getireceğim,” “İngiltere’den temiz 300 milyar dolar gelecek.” Pazarda ucuz sebze-meyve peşine düşmüş seçmen için bu rakamlar acaba ne ifade ediyordu? Bu para kimin, nerde, nasıl gelecek? Yabancı özel bankalara kaçırılmış para ise sana niye geri versinler? Erdoğan’ı, Londra’daki tefecilerinden borç alıyorsun diye eleştirdikten sonra, gidip Londra’dan para getireceğini söylemek nasıl bir çelişkidir? Koskoca CHP’nin ekonomiden anladığı gidip, Erdoğan’ın aldığı yerden borç bulmak mı? Türkiye’den para kaçıranların ev aldığı yere gidip, o paranın yattığı bankadan hem borç hem kaçırılan para mı geri istenecek? O zaman seçmenden talep edilen borç alan lideri değiştirmesi olmaz mı? İnsanlar bunun günlük hayatla bağını nasıl kursun? 300 milyar dolar gelince soğan ucuzlayacak mıdır?

CHP, işçinin, çiftçinin, madencinin, işsizin partisi olmayı istemedi. Söyleminin merkezine bu kesimleri yerleştirmekten kaçındı. Parti özel olarak bu kesimleri hedeflemedi. Tekrar eden, partide her düzeyde sahiplenilen, CHP’yi tanımlayan bir söyleme dönüşmedi. O zaman da kampanyanın sonlarına doğru can havliyle yapılan emekliye bayram ikramiyesini artırma, en düşük memur maaşını 22 bin lira yapma gibi vaatler karşılık bulmadı. Ekonomiyi kimin yöneteciğine karar verememiş bir koalisyon görüntüsüne seçmenin yarısı, hayat şartlarından bunalsa ikna olmadı.

Kaybedecek Aday

Seçimlerde dürüst, iyi ve kibar insan yarışması yapılmıyor. Türkiye tarihinde, 1960’lardan itibaren kendisini “ortanın solu” olarak tanımlayan İnönü’den bu yana merkez sol siyasetçilerin hepsinin yolsuzluktan, gösterişten uzak durduğu ve mütevazı olduğu biliniyor. Ecevit de öyleydi, Baykal da, Hikmet Çetin, İsmail Cem de. O yüzden Kılıçdaroğlu’nu buradan övmenin, onun tevazu sahibi, iyi bir insan olması gibi özelliklerini öne çıkarmanın, bunları bir tek ona özgü özelliklermiş gibi sunmanın bir anlamı yok. CHP’nin başında kim olsa öyle olmak zorunda, yoksa zaten kendi seçmeni affetmez. Konu çalışkanlık ise, Ecevit, kiralanmış özel uçakta değil, 1990’ların başındaki seçimlerinde kamyon arkasında seçim kampanyası yürüttü. Sonuçta nezaket ile siyaseten başarısızlık arasında tercih yapmak zorunda değiliz.

Mantık olarak ana muhalefet liderinin cumhurbaşkanı adayı olması gerekliydi. Örneğin, parlamenter sistemde CHP en yüksek oyu alsa, başka bir isim mi başbakan olacaktı? Ya da Erdoğan AKP genel başkanı olarak başka birini aday gösterse imajı nasıl olurdu? Bir daha seçim kazanabilir miydi? Buradaki sorun, Kılıçdaroğlu’nun 2014 ve 2018 seçimlerinde Erdoğan’ın karşısına çıkamaması, kaybedeceği kesin görünen seçime girmekten kaçınması, 2023’te ise kazanma ihtimalin bulunduğu seçime girmesiydi. Bunun kendisi doğrudan bir acziyet, yetersizlik göstergesiydi. Siyaseten yapılması gereken Kılıçdaroğlu’nun, daha sonra MHP’den milletvekili olacak birini aday göstermek ve seçmeni moralsizliğe itmek yerine, kendisinin aday olması, kaybettiğinde de yerine başkasını bırakmasıydı. Bir yandan demokrasi kaybından şikayet edip, öte yandan demokrasinin bu basit ama yerleşik kuralına uymamak derin bir çelişki.

Dahası, CHP 2016 seçimlerinde aldığı yüzde 25.9 olan oyu artırmak bir yana oy kaybına da uğradı. Dolayısıyla, 12 yıl boyunca partisinin oyunu artıramamış, imajı Erdoğan karşısında yenilmekle eşitlenmiş bir adayın Erdoğan’ı yenmesini beklemek siyasi bir öngörüsüzlüktü.

Bütün anketlerde en az oyu alan adayda ısrarcı olmak niyeydi? Kılıçdaroğlu-Erdoğan rekabeti 10 kusur yıldır Kılıçdaroğlu’nun yenilgisiyle sonuçlanıyor. Erdoğan’ın da karşısında Kılıçdaroğlu’nu rakip olarak görmek istediği belliydi. Medyası üstü örtülü bunun yolunu yapıyordu. Bu neden bir sinyal olarak alınmadı? Ekrem İmamoğlu’nu tam da aday tartışmaları sırasında hukuk yoluyla siyasetin dışına itmeye çalışmasının söylediği bir şey yok muydu? Erdoğan’a sorun çıkaran siyasetçilerin tasfiye edildiğini anlamak niye bu kadar zor? Tam da İmamoğlu’nun mahkeme kararının açıklanacağı gün, Almanya’ya gitmek, onu Erdoğan’a yem etmek anlamına gelmiyor muydu?

Seçmenin karşısına birleştirici olduğu kadar güçlü bir lider imajıyla çıkmak varken, sekiz kişiyle birden çıkmanın kafa karıştırıcılığı hiç mi düşünülmedi? Bunun güçlü bir lider yerine, güçsüzlüğü telafi etme çabası, dağınıklık olarak görüleceği hiç mi akla gelmedi?

Ortada muhalefet adına bir başarı yok. Bunca yıkıma rağmen Erdoğan beş yıl önceki oyunu alabildi, iki puan bile düşürülemedi. Bu açık bir yenilgi, üstünü örtmeye, bahane üretmeye gerek yok. CHP liderliği kaç seçimdir bir dava, bir fikir mücadelesi veren, kendisini buna adamış, inanmış insanlar gibi değil işini yapan, her mağlubiyet sonrası “bir sonraki maça bakalım” dercesine, son derece sakin, yerinden memnun profesyonel siyasetçi görüntüsü veriyor. Seçmenin hayal kırıklığının, yıkım, kızgınlık ve öfkesinin izlerini onlarda göremiyoruz. Bunun kendisi, Erdoğan’a yenilmek kadar moral bozucu.

Gerçekçi ve samimi olma zamanı. Nasıl 2018 seçimlerindeki yüzde 30 İnce’nin şahsına verilmiş bir oy değilse, yüzde 48 oy da Kılıçdaroğlu’nun şahsına verilmiş oy değil. Erdoğan seçilmesin diyen, ondan bıkmış, ülkeye verdiği zarardan endişe duyan her renkten muhalif seçmenin oyu. Önemli olan, bu oyu artırmaktı. Bunun imkanı vardı. Maalesef bu imkan çok kötü harcandı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
İLHAN UZGEL Arşivi
SON YAZILAR