Seçimler, dış politika ve yeni Türkiye’ye doğru

İLHAN UZGEL


İngiliz The Telegraph gazetesi seçim sonrasındaki manşetinde Avrupa’nın “rahat bir nefes aldığını” söylüyordu. Her ne kadar İngiltere artık AB içinde olmasa da, bu muhafazakâr çizgideki İngiliz gazeteci genel olarak Avrupa içindeki yaklaşımı gayet iyi özetleyip, Batı dünyasının Erdoğan ile kurduğu ilişkinin niteliğini samimi bir şekilde aktarmış. Bu yazıda seçim ve dış politika ilişkisine dair üç eksenli bir analiz yapmaya çalışacağım. İlkinde Erdoğan’ın seçime giden süreçte dış politikayı nasıl ustaca kurduğunu anlatacağım. İkincisinde ise muhalefetin bunun tam tersi bir tarzda hem uzun yıllar boyunca hem de seçim sürecinde nasıl bir dış politikasızlık ve iktidara atfettiği bir savrulma içinde olduğunu göstereceğim. Üçüncü olarak Batı’nın Türkiye’de Erdoğan iktidarının ayakta kalmasına, bunca eleştiri ve şikayete rağmen neden razı olduğunu tartışacağım.

Erdoğan’ın dış politika anlayışı

Erdoğan bir entelektüel değil. Öyle bir iddiası hiç olmadı. Futbol ve şiir dışında hayatı güzelleştiren, anlam katan seküler merak ve hobi sahibi olduğunu da bilmiyoruz. Kitap ile arası pek yok. Ama hayata pratik bakan, siyaseten var olmaya, hayatta kalmaya ve iktidar olmaya yönelik güdüleri inanılmaz güçlü olan, bunun için Makyavelist yöntemlere başvurma konusunda bir çekincesi olmayan bir siyasetçi. Dünyaya, uluslararası ilişkilere dair fikirleri basit, düz ve klişelerden oluşuyor. Ama Erdoğan’ın farkı, zaman içinde dünyada giderek yaygınlaşan pazarlıkçı dış politika anlayışını iyi kavraması, rakiplerinin kendisinden beklentilerini, zayıflıklarını, zaaflarını, kendi sınırlarını iyi görmesi, hata yapması ama telafi edebilmesi, geri çekilmeyi bilmesi. O yüzden Erdoğan’ın özel bir dış politika anlayışı yok. Sanılanın aksine dış politikası hiçbir zaman ideolojik olmadı, Müslüman Kardeşlerle işbirliği gibi 20 yıllık dış politika sürecinde kendi ideolojisine uygun düşen tercihler oldu ama bunlar istisnaydı. Eğer Erdoğan ideolojik bir eksene dayalı, bu doğrultuda dış politika yürütüyor olsaydı, öngörülemez olduğu yolunda şikâyet ve eleştiriler olmazdı.

Erdoğan’ın çoklu kimliği

Erdoğan ideolojik olarak siyasal İslamcı ve dünya görüşü özel olarak Milli Görüş hareketi içinde oluşmuş ve bu onun çekirdek ideolojisini biçimlendirmiş. Ama buradan çok sık kopup, hatta bunu pazarlık unsuruna çevirip inkar edebilen, zaman içinde farklı kimliklere sahip görünen, sonra tekrar buraya dönebilen aşırı esnek bir tarza sahip. İktidarda kalmak için iç ve dış güç merkezlerinin hepsiyle işbirliği yapabilen, ittifak kuran, gerektiğinde özür mektubu alıp (İsrail-Mavi Marmara) gerektiğinde özür mektubu yazıp (Uçak düşürme-Rusya) yerine göre ve gerektiğinde Astana’da Avrasyacı, Washington’da Atlantikçi, Libya’da Müslüman Kardeşçi, Suudi Arabistan’da Selefi dostu, Azerbaycan’da Türkçü, Brüksel’de AB’ci, Kıbrıs’ta Annancı, yine Kıbrıs’ta iki devletçi, Karadeniz’de NATO’cu, Doğu Akdeniz’de Mavi Vatan’cı…

