Yalanlar ve kederli alıntılar içinden bir yol: Kendimizi hatırlamak

Yalanın yönetme stratejisine dönüştüğü bir zamanda yaşıyoruz. Bu sadece yaşadığımız coğrafya için değil dünya için de geçerli. Politikacılar için yalan söylemek yeni bir durum olmasa da özellikle Donald Trump ve sonrası dönemde, dijital çağ araçlarının daha fazla işe dahil olmasıyla beraber yalan siyaseti önü alınamaz hale geldi. Popülist siyasetin de etkisiyle kitlelere duymak istediğini söylemek, duyguları manipüle etmek, onları dünyanın acı gerçeklerinden uzaklaştırmak için sonsuzca yalan söyleme özgürlüğü, egemen siyasetin en temel araçlarından biri artık.

Mcintyre göre konuyu basit ve daha önceki propaganda yöntemleriyle aynı olmaktan çıkaran yanlar da var: “Hakikat-sonrası fikrine dair çarpıcı olan şey sadece hakikate karşı meydan okunması değil, hakikate siyasal hâkimiyet kurmanın bir mekanizması olarak meydan okunmasıdır. İşte bu yüzden, hakikat-sonrası fikrine dair ‘esas bilinmesi’ gerekenleri kavrayacaksak eğer, siyasetten imtina etmememiz gerekir.” Siyasi hâkimiyet kurmak için yalanı yönetme biçimi haline getirme kısmı burada önemli çünkü hakikate karşı çıkmakla, onu siyaseti biçimleme yöntemi olarak kullanmak arasında fark var. Böyle bir durumda yalanla inşa edilen siyasetin sürekliliği gerçekliği tamamen ortadan kaldıracak kadar aşındırabiliyor. Kitleler yoksulluktan bahsedilmesinden çok militarizm, vatan, millet veya din soslu söylemi tercih eder hale geliyorlar.

“Hakikat-Sonrası” Tek Başına Açıklamaya Yeterli Değil

Ancak yaşadığımız coğrafya özelinde meseleye baktığımızda, içinde bulunduğumuz yalan ve dezenformasyon siyasetini tek başına “hakikat sonrası” fikriyle açıklayamıyoruz. KHK’larla üniversitelerin çoraklaştırılması akademide zaten hâkim olan Neo-liberal politikalarla birlikte düşünüldüğünde, bizi çok daha vahim bir durumla karşı karşıya bıraktı. Anti-entelektüalizm yükselirken, devlet ve şirket destekli uzmanlar devletin medya aygıtlarıyla biçimleyici kitle manipülasyonunun belki de dünyadaki en sert biçimini, devletin yönetme stratejisinin parçası kıldı. Sonuçta, dünyanın sorunları karşısında hakikat çabası ve eleştirel düşünce yara aldı.

Tüm bunların etkisinin yanında bu siyasetin kitlelerde karşılık bulmasının bir sebebi de devlet iktidarının yıllardır uyguladığı “başka politikası” fikrimce. Bu politika, iktidarın gerek çıkar ilişkileriyle gerekse suç ortaklığıyla ördüğü kendi ağı dışında kalan herkesi kapsayabiliyor. Ancak yalan ve dezenformasyon odaklı politikanın nereden kurulduğuna bakarsak bedeni en çok hedef haline getirilenin farklı kimlikler (Kürtler, LGBTİ+lar…) olduğunu görüyoruz, kesin bir düşmanlık siyasetiyle işletilen söylem, başkasının bedeninin varolma hakkını gasp ederken, kendi kitlelerini bu bedenleri yok edilmesi gereken düşmanlar olarak görebileceği bir politikanın nesnesi yapıyor.

Bu konuda, son günlerde aklıma yine sık geldiği için şu örneği vereceğim, “Black Mirror”ın üçüncü sezonunda bir bölüm vardı, bir grup asker “böcekler” olarak görülen grubu yok etmeye programlanmışlardı, vücudun baş kısmına yerleştirilen beyin implantıyla, düşmanlaştırılanların yüzlerini ve vücudunu ürkütücü bir yaratık olarak görüyorlardı. Sonuçta, askerler aslında görünüşte kendilerinden farklı olmayanları “böcekler” olarak yorumluyor ve yok edilmesi gerekenler olarak algılıyorlardı. Maalesef coğrafyamızda “başka siyaseti”nin geldiği yerin bu örnekle ilişkisini kurabildiğimiz, direkt en tepeden dillendirilen söylemle çok sık karşılaşıyoruz.

Devlet iktidarının yıllardır uyguladığı politikalar kitlelerde nasıl karşılık buluyor sorusunun farklı cevapları olmakla birlikte bir boyutu da bu fikrimce o nedenle yapılan dezenformasyonun içeriği ne olursa olsun, iktidarın gösterisine katılmaya gönüllü hale getirilmiş kitleler açısından bir anlamı yok. Devlet yetkilileri rahatlıkla dezenformasyon savunusu yapma gücünü de yarattıkları, çıkar ve suç ortaklığıyla kendilerine bağımlı hale getirilmiş, manipüle edilmiş, başkasını sadece varlığına karşı düşman olarak tanımlar hale gelmiş kitlelerden alıyor. Tamamı olmasa da iktidarla ilişkisini sabit bir yerden kuranlar için böyle bir durumdan söz edilebilir fikrimce.

Muhalefete Yansıması

Peki, bu muhalefete nasıl yansıyor? Gerçekliği yok eden ve kitleleri kendi gerçeğine mahkûm eden, her türlü dezenformasyonu kendine gönüllü kitleler vasıtasıyla meşru kılan egemen siyaset, muhaliflerin tüm gücünü yukarıdakilerin yalanlarını ifşa etmeye yöneltiyor. Bir video manipülasyonu yapılmışsa karşısına tersini söyleyeni çıkarmak, bir yalan metin yayılmışsa ona karşı doğrusunu söyleyen metin yazma veya sosyal medya mecralarından sürekli yukarının dezenformasyonuna karşı söz üretmek… Buna zorlanıyoruz, haksız değiliz bu konuda çünkü tahammül seviyesini zorlayan bir gerçeklik karartmasıyla karşı karşıyayız yıllardır. Ancak bu siyaset yapma biçimine karşı söylem üretirken, bir yandan bizde farkında olmadan bu siyasetin aracı olabiliyoruz çünkü bu durum kendi gerçekliğimizi, direnme gücümüzü düşünemeyecek duruma getirilmemize sebep olabiliyor.

Yalan ve dezenformasyon siyaseti, gerçekliği hiçe sayarak, kendisine güdümlü kitlelerin desteğiyle kurulmuş bir yönetme biçimi, onun güdümü altındaki kitleler üzerinde yaratacağımız etki özellikle, dijital çağ araçlarıyla giriştiğimiz hakikat çabasının varacağı yerin sınırı da düşünüldüğünde, çoğu zaman karşılıksız kalıyor, gücümüzü tüketip, umutsuzluğa düşürmek dışında bir getirisi olmayabiliyor. İstediğimiz karşılığı alamamak her şeyin aynı sürüp gideceği algısını pekiştiriyor. Anlatamamak, anlaşılamadığımızı düşünmeye, dolayısıyla sorunu kendimize yöneltmeye, değişime ve değiştirme ihtimaline olan inanca zarar veriyor.

Kederli Alıntılar

Yalan ve dezenformasyonun akıl almaz hale getirildiği bir zamanda yaşamamızın yanı sıra dijital çağın dünyasında, özgürlüğün gasp edildiği, sokak siyasetinin önünün kapatıldığı, nefes alamadığımız bir şimdinin içindeyiz ve mecburen sosyal ağlara sıkışıyoruz. Sosyal medya hakkında çok fazla eleştiriden bahsedebilsek de bir de şöyle bir yanı var, bizi genellikle geçmişin olumsuz anlarına odaklaması. Bize kaybetmiş hissettiren geçmişin ayrıntıları devamlı anımsatılırken, hatta bizler Neo-liberal performans düzeninin etkisiyle unutmamak adı altında sürekli bunu anımsamaya gönüllü olurken, direnme anlarımızın daha az yer ettiği, tarihsiz sadece yenilgilerin hatırlandığı bir şimdinin içine sıkışıyoruz.

Güncel gerçekliğin zaten ağır olduğu bir atmosfere eklenen kederli geçmiş alıntıları, muhaliflerin geçmişinde sadece olumsuz anlar var yanılsaması yaratarak tükenmişliği besliyor. Bu açıdan geçmişi nasıl kullandığımız önemli fikrimce, geçmişin acı yüklü belleği yüzleşme, hesap sorma açısından çok değerli ama sadece bunun üzerinden yapılan alıntı, bizi olumsuza sabitleyerek direnen yanı görmezden gelmemize, tek hatlı bir tarih fikrine sebep olabiliyor. Elbette, bu her zaman bu anlama gelmiyor bazen tam tersine öfkelenmeyi, diri kalmayı da getirebiliyor ancak sonsuzca ekran kaydırma sisteminin, kapitalist bir mantıkla işlediği, dikkatimizi bir şeye odaklamamızı elimizden aldığı, anlık duygulanmaların içinde kaybolduğumuz düşünülürse maalesef bize eyleme kudreti verebilecek duyguların alanında uzun süre kalamıyoruz.

Tüm bunlar güç kaybına sebep oluyor tıpkı yalan ve dezenformasyon siyasetine karşı söz üretmek için verdiğimiz mücadelenin sonuçsuz kaldığı durumlarda olduğu gibi çünkü sesin kıymetsizmiş, söylediğin duvara çarpıp sana geri dönüyormuş hissi yaratıyor. Her ne kadar benzer fikirlerle girilen etkileşim yalnızlık duygusunu bir nebze aşındırsa da özellikle yalan ve dezenformasyon siyaseti konusunda verdiğimiz çaba bizim değiştirmeyi, sözümüzün ulaştırmasını istediğimiz yere dokunmuyor. Böylece, yalanın ve geçmişin olumsuz alıntıları içinde kaybolup gidiyoruz.

Kendi Gücümüz

Bu da bir çeşit Camuscü “evrenin kayıtsızlığı” durumuna düşmemize neden olabiliyor, May, Camus’yü bu konuda eleştirirken şuna dikkat çekiyordu; “Camus, yüzümüzü (evren dışında) dönebileceğimiz başka bir yer olmadığını düşünmüştü. Evrenin kayıtsızlığı içinde ya da daha iyisi, anlam ihtiyacımızın evrenin sarsılmaz sessizliğiyle sürekli yüzleşmesi içinde yaşamak zorundaydık.” Hayal ettiğimiz anlama ulaşamayacağımızı düşünme, sesimizin bir yankı odasında kaybolması, devamlı yalana ve manipülasyona maruz kalma bizi, bize karşı “kayıtsız bir evrende” olduğumuz fikrine götürüyor. Böylece, çaresizliğe itildiğimiz, anlam yaratmanın peşine düşmediğimiz bir yaşamın çağrısına uyuyoruz, başka türlüsünü düşünmeyi, evrene müdahale etme irademiz olduğunu en önemlisi de kendi gücümüzü unutabiliyoruz.

Kendi gücümüzü hatırlamak ise hem geçmişte hem de şimdide yaratılmış direnme anlarını göz ardı etmemekle yakından ilişkili fikrimce çünkü direnenlerin yalnızca kederli anıları yok. Sadece birkaç tanesini hatırlayalım; Terzi Fikri’nin başlattığı gelenek, iktidarın üzerinde hâlâ hayalet gibi dolaşan Gezi Direnişi, şartlar ne olursa olsun sokakları bırakmayan feministler, bedenine yönelmiş her türlü tehdide karşı Onur Yürüyüşü’nü bırakmayan LGBTİ+lar, İkizdere’de ağaçlar kesilmesin diye, şirketlere karşı direnen, “bunun yaprağı, bunun gözyaşı kaşığınıza değecek” diyen kadınlar, yangınlarda, bidonlarla bile olsa su taşıyıp çare üretmeye çalışanlar, depremde dayanışmak için her şeye gönüllü olmuş onca insan, “ne iktidarın ne muhalefetin işçilerin hayatını düzelteceğine inanmıyorum. İşçilerin eline alması gerekiyor bayrağı. O da sendikalaşmayla olur” çağrısı yapan çorap işçileri, Boğaziçi Üniversitesi’nde aylardır rektöre arkasını dönen hocalar, adalet talebini bir gün bile bırakmayan Emine Şenyaşar, her türlü baskıya rağmen sözünü sürdüren gazeteciler… Daha sayısız örnek hatırlamamız gereken ve bize kendimizi de hatırlatacak olan.

Türkiye tarihsel bir seçimin eşiğinde, yazı boyunca bahsettiğimiz olumsuzlukların eyleme gücümüzü etkilediğini yadsıyamayız bu da seçim her şeyin sonu algısını güçlendirdi oysa öyle değil, sonuç ne olursa olsun son değil tam tersine başlangıç olacak fikrimce. Bu nedenle kendimizi hatırlamak her türlü sonuç karşısında bizi yalanın, riyanın içinden çıkarıp alabilir bu aynı zamanda geçmişin sadece kederli alıntılardan oluşmadığını anımsamak anlamına gelebilir çünkü bazen “baharın” gelmesi çaba gerektirir, çaba sürdüğü sürece de hiçbir şey, her şeyin sonunu getirme gücüne sahip değildir.

Kaynaklar

Mcintyre, L., (2019), “Hakikat Sonrası”, (Çev. M. Fahrettin Biçici), Tellekt.

Tod, M., (2023), “Anlamlı Bir Yaşam 'Sessiz Bir Evrende Anlam Arayışı'”, (Çev. Bekir Aşçı), İrene Kitap.

Önceki ve Sonraki Yazılar
EMEK EREZ Arşivi
SON YAZILAR