İBRAHİM EKİNCİ
Ekonomi yönetimine MÜSİAD anlayışı hâkim oldu
Türkiye’de ekonomi politikalarını tartışırken sosyal, siyasal ayrışmanın ekonomi alanına da yürüdüğünü, ayrışmayı birebir yansıttığını görmek gerekir. Sermaye sınıfı da bölünmüştür. Ekonomi, AKP’nin kurmak istediği siyasal rejime doğru zorlanmakta, kurumsal budamaya uğramaktadır. Temel yön budur.
Başka türlü olması, siyasal alan ile ekonominin sürgit ayrı telden çalması, siyasalda “tek adam” rejimi varken ekonominin “piyasa ekonomisi” olabilmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Bugün “makro ihtiyati tedbirler” denilen uygulamaların zorlayıcı boyutları dikkatten kaçmamalı.
Süreç yeni başlamadı. Özerk kurumların yetkilerinin budanmasına, MB’de olduğu gibi ortadan kaldırılmasına kadar (2004 – 2005’lere kadar) geri gider. Özelleştirmeler ve kamu işlerinde İhale Kanunu ve Rekabet Kanunu (4054) çalıştırılmadı. Kamu makamlarının dağıtımı “tensip”le yapıldı. Kamu kaynaklarının kullanımındaki hesap vermezlik bir sapma değil, yeni rejimin standart, tutarlı uygulamasıdır. Çıkarcı tahsisler çok derindir. Bu alanlarda “piyasa” çoktan çökertilmiştir. Ekonomide Kemal Derviş’in kurduğu “piyasa kurumları”nın tasfiye süreci önemli ölçüde tamamlanmıştır diyebiliriz.
İki dinamik çalışıyor. Aşağıdan yukarıya doğru çalışan birinci dinamiğin arkasında büyük sanayi sermayesi var. Rekabette kendine güveniyor. Gelişme düzeyi, büyüme ihtiyaçları rekabet hukukunu çağırıyor. Büyük sanayi sermayesi “piyasa ekonomisi” istiyor. Yukarıdan aşağıya, siyasaldan ekonomiye doğru çalışan ikinci dinamiğin arkasında daha çok orta ölçekli, sanayi – üretim kapasite ve kabiliyetleri daha sınırlı sermaye grupları, ticaret burjuvazisi ve müteahhitler var. Bu grup, hükümetin arkasında saf tutarak rekabetten kaçıyor, korunuyor. İktidarı desteklemenin ödülü olarak kamu varlık ve işlerini alabiliyor. Bu kesimin kumanda ekonomisine (buna “emirlik ekonomisi” diyorum) itirazı yok. Sisteme ayak uydurdu.
İktidar icraatını tartışırken ilk dikkat edilmesi gereken kamu ekonomisinin yıkılmasıdır. AKP, 70 – 80 milyar dolarlık özelleştirme ile bunu gerçekleştirdi. Bu bağlamda “neoliberal”dir ama anlayışı “piyasa” ile tamamlanmıyor. Aksine “piyasa” istememesi karakterize ediyor onu… Şu sıralar kur şoklarından kaçınmak için panik halinde aldığı “makro ihtiyati” tedbirlerin çoğu “serbest piyasa” mantığının dışında boyutlar taşıyor ve giderek derinleşiyor. Kerim Rota’nın son yazısı da (Bir Buçuk Dişi Kalmış Piyasalar) döviz, tahvil, kredi “piyasalarının” nasıl çökertildiğini anlatıyor. Özetliyorum:
“Ülkemizde finansal piyasaların son 4 yıldır ne hâle geldiğine bakalım. Döviz piyasası 2018’den bu yana kamunun aldığı düzenleyici kararlarla birkaç kademede önce derinliğini sonra güvenirliğini kaybetti. Yabancı yatırımcı neredeyse kalmadı. 2019 Mart ayından itibaren hükümet, TCMB rezervlerini döviz piyasasını ‘terbiye’ amacıyla kullanmaya başlandı. Net rezervler azaldıkça bankalardan ve şirketlerden daha çok döviz talep etmeye başladı. Daha önce piyasada alım satım yaparak karşılaşan taraflar bugün artık doğrudan veya dolaylı TCMB ile işlem yapıyorlar. Mal ve hizmet ihracatçıları da artık dövizlerinin %40’ını TCMB’de bozdurmak zorundalar. MB döviz piyasasında düzenleyici ve denetleyici olmaktan çıkıp oyuncu hâline geldi. Her gün en az 300 - 500 milyon satarak TL’yi savunmaya çalışıyor. Dolayısıyla bugün döviz piyasası artık gerçek bir piyasa olmaktan çoktan uzaklaştı.