Bu, yerine göre değişkenlik gösteren çoklu kimlik, Erdoğan’ın dış politikada hızlı dönüşleri sonucu oluştu. İçeride ne kadar sert, bakıcı, taviz vermez imajı çizse de, dışarıda o kadar uzlaşıya açıktı. Otoriter liderlerin en büyük marifetlerinden biri bu içe sert dışa yumuşak, uzlaşıcı olmalarıdır. Muhalefet bu durumu bir zayıflık, yetersizlik, beceriksizlik olarak gördü ve kamuoyu önünde Erdoğan’ı tutarsız bir lider olarak zayıflatmaya çalıştı. Ama muhalefetin zayıflık olarak gördüğü, diplomaside bir “değer” olarak görülüyordu. Muhataplarının karşısında her türlü pazarlığın yapılabildiği, gerektiğinde en zıt pozisyonları alan bir lider vardı. Erdoğan’ın ikinci büyük avantajı bu tutarsız siyaseti seçmeninin önemsememesiydi. Erdoğan bunu anladığında eli dış politikada çok daha güçlendi, muhatapları da bunu anladılar. Erdoğan ile pazarlık yapanların kafasında, bunu içeriye anlatamaz diye bir kaygı olmadı, Erdoğan pazarlık sürecinde muhataplarını, bunu kendi halkıma anlatamam gibi sorunlarla uğraştırmadı, muhalefeti ve onun eleştirilerini ise hiç ciddiye almadı.

Her nabza göre şerbet

Erdoğan’ın dış politikadaki en büyük başarısı çok farklı aktör ve güç merkezlerinin birbiriyle çelişen politika ve çıkarlarını yönetebilmesiydi. Bunda iki unsur rol oynadı. İlki Erdoğan’ın ucu açık pragmatizmi. İkincisi de Türkiye’nin objektif gücünü kendi şahsi iktidarı için işe yarar bir araca dönüştürebilmesi. Ukrayna savaşını Erdoğan’ın kendi iktidarı için kullanma becerisi bunun önde gelen örneklerinden oldu. Aynı anda ABD ve AB’nin sessiz ve pasif desteğini, Putin’i, Körfez’i kendi yanında tutabilmek zor bir işti. Biden ile Maduro’yu, Paşinyan ile Aliyev’i (ikisi de Erdoğan’ın göreve başlama törenine katıldılar), Barzani ile Bahçeli’yi, Boşnaklar ve Arnavutlar ile Sırp lider Vuciç’i kendi iktidarında buluşturabilmek büyük beceri istiyordu. Erdoğan bunu gerçekleştirebildi. Türkiye’nin sahip olduğu imkânları dış politika alanına seferber edebildi, muhataplarının taleplerinin hepsine olmasa da, genelde karşılık verebilmesi, iktidarının dışarıdan kurulmasına büyük katkı sağladı.

Muhalefetin politikasızlığı

Birçok alanda olduğu gibi dış politika konusunda da muhalefet ve özellikle ana muhalefet partisi, hem Erdoğan eleştirisinde hem de kendi pozisyonunu belirlemede bir dağınıklık, yetersizlik içinde göründü. Erdoğan dış politikayı el yordamıyla ve pratik aklıyla kurarken, muhalefet “savruluyoruz” dışında bir eleştiri getiremedi. Ana muhalefet liderinin, Türkiye’yi yönetmeye aday olan birisinin dış politikada hem kavramsal hem de pratik hiçbir perspektifinin olmaması, bu önemli konuya bu denli uzak kalması, 10 kusur yıldır, dış politika konusunda çarpıcı değerlendirmeler yapmamış, Türkiye’ye dünya sistemi içinde nasıl bir yer öngördüğünü açıklamamış olması çok şaşırtıcı. Sonuçta, Türkiye çok sayıda, sorun, konu, çatışma, ilişki, kurumsal bağ içinde bir ülke. Bu haliyle teknik bir alan değil. Herkes takip edip, fikir geliştirebilir. Hele Erdoğan’ın yerine talip olan, Türkiye’yi yönetme iddiasındaki bir siyasetçinin, bölgesel gelişmeleri takip etmesi, bunlar hakkında bir görüş sahibi olması, çıktığı kanallarda teklemeden aynı anda hem eleştiri hem de kendi yapacaklarını sıralamasını beklemek hakkımızdı. Seçildiğinde uluslararası zirvelere katılacak, dünya liderleriyle karşı karşıya geldiğinde Türkiye’nin tezlerini savunacak, gerektiğinde sert pazarlıklar yürütebilecek bir lider görüntüsü verilemedi.

Dış politika alanı Kılıçdaroğlu’nun en zayıf olduğu ve kendisini geliştirmekten kaçındığı bir alandı. En azından bu çizgi sürdürülebilirdi. Bunun yerine skandal niteliğinde bir ABD, İngiltere ve bilerek yapılmadıysa kendi İstanbul Belediye Başkanına siyaset yasağı getirilen dava gününde Almanya ziyareti gibi inanılmaz bir zamanlama hatasıyla yurt dışı gezileri yapmak gibi akla uymayan hatalar yapıldı. ABD’ye gidip “siyasetçi ile görüşmeyeceğim,” İngiltere’ye gidip “temiz para getireceğim” anlamsızlığı dış politika aktivitesi olarak sunuldu. Bir siyasetçi, seçime gidilen süreçte siyasi bir görüşme yapmayacaksa ABD başkentinde ne arar? ABD’de Türkiye’ye yakın bazı senatörler, Bernie Sanders gibi solu temsil eden siyasetçilerle görüşülmeyecekse o seyahat niye yapılır? Salt oradaki Türklerle görüşmenin anlamı nedir?

Ya da Putin’e önce mektup gönderip tam da seçimler yaklaşınca sert çıkan bir twitter mesajı göndermekten amaç ne olabilir?

Durup dururken ve Türkiye zaten Çin’in Kuşak Yol Projesine katılmışken ve böyle bir hat varken, Azerbaycan’ı dışarıda bırakan bir İpek Yolu projesini açıklamak doğrudan milliyetçi kesimi ve Azerbaycan’ı Erdoğan’ın yanına itmek değil miydi? 10 yıl boyunca dış politika konusuna girmekten kaçınmış bir siyasetçiyi tam da seçim yarışı öncesinde hazırlıksız bir şekilde, hâkim olmadığı bir alana sokmaya neden gerek duyuldu anlamak mümkün değil?

2002’ye tersinden dönmek

Erdoğan 20 yıl sonra tekrar ABD, AB ve Körfez ekseni üzerinden iktidarını kurabildi. İçte otoriter, muhafazakar, daha İslamcı, siyaseten istikrarlı ama iktisaden kırılgan, Batı’nın parçası olmayan, artık Batılı görünmeyen ve kabul edilmeyen ama Batı’ya muhtaç ve gerektiğinde birlikte çalışılan bir Türkiye modeline geçildi. AB, üyelik istemeyen, kendi ötekisi işlevi gören, sığınmacıları tutan, nitelikli insan gücünü AB’ye kaptıran, Erdoğan liderliğindeki bir Türkiye ile çalışmayı tercih etti. Erdoğan artık 2019-2021 arasında olduğu gibi dış politikada sorun çıkarmaktan vazgeçmişti. Askeri operasyonlar bitmiş, Doğu Akdeniz’de yola gelmiş bir Türkiye en mükemmeli olmasa da, işe yarar bir ülkeydi. Türkiye’nin daha az demokratik, daha muhafazakar olması konusunda Rusya, AB ve Körfez hemfikir oldu, ABD ise buna sessiz kaldı. Biden geçmişten gelen ve medyaya düşmüş Erdoğan karşıtı konuşması yüzünden mesafeli durdu, seçim sürecinde koz verecek söz ve eylemlerden kaçındı. Biden, seçim günü kendisine sorulan soruda pozisyonunu netleştirdi: bölge zaten çok istikrarsız, Türkiye’de istikrara ihtiyacımız var dedi. ABD’nin istediği istikrarı Erdoğan gayet iyi sağlıyordu, iktidar sürecinde en iyi öğrendiği şeylerden biri de buydu.

Öyle ki, Almanya ilk kez yayınladığı strateji belgesinde Türkiye’ye hiç yer vermezken, AB geçen yıl yayınladığı Stratejik Pusula belgesinde Türkiye’den iki yerde bahsederken, bunlar da üyelerimize sorun çıkarmayın tarzında negatif içerik taşıyordu.

Batı, Türkiye için geçmişten alışkın olduğu ama yeni dönemde iyice kendini belli eden ikiyüzlü bir siyasete geçti. Bir yandan Erdoğan odaklı, onun ne kadar otoriter, baskıcı, öngörülemez, Batı değerlerine uzak, içinde bulunduğu sistemin gereklerine uymayan bir lider olarak sunacak, medya, düşünce kuruluşu, siyasetçileri aracılığıyla bu nitelikleri vurgulanacak, öte yandan arka kapıdan, sessizce işbirliği yapmaya devam edecek.

20 yıl önce Türkiye AKP iktidarı altında demokratikleşecek ve bunu Ortadoğu’daki diğer ılımlılaşacak İslamcı hareketlere yansıtacak ve model olacaktı. Aradan geçen süreçte Türkiye’nin siyaseten ve toplumsal olarak daha çok Ortadoğululaştığı bir aşamaya geçildi. Kısacası dış güçler Erdoğan ile devam etmeyi tercih ettiler. İçeride toplumun baskı altına alındığı, muhalif kesimlerin büyük bir moralsizlik içinde bulunduğu, muhalefetin hem ittifak içinde, hem de kendi partilerinde iç sorunlar yaşadığı ve artık dışarısının Türkiye’de demokrasi ve insan hakları konularıyla daha az ilgilendiği bir döneme girdi. Sonuçlarını yaşayacağız.

Önceki ve Sonraki Yazılar
İLHAN UZGEL Arşivi
SON YAZILAR