
İLKE ATİK TAŞKIRAN
Saraçhane eylemleri ile sosyal medyada değişen direniş türü
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptali ve akabinde gelen 100’e yakın isme yönelik tutuklama operasyonları, toplumsal adalet duygusunda ciddi bir sarsıntı yarattı. Bu atmosferde özellikle üniversiteli gençler, Türkiye’nin dört bir yanında adalet ve demokrasi taleplerini kamusal alanda görünür kılmak için kitlesel eylemler düzenledi. Bu protestolar sırasında binlerce kişi gözaltına alındı ve 300’ü aşkın genç tutuklandı.
Gençlerin kamusal alanda seslerini duyurmaya çalıştıkları bu süreç, yalnızca bireysel mağduriyetlerin değil, kolektif bir adalet talebinin de sistematik şekilde bastırılmaya çalışıldığını gösterdi. Bu haksız tutuklamalar, toplumun farklı kuşaklarında da adalet talebini büyüttü ve dijital aktivizmle sokak hareketlerinin birbirini beslediği yeni bir direniş atmosferi yarattı.
Dijital dünyada seçici görünürlük
Bu kez kullanıcılar, alışılmış protesto yöntemlerinin ötesine geçerek sosyal medya akışında radikal bir değişikliğe gittiler: Özel hayat paylaşımlarını askıya aldılar ve yalnızca gündemdeki politik sürece odaklandılar. "Sadece gündemi paylaşıyoruz" çağrılarıyla platform paylaşımlarının ana akışını değiştirmeyi hedeflediler. Bu bir boykot ya da tam anlamıyla bir sessizlik değildi; seçici ve bilinçli bir görünürlük yönetimiydi.
Günlük hayatını paylaşmaya devam eden fenomenler, oyuncular ve markalar hızla hedef haline geldi. Bu haksızlığa tepki vermeyen, apolitik duruş sergileyen, özel hayatlarını paylaşmaya devam eden veya hükümet yanlısı paylaşım yapan kullanıcılar büyük bir kamuoyu baskısıyla karşılaştı ve takipçi kaybı yaşadı. Birçok fenomen ve şirket, "sessiz kalanlar" ve "gündemi görmezden gelenler" listelerine alındı; boykot çağrılarıyla maddi kayıplarının yanında itibar kaybı da yaşadı. Böylece görünürlük, yalnızca bireysel bir tercih değil, toplumsal bir baskı aracı hâline geldi.
Bu süreçte sosyal medya platformlarından X, adalet talebini dillendiren bazı hesaplara hükümetin talebi doğrultusunda erişim kısıtlamaları ve kapatmalar uyguladı. Bu müdahaleler, kullanıcıların platforma olan güvenini sarstı. Bunun üzerine hem bireysel kullanıcılar hem de birçok ünlü isim, alternatif sosyal medya ağı Bluesky'a geçiş yaparak yeni bir dijital alan oluşturdu. Bu dalga, dijital görünürlüğün yalnızca içerik üretimiyle değil, platform seçimiyle de politik bir tavır haline gelebileceğini gösterdi.
Daha önceki dijital hassasiyetlerden farkı
Türkiye’de sosyal medyada daha önce de hassasiyet refleksleri görülmüştü.
Depremler, orman yangınları gibi büyük felaketlerde sosyal medya kullanıcıları gündelik paylaşımlarını durdurarak dayanışmaya yönelmişti. Ancak bu seferki refleks farklıydı.
Bu kez mesele bir doğal afet değil, açık bir adaletsizlik algısıydı. Bireyler duygusal duyarlılıklarıyla sınırlı kalmadılar; dijital görünürlüklerini politik bir duruşun aracı haline getirdiler. Üstelik bu duruş, Instagram gibi genellikle apolitik bir atmosferi olan platformda bile yoğun şekilde kendini gösterdi. Bu geniş tabanlı katılım, bireysel görünürlük yerine kolektif bir vicdanı öne çıkaran bir duruş biçimi olarak kendini ortaya koydu.
Dijital alanın direniş biçimi olarak yeniden tanımlanması
Bu seçici görünürlük pratiği, Türkiye’de dijital mecraların sadece bireysel ifade alanı değil, kolektif politik tavır alanı olarak yeniden tanımlandığının güçlü bir göstergesiydi.
Bu dönüşümü daha iyi anlayabilmek için, Türkiye’de dijital ve fiziksel direnişlerin kesiştiği en önemli tarihsel dönemeçlerden biri olan Gezi Direnişi ile kıyaslamak anlamlı olabilir.
Gezi sürecinde sosyal medya, fiziksel meydan direnişinin doğal bir uzantısıydı.
İnsanlar sokaktaydı; sosyal medya bu fiziksel varlığı büyütüyor, örgütlenmeyi kolaylaştırıyor, dayanışmayı görünür kılıyordu. Direniş, mekânsal bir varoluş üzerinden anlam kazanıyordu: bedenlerin, çadırların, sloganların fiziksel varlığına dayanıyordu. Sosyal medya burada, bedenlerin sahada oluşturduğu kolektif enerjiyi hızla çoğaltan bir araçtı.
İmamoğlu operasyonları ve Saraçhane sürecinde ise direniş, iki katmanlı bir yapı kazandı. Gençler sokakta fiziksel varlık göstermeye devam ederken, özellikle sokağa çıkamayanlar için dijital alan ikinci bir mücadele zemini haline geldi. Sosyal medyada özel hayat paylaşımlarını askıya almak, sadece içerik üretmemek değil; adeta bir görünürlük mücadelesi vermek anlamına geldi. Kullanıcılar gündelik akışı, görünürlüğü doğrudan politik bir silaha dönüştürdüler.
Bu fark, Türkiye’de toplumsal mücadele biçimlerinin bedenlerden görünürlüğe, mekândan ağlara, sokaklardan algoritmalara doğru evrildiğini işaret etti bizlere. Gezi Parkı, kamusal alanı bedenlerle doldurarak bir direniş üretmişti; İmamoğlu-Saraçhane süreci ise kamusal görünürlüğü stratejik biçimde yöneterek, dijital alanı hem direniş hem de dayanışma sahasına çevirdi. Bu ikili yapı, dijital çağın toplumsal hareketlerine özgü yeni bir bilinç katmanı ekliyor: hem meydanda olmak hem de görünürlüğü yöneterek destek üretmek.
Her iki deneyim de kendi bağlamı içinde değerliydi; ancak İmamoğlu süreci, dijital çağda sadece fiziki varoluşla değil, görünürlük politikalarıyla da direnmenin mümkün olabileceğine dair güçlü bir örnek sundu.
Peki başarılı oldu mu?
Görünürlüğün politikleşmesiyle başlayan bu yeni dijital refleks, tam anlamıyla başarılı oldu denilebilir mi? Maalesef, hayır. Bir müddet sonra kendi sınırlarıyla yüzleşti.
Algoritmaların düşük etkileşimli içerikleri geri plana itmesi, "fotoğraf atın" çağrılarının yayılması, insanların ekonomik kaygıları, hükümet müdahaleleri ve gündelik hayatın dijital sahneye yeniden dönmesi, bu hareketin kırılgan yapısını ortaya çıkardı.
Burada aslında algoritmalara meydan okumak için kimsenin fotoğraf paylaşmasına ihtiyaç yoktu. Sadece hep aynı ortak içerikler yerine, etkileşim alacak farklı içerikler oluşturmak yeterli olacaktı. Ancak teknik bilgi eksikliği insanları kolayca manipüle edebildi ve özel hayat fotoğrafları paylaşılmaya başlandı. İlk başta gündem arasında konulan bir fotoğraf paylaşımı, devam eden süreçte beş özel fotoğrafın arasına konulan bir gündem paylaşımına dönüştü. Bu durum, direniş ruhunun giderek azalmasına sebep oldu.
Eksik, dağınık veya kırılgan, sonucu nasıl yorumlanmak istenirse istensin, Türkiye’de ilk kez sosyal medya kullanıcıları görünürlüğün yönünü ve içeriğini kolektif bir bilinçle şekillendirmeye çalıştı. Sosyal medya, teknoloji ve bunların toplum ile politika üzerindeki etkileri konusundaki derinlikli analizleriyle tanınan sosyolog ve yazar Doç. Dr. Zeynep Tüfekçi'nin işaret ettiği gibi, hızlı mobilizasyon uzun vadeli direniş kapasitesi üretemedi; ancak bu deneyim, görünürlüğün stratejiyle yönetilebileceğini ve doğru reflekslerle uzun vadeli politik güç alanlarına dönüşebileceğini vadeden bir umut işareti olarak kayda geçti.
Bu girişim, dijital direnişin geleceği, değişim-dönüşüm süreçleri ve sosyal medyada alternatif direniş alanları yaratma yöntemlerini keşfetme açısından önemli bir başlangıçtı.
------------------------
İlke Atik Taşkıran, lisans eğitimini Ankara Üniversitesi İstatistik Bölümü’nde, yüksek lisans ve doktora eğitimini ise Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Anabilim Dalı’nda tamamlamıştır. Dijitalleşen medyanın toplumsal etkileri üzerine akademik çalışmalar yürütmektedir. Stratejik iletişim, medya okuryazarlığı ve içerik geliştirme alanlarında hem saha uygulamaları hem de akademik katkılar sunmaktadır.
Gelecek çoktan başladı ama herkes aynı yaşta değil
13 Mayıs 2025 Salı 00:20Görünürlük ekonomisinde kendin kalabilmek
06 Mayıs 2025 Salı 00:20



