EMEK EREZ
‘Kedigil’ bir yaşam tahayyülü
Arthur Schopenhauer, hayvanların ȃnın mutluluğunu yaşayabildikleri için insandan daha az acı çektiğinden bahseder, hayvan düşünemeyen bir varlıktır, geçmişe dair anı biriktirmez ve geleceğe dair umut beslemez. Bu da bir bakıma onu geçmişten ve gelecekten özgürleştirir. Nietzsche ise insan, “anımsıyorum" dediği an, “her ȃnının gerçekten öldüğünü, sis ve gece içinde geride kalıp yittiğini ve bütün bütüne söndüğünü gördüğü, hayvanı kıskanır” diyerek, insan ve hayvan arasında unutma yetisinden kaynaklı farka işaret eder ve insanın bu nedenle hayvanı kıskandığını düşünür.
İnsanın hayvanla ilişkisi çetrefillidir, dünyanın efendiliğine soyunmuş bir tür olmanın getirisiyle, evrendeki canlılarla ilişkisini kendi üstünlüğü üzerinden belirler. “Akıllı”, “bilinçli”, “düşünen” türümüze atfedilmiş ve farklı felsefi geleneklerce tartışılmış bu sıfatlar, onun hiyerarşik ilişki kurma biçimini açık ederken, bu sıfatların işlevi, insanı hayvan konumundan çıkararak dünyadaki diğer türlerden farklılaştırmanın bir yolu olarak iş görür. Elbette, her tür kendi başına bir fark oluşturur ancak buradaki durum bir üstünlüğe gönderme yaptığı için insanı kendi doğasından ayırarak, merkezi konuma yerleştirme işlevi görür.
John Gray, Domingo Kitap tarafından, Ayşegül Yurdaçalış çevirisiyle basılan, “Kedi Felsefesi, ‘Kediler ve Hayatın Anlamı’" adlı kitabında, türümüzün tarihsel hikâyesine uzun zaman önce dahil olan kedilerden bahsediyor ve onların çeşitli felsefe ve edebiyat metinlerinden izini sürüyor. Kitabın odaklandığı mesele huzursuz bir varlık olan insanın kedilerden öğrenebileceklerini hatırlatmak ve “kedigil” bir yaşamın nasıl olabileceği hakkında düşündürmek. Metin boyunca takip ettiğimiz tartışmada görüyoruz ki türümüz kendi edimleriyle yarattığı efendi konumunu aşabilirse hayvanlardan öğrenecek çok şeyi var. Ama ilk olarak insanın kendisini hayvan-dışı olarak konumlamayı bırakması, ayrıcalıklı konumunu aşındırması, evrendeki her türü kendi doğasıyla tanıyıp, dünyanın sofrasında her varlığın eşit olduğunu kabul etmesi gerekiyor.
Gray, metin boyunca kedilerin yaşama bakışlarından yola çıkarak, insanı sorgularken, “hayatın anlamını” bulmak için çabalayıp duran türümüze, bu çabanın anlamsızlığını hatırlatmaya çalışıyor. Çünkü bu mükemmele, kesinliğe, aklın sınırlarına yaslanