Sibel Türker anlatıyor: Kadınlar birbirlerine el verebilmeli
YAĞMUR KARAGÖZ
Kısa Dalga - Sibel Türker, Türkiye’deki erkek şiddeti gerçeğini, toplumsal baskıları, bastırılan duyguları, cinselliği kısaca kadın olmanın zorluklarını Temenni karakteri üzerinden bizimle tekrar yüzleştiriyor. Temenni’nin yolculuğu hepimizin yolculuğu. Kitaptaki kadınlar, anneler, babalar, kız kardeşler, teyze kızları ise hepsi tanıdık, bizden birileri.
Türker ile kadın dayanışması, erkek şiddeti ve son kitabı Cennette Gibiyim üzerine söyleştik.
İstanbul Sözleşmesi’nden çekildiğimiz, 6284 No’lu yasanın uygulanması için kadınların çağrı yaptığı bir dönemde Cennette Gibiyim erkek şiddeti gerçeğini bir de Temenni karakteri üzerinden yüzümüze çarpıyor. Temenni’nin hikâyesi nasıl başladı? Bu yolculuğu kaleme alma fikri nasıl gelişti?
İlkin kadınları yazmayı seviyorum diyelim. Beni kadınlar ordusu büyüttü, hatta Ankara deyince hiç erkek gelmez aklıma. Hep çocukluğumun, ilk gençliğimin kadınları gelir. Gözlemci sıfatıyla dahil olduğum dünyalarının çok sesli, çok renkli olduğunu gördüm. Bir kere sözcüklere sahiptiler. Hikâye anlatma sanatında Şehrazat’ı solluyorlardı. Bu hikâyelerdeki ayrıntı zenginliği beni büyülüyordu. Erkeklerin nedense sessiz, sözsüz bir dünyaları vardı.
‘Bu dünya cehennemin kendisiydi’
Sonra bir gün birinin- bir erkeğin- gelip çocukluğumun bu kadınlarını birer birer öldürdüğünü hayal ettim. Bir ben kalmıştım dünyada, o zaman ben de ölmek isterdim diye düşündüm. Peki ölünce nereye gidecektim, sevdiğim kadınlar nereye gitmişti? Cennete mi? Cennet neresiydi? Bu dünya olmadığı kesindi. Bu dünya kötülüğüyle, haksızlıklarıyla, şiddetiyle yakıp kavuran, öldüren dünya cehennemin kendisiydi.
İşte bunları düşünürken romanımın ilk cümlelerini yazıyordum. Gerçi bir yazara yazdıran şeyin ne olduğu tam da bilinemez. Yazar da bilemez, kronolojik bir sıraya sokamaz onları. Yaratım süreci karmaşıktır.
Cennette Gibiyim aynı zamanda bir büyüme hikâyesi. Henüz on dört yaşında trajik bir şekilde annesini kaybeden bir kızın kendini keşfetme, var olma, olgunlaşma yolculuğunu izliyoruz. Yer yer kendimizden, ailemizden, tanıdıklarımızdan izler bularak. Temenni’nin yolculuğu bizim de yolculuğumuz. Bu ülkenin gerçeği. Siz karakterleri kurgularken herhangi bir gerçek anıdan ya da gerçek kişilerden esinlendiniz mi?
Evet. Ablası eniştesi tarafından öldürülmüş bir kadınla tanışmıştım. Bu hikâye bana anlatıldığı zaman üzerinden epey yıl geçmişti ve bir tür soğukkanlılık vardı anlatımda. Hatta ablanın ölüsünün yediği kurşunlara rağmen melek gibi olduğu, gözlerini kapamasa ölmemiş gibi olduğu söylenmişti. Güzelliğini koruyordu. Bunda mitsel bir yön bulmakla beraber hikâye beni dehşete düşürdü. Evet gerçekti, hemen her gün haberlerden duyduğumuz kadın cinayetlerinden biriydi. Ancak hiç bu kadar yakınımda olmamıştı. Bu kadar somut durmamıştı. Çünkü uzaktan film izler gibi izlemenin, insan duyuları üzerinde uyuşturucu bir etkisi var.
Dehşeti alımlayamıyoruz. İşte zehir gibi bir gerçek demiştim içimden. İşte buz gibi. Ya da nasıl tanımlarsak. Kanlı hikâye ortada duruyordu. Buradan yola çıkabilirim gibi geldi. Ülkenin, kadınların bu korkutucu hakikatini yazabilirim diye düşündüm.
Cinsellik de kitapta önemli bir yer kaplıyor. Hem varlığıyla, hem de yokluğuyla. Teyze kızının patlayan dudaklarında, Temenni’nin beğenilme korkusunda ve rüyalarda. Temenni kendini bulma yolculuğunda cinselliğini de keşfediyor. Hikâyenin bu yönü ile ilgili ne söylemek istersiniz?
Teyze kızının cinselliği ruhundaki isyancılıkla atbaşı gidiyor. Biraz abartarak yazdım, çünkü teyze kızı bu abartıyı hak ediyordu. Hayata biraz da verilmemiş haklar yönünden baktığı için cinselliğini ailesine inat oldukça coşkulu yaşıyordu. Çünkü o da evde gözüne yumruk yiyecek kadar şiddet görüyor, hırslanıyor, aşkı ve cinselliği kullanarak bir tür öç alıyordu.
Baş kahramanım Temenni ise tutuk, içe dönük bir karakter. Zaten erkeklere karşı derin bir korku duyuyor, ne aşk, ne sevilmek, ne beğenilmek istiyor. Çünkü ergenlik çağında yaşadığı acı deneyim onu alıkoyuyor. Bedeniyle de barışık değil. Hatta kitabın başlarında kendini ipleri başkasının elinde bir kukla kadın olarak tanımlıyor.
Kocasıyla yaşadığı cinsellik ise Temenni’ye o anlarda sıradışı gibi gelen bir sıradanlık içeriyor. Her şey dahil evlilik paketinden çıkan, sabah kahvaltılarından çok da farklı olmayan. Fakat o yaştaki Temenni’ye bu yetiyor. Sorgulamıyor, istemiyor. Zaten kayınvalidesiyle birlikte yaşadıkları evde nasıl bir aşk hayatı olabilecekti ki?
Kitapta birçok şiddet türü ile karşılaşıyoruz. Akraba şiddeti, duygusal, fiziksel, cinsel şiddet, ekonomik şiddet... Bu kavramları eserinizde hayata geçirirken herhangi bir uzman desteği aldınız mı?
Hayır hiç almadım, gerek duymadım. Umarım psikiyatristi kastetmiyorsunuzdur. Şaka bir yana, bu ülkede epeyce bir hayat yaşamış, algıları açık ve gözlemci bir insan olarak kendi kavrayışıma güvenerek yazıyorum. Bildiğim kadarını yazıyorum zaten, bildiğim ve hissedebildiğim kadarını. Fazlasına göz dikmiyorum.
Bir de ben insan hikâyelerine hep ilgi duydum, başkasının dünyasına kapımı kapamadım. Kendi üzerime de kapanmadım. Bu yüzden başkasının acısına uzak kalmadım. Bir yazar böyle olmalı zaten. İnsan çeşitliliğine, hikaye çeşitliliğine sahip olmalı. Yoksa hep aynı şeyi yazarsınız.
Kısacası, nerede yaşadığımızın, ne yaşadığımızın farkındayım diyelim.
Kitapta, günün sonunda “Aynılar aynı yerde” kalıyor. Ancak Temenni ve teyze kızının kız kardeşlik dayanışması okuyucuya umut veriyor. Tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi. Kadın dayanışmasının önemi için ne söylemek istersiniz?
Aynılar aynı yerde kalıyor mu emin değilim. Evet erkek şiddeti, cinayetler, cana kast etmeler artan bir hızla devam ediyor. Ancak kitap bağlamında konuşursak, roman bittiğinde ne teyze kızı aynı yerde, ne Temenni ne de teyzesi. Onların cephesinde çok şeyler değişmiş. Umarım bu değişim ve dönüşüm hem gerçek hayatta, hem de romanda erkeklerin dünyasına da uğrar.
‘Hemcinslerinin uğradığı kıyım toplumdaki bütün kadınları ilgilendirmeli’
Kadın dayanışmasının bugün umulan düzeyde olmamasını bir bilinç sorunu olarak görüyorum ben. Ufkumuzu genişletebilmekle ilgili. Kadınlar da birbirini ötekileştiriyor, aynı derde uğramadılarsa aldırmazlık zırhını kuşanabiliyorlar. Sosyoekonomik sebeplerle şiddete uğrayan, öldürülen kadınları cahil, aşağı tabakadan kadınlar olarak görebiliyorlar. Oysa ki hemcinslerinin uğradığı kıyım toplumdaki bütün kadınları ilgilendirmeli, kendi varlığına yapılmış saldırılar olarak addedebilmeli, birbirlerine el verebilmeliler.
Erkek egemen toplumun kodları öyle ince işlenmiş ki, çoğu kadın buna göre yaşadıklarının farkında bile değil. Hem de en okumuşları, refaha en ulaşmış olanları bile oturup bu yumağı çözecek farkındalık kuşanmamışlar. Bu hepimiz için geçerlidir diye düşünüyorum. Bir an “ne yapıyorum, bir dakika yanlış yerden bakıyorum bu işe” dediğinizde parçalar yerine oturuyor. Kendinizi yakalayabiliyorsunuz. Bu zihin pratiğini bulmaca çözer gibi yapmalıyız. Hayata, içinde yaşadığımız topluma, siyasete dair kendi yanlış okumalarımızı düzeltmeliyiz.
Mesela fuarlarda hep dikkat ettim ve asla yanılmadım. Ne okuyacağına çok da karar verememiş bir kadın okur, yan yana oturan ve aynı derecede tanınırlığa sahip iki yazardan hep erkek olanına kitabını imzalatıyor. Neden? Erkekler kadınları daha mı iyi yazıyor? Ya da bir kadın yazarın kadını anlatan hikâyeleri neden bir kadın okurun ilgisini çekmiyor? Bunu bile sorgulamak gerekir diye düşünüyorum.
Cennete Gibiyim ve tüm eserleriniz için emeğinize sağlık, üzerinde çalıştığınız yeni bir proje var mı?
Çok teşekkür ederim, hem sorularınız hem de anlamlı dileğiniz için. Bir yazarın verdiği emek ancak okurlarda anlam kazanıyor. Umarım seveni bol olur. Şu an bir dosya oluşmadı daha yeni çıktım sayılır işin içinden. Öyle yazı fabrikası gibi çalışamıyorum ben. Şimdilik türlü türlü fikirler uçuşuyor. Bakalım ne zaman kağıda konacaklar. (Haber Merkezi)
Abone Ol
İyi gazetecilik posta kutunda!
Güncel haberler, haftalık ekonomi bülteni ve Pazar derginiz Plus’ı email olarak almak için abone olun.