Ahlakın, duygunun, mantığın depremi

Maraş depremlerinin üzerinden iki hafta geçti. Yaşananlara, hepiniz gibi inanmakta hâlâ güçlük çekiyorum.

Bunu derken bile kendimi tokatlayasım var.

Canlarını, yakınlarını, evlerini, şehirlerini, anılarını kaybedenler, can çekişenler için acaba bu iki hafta nasıl geçti? Ne kadar tahayyül etmeye çalışsak da anlayamayız. Sadece anlamaya çalışabiliriz.

Deprem bölgesine giden herkesin söylediği, uzaktan, fotoğraflardan, TV’den felaketin boyutunu anlamak imkânsız

“Etrafa baktığımda Hatay Cumhuriyet Meclisi binasının enkazını fark ediyorum. Asi Nehri’nin şırıltılarını duyarken gözüm bir panoya ilişiyor. “Hatay’ın Ekonomisi Gelişiyor” yazan devasa brandanın arkasındaki binalar yerle bir. İlerliyoruz. Kaldırımda sarı bir ceset torbası. Karanlıkta bir kadın “Sarı torbadaki annem” diye ağlıyor.” (Anıl Olcan’ın 1+1 yazısını okuyun)

Felaketin boyutu kadar inanılmaz olan, medya ve sosyal medya vasıtasıyla yaptıkları her ne “iş”se pozisyonunu buna göre alan güruh.

İstanbul’un X kulübünde “köfte yersen şu kadarı depremzedelere” (köfteye dikkat, sushi sayılmıyor) kampanyasından tutun altı gün sonra enkazdan çıkarılan, aç susuz kalmış bir bebeğin yüzünde “huzur”u yakalayıp tekbirle karşılayanlar… Bölgedeki gönüllü sağlık çalışanlarını, Suriyeli depremzedeleri tekme tokat dövenler. Mide bulantısının her tonu var.

Hiçbir inançla ilgili sorunum yok.

Ama inancı, arama kurtarma faaliyetlerine sos yapan, dahası bu yolla “devlet”imizin büyüklüğüne halel gelmesin diye kullananlarla fena halde sorunum var.

Kendi kendime soruyorum: Ölümü madem bu kadar yüceltiyor ve seviyor, kucaklıyorlarsa neden hemen koşarak ölüme gitmiyorlar? Kendi yakınları enkazın altında kalsa “Allah’ın işi” deyip dönüp gidecekler mi?

Hayır. Tüm varlıklarını ve güçlerini, yakınlarını kurtarmak harcayacaklar. O zaman bu şov neden?

Başkalarının hayatını, acısını bu kadar hor görmek neden? Niye iki dakika durup düşünmekten dahi acizsiniz?

Bir şey yapıyor gibi görünmek” için zorlama faaliyetlere sarılanlar da aynı duyguları yaratıyor: Ya bir dur, biraz saygı. Biraz sus. Sus!

Adı afet kurumu ama hazırlıksız

İki gün, üç gün, hatta 10 gün sonra “ulaşılan” ve yine mağdur edilen depremzedelerin sayısını tahmin edemiyoruz. İnsanların ta İstanbul’dan TIR ayarladığı, Adana’dan denizden yardım taşıdığını, ülkenin her yanından yardım yağdırdığını bilmek ve görmek, tek teselli.

Ama yok, bu da “sakıncalı”! Her şeyi devlet yapacak, her şey siyaseten kullanılacak.

“Kendimin hazzetmediği yani terör örgütüyle ilişkilendirilen bir partinin belediyesine DE buraya çadır kurabilirsin, dedim. Kur. Yani engellemiyorum dedim.” (Süleyman Soylu, CNN Türk yayını, 18 Şubat)

Vay be! Süleyman efendi zaten her muhalif partiyi değil “ilişkilendirmek”, terör örgütü ilan etmedi mi? Bu ne tevazu? Bakın çadıra izin vermiş. Alkışlar!

AFAD’ta canla başla çalışan herkesi tenzih ediyorum. Fakat afet anında organizasyondan sorumlu bir kurumun, dakikaların insan hayatı demek olduğu bir anda bunu yapamadığı, çünkü bir afete hazırlıksız olduğu ortaya çıktı.

Uzun lafın kısası: Afet kurumu afete hazırlıksız! Daha ne olsun?

Kurumun, son iki yılda arama kurtarma personeli eksikliği yaşadığı ve merkezle taşra arasında iletişimin yetersiz olduğu raporlarına yansımış.

“Sakalları ağarmış bir Hataylı sakince yanıma geliyor. “Burada ilk siren deprem olduktan yarım saat sonra çaldı. Arama-kurtarma ekipleri tam iki gün sonra geldi. İnsanlar elleriyle kazdı enkazları” diyor. “Peki neden böyle oldu?” diye soruyorum. Yüzüne öfke, çaresizlik ve yılgınlık yerleşiyor. “Bizi sevmiyorlar. Burada Alevi çoktur. Ama bizi sevmemelerinin nedeni Alevilerin çok olması değil. Hıristiyan, Musevi, Sünni, Kürt, Arap… Güzelce yaşıyorduk. Ama bu nedense ‘onları’ rahatsız ediyor. Hatay onlar için çok karışık bir yer.” (https://birartibir.org/dehset-dehset-dehset/)

Bizi sevmiyorlar…

İçime işledi bu cümle. Amca yerden göğe kadar haklı, “karışık” yerler sevmez devletimiz. Bunu, salt AKMHP iktidarında da değil, ezelden beri gösterdi bize.

Böyle durumlarda “Türkiye bir mozaiktir” sözüne karşılık Alpaslan Türkeş’in “ne mozaiği ulan” demesi aklıma gelir. Bu görüşün halen hayatta ve daha güçlenmiş görünmesi ayrıca içimi parçalıyor. “Mozaiğe kurban olun ulan!” diye bağırıyorum içimden.

Son yıllarda farklı bir evreye geçildi: Sevmedikleri sadece farklı inanç ve etnik gruplar değil, bu grupların bir arada yaşaması ve birbirine değmesi… İkincisi, kendilerine sorgusuz sualsiz tapınmayan herkes! Aynı tipler, yıllardır ve halen daha askerin vesayetinden, ayrımcılıktan şikâyet eder.

Depremin hemen sonrasında “dezenformasyon”la mücadele edenler, ikinci haftasında “not ediyoruz” diye tehdit edenler, hadi hepsini geçtim, depremin üçüncü gününde sosyal medyayı kısıtlayanlar… Bunları da yaşamadık demeyin millet, bu da oldu!

Özgür Özel, Halk TV yayınında CHP’li olduğunu bilmeden milletvekillerine “kurtarma yapıyormuş gibi çekiyoruz kanka” dediğini söyledi.

Yardım malzemelerinin engellendiğini, hatta bazı grupların “malları yağmaladığına” dair haberler de çok.

İskenderun Sosyal Haklar temsilcisi Burak Abay’a kulak verelim: “Din iman edebiyatı yapanların bu felaket karşısında ya şehri terk ettiklerini ya da AFAD'ı yağmalayarak, halkın mallarını yağmalayarak zenginleşmeye çalıştıklarını gözlemledim."

Sorsanız “Suriyeliler yaptı” derler. Sağ olsun medyanın gazıyla “yağmalama” teması ilk günlerden itibaren sığınmacılara atfedildi… Depremzede dövdüler, daha ne olsun!

Televizyon kameralarının önünde şov yapmak, sadece siyasilerin ve kurumların işi olmadı.

Günlerdir izlediğim video yüzünden kendimi nereye atacağımı bilemiyorum:

“Azra bebeği kurtardık!” diye 10 gün enkazda kalmış, yarı ölü bir çocuğun yüzüne flaş tutup yayın yapan bile gördük...

Azra bebek öldü.

Tekbir mi getirelim?

Yoksa İstanbul’da yediğimiz köfteden depremzedeye bağış yapılıyor diye bir köfte daha mı gömelim?

Deprem, fazlasıyla yıkıcı ve acı. Ama ahlakın, aklın, duygunun depremini de yaşatmayın bize, ne olur.

Önceki ve Sonraki Yazılar
MEHVEŞ EVİN Arşivi
SON YAZILAR