Yabancı yatırımcıların tahvil piyasasında %25’e kadar ulaşmış olan payları neredeyse artık %1’e kadar düştü. Döviz mevduatını TL mevduata dönüştüremeyen bankalara da uzun vadeli tahvil alma zorunluluğu ile “finansal baskılama” uyguladı. Belli bir faizin üstünde kredi veren bankalara yine tahvil alma zorunluluğu getirdi. Bugün bu nedenle %83.5 olan enflasyona karşın bankalar 5 yıllık tahvilleri %9 ile satın alır hâle geldiler. Tahvil piyasasında bu fiyatlardan “gönüllü” işlem yapan herhangi bir oyuncu kalmadı.
Yüzde 83.5 tüketici enflasyonu olan ülkemizde TL mevduat faizi %15’de. TL mevduata parasını yatıran tasarruf sahipleri varlıklarını artık ya bankasına ya da kredi kullananlara armağan ediyor. Hele KKM icadından sonra artık doğru fiyatlanan ve gerçek bir TL mevduat piyasamız olduğundan bahsedemeyiz.
Kredi piyasasına da hükümetin müdahalesi gecikmedi. Önce net döviz varlığı bulunan şirketlerin krediye erişimi kısıtlandı. Ardından TCMB düzenlemesi ile kredilerin tipine göre faiz tavanı geldi. Adı var kendi yok krediye ulaşabilen de artık aldığı kredinin %25’ini bankada vadesiz hesapta tutmak zorunda. Borsa İstanbul’da olanlar da dün gibi hafızamızda. Yabancı payı hızla azalırken, işlem hacminde kısa vadeli alım satan yapan yurtiçi yatırımcının ağırlığı artıyor. Bu piyasanın da artık ‘yarım’ bir piyasa olduğunu söylemek mümkün.”
Geçtiğimiz salı günü bankalar, Bakan Nebati ile görüştüler. Kulis bilgilerine göre bakana, enflasyon 83.5’ken, yüzde 9’dan tahvil almaya zorlanmalarının yarattığı riskleri anlatmışlar. Özellikle yabancıların (sektörün yarısı yabancılardadır) şaşkınlık ve endişe içinde olduğu anlatılıyor. Bir yandan da yeni rejimin para – kredi piyasasındaki itikadi tercihleri yol alıyor. Faizsiz finansın önünü açan sürecin mantığını ekonomist Atilla Yeşilada şöyle yorumlamıştı: “Bana göre; 2023'te Sayın Erdoğan kazanırsa, Türkiye klasik bankacılığın kapısına kilit vuracak ve İslami katılım bankacılığı modeline dönülecek.”
Sermaye sınıfının bir kesimi bu işlerle hemfikirdir. Bir kesimi ise karşıdır.
Siyasal tarafı unutmayalım. Bir tarafta CB Hükümet Sistemi denilen şey var. Demokrasiyi, kuvvetler ayrılığını dışlıyor. Cumhurbaşkanı’nı “sultan” (ortağı MHP yönünden “han”) yerine koyan bir liderlik fonksiyonuna yükseltiyor. Diğer tarafta parlamenter rejim yanlıları kabaca “burjuva demokrasi” denilen şeyi savunuyor. 6’lı masa bu. Bir üçüncü taraf var. Emek ve Özgürlük İttifakı ile Sosyalist Güç Birliği’nden söz ediyorum. Özel mülkiyetin kaldırılmasına dayanan sosyalizmi değil de daha çok kamu baskın bir ekonomi üzerine geniş hak ve özgürlüklere dayanan ileri - radikal demokrasiyi savunuyor. Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu’nun Birgün’deki (Ekonomide Üç Vizyon başlıklı) yazısı bu üç akımı anlatıyor:
“Bugün ekonomide, 3 ayrı ekonomi vizyonundan ya da tahayyülünden söz edilebilir. Birincisi, AKP rejiminin seçime kadar durumu idare etmeye, bu arada seçmenin gönlünü almaya yönelik kısa vadeli debelenmeleri. İkincisi, düzen muhalefetinin piyasa ekonomisinin konsolidasyonunu sağlamaya, makro dengeleri yeniden kurmaya dönük orta vadeli ‘Ortodoks’ zihniyeti. Üçüncüsü de, sol-sosyalist kesimin kamucu, eşitlikçi, dayanışmacı uzun vadeli radikal yaklaşımı.”
Manzara böyledir. İktidar ittifakı ile toplam muhalefetin rejim anlayışı neredeyse iki ayrı çağa denk düşüyor. Bir tarafta bir – iki asır öncesini ifade eden meclisli monarşi - patrimonial sultanizm (Abdülhamitçilik) var, diğer tarafta 6’lı masada temsil edilen modern çağın rejim biçimi (Türkiye şartlarına budanmış, asyatik ve yarım) burjuva demokrasisi ile sol – sosyalist akım ve ittifakların temsil ettiği ileri demokrasi…
Sermaye sınıfları içinde bir temsili olmadığı için sol – sosyalist ittifakları dışarıda tutarak, siyasal bölünmenin sermaye sınıfı içindeki kimlik temsilinin izini sürdüğümüzde iki tarafı görebiliyoruz. Kabaca bakarsak, bir tarafta TÜSİAD; diğer tarafta MÜSİAD – TOBB - TİM ve İTO gibi büyük ticaret odaları ile bir kesim müteahhitler var. İSO gibi bazı sanayici örgütleri arada bir yerde duruyor görüntüsünde. Biri sanayi, diğeri ticaret baskındır. Hükümet yol boyu MÜSİAD – TOBB Bloku ile yürüdü. Bu blok, hükümete destek verdi, ekonomi politikalarına nüfuz etti, belirledi. TÜSİAD aynı frekansta olamadı. Hükümet politikalarına destek vermeyince “bertaraf” edilmekle tehdit edildi. Başkanına hakaret edildi. Bir başkanı istifa etmek zorunda kaldı. Her genel kurul veya yüksek istişare kurulu toplantısında başkanların konuşması hükümetin tepkisini çekti.
MÜSİAD’ın hükümete desteği neredeyse “yan kuruluş” seviyesindedir. Başkanı Mahmut Asmalı, 106. GİK Açılış Programında, Cumhurbaşkanı Erdoğan liderliğinde Türkiye'nin barış ve istikrar adası olduğuna dikkat çekiyor ve Kafkasya’dan Balkanlara, Doğu Akdeniz’den Orta Asya’ya aktif dış politikanın önemine değinerek, “Artık eski Türkiye yok, masada, sahada güçlü Türkiye var” diyor. Bu tonda bir destek söylemi hemen hemen bütün politikalara yayılmaktadır.
MÜSİAD tarafı, hükümetin kredi – faiz politikalarını destekliyor. MB’nin politika faizini 1,5 puan düşürmesinden birkaç gün önce MÜSİAD Başkanı Asmalı, “Cumhurbaşkanımız faizi düşürsün ekimde kasımda yüzde 9’a. ‘Bir daha da ellemeyeceğim’ desin” demişti. MB, aynen bunu yaptı. Ekimde düşürdü. Kasımda da düşüreceğini, sonra da “ellemeyeceğini” karar metnine şöyle yazdı:
“Kurul, politika faizinin 150 baz puan düşürülmesine karar vermiştir. Kurul, takip eden toplantıda da benzer bir adım atıldıktan sonra faiz indirim döngüsünün sona erdirilmesini gündeme almıştır.”
Çok tipik gelen bir başka örneği hatırlatayım. Suriyeli sığınmacılar meselesi kamuoyunda tartışılır ve tepkiler yükselirken, iktidar sözcüleri de ilk kez görece vurgulu biçimde “göndermekten” söz etmeye başlamıştı ki MÜSİAD devreye girdi. O cenahtan “sanayimiz batar” tepkisi geldi. Hükümet ağız değiştirdi ve yine “ensarız” söylemine döndü.
Türkiye’de iş dünyası temel iktisadi konularda, en azından son 15 yıldır, hiç bir araya gelemedi, söz birliği edemedi. Sadece bir kez, şaşırtıcıdır, bir kez hükümete çağrı yapan bir metnin altında TÜSİAD’ın da MÜSİAD’ın da imzası vardı. 26.01.2021 tarihli bu açıklamada, -hükümetin ve MÜSİAD’ın bilinen tutumunun hilafına- Türkiye’nin “birinci önceliğinin fiyat istikrarı olduğuna”, “tüm fiyatların serbest piyasa koşulları içinde oluşmasını gözeten” politika tasarım sürecini destekleyeceklerine dikkat çekiliyordu. 2021 başında, enflasyon henüz %20’lerdeyken fiyat istikrarının birinci öncelik olduğunu vurgulayan bir metne imza atan MÜSİAD, sonradan kendi gündemine döndü ve şimdi enflasyon %83.5 iken, politika faizinin tek haneye düşürülmesini talep ediyor. Bu talebin arkasındaki iştah, üyesi bakan Nebati’nin kurguladığı yeni sistem sayesinde yine enflasyon 83.5’iken yüzde 20’nin altında oranlardan kredi – kaynak kullanabilmesi olsa gerektir.
Bütün bu anlatım, manzarayı görmekle ilgiliydi. Hükümetin temel yönelimine dikkat çekmekle ilgiliydi. Benim görüşüm, piyasa ekonomisi kumanda ekonomisine göre ileridir. Kamucu bir ekonomi her ikisine göre daha ileridir. Sosyalist bir ekonomi hepsine göre daha ileridir. Ancak güncelde belirmiş bir olanak değilse, solcuların kamucu bir ekonomiye taraf olmalarında bir sorun yok. Türkiye gibi emek örgütlerinin zayıf olduğu, denetim ve denge mekanizmalarının çok kolay sakatlanabildiği, sömürünün vahşi ölçülere varabildiği bir ülkede kamucu ekonomi talep etmek zorunluluktur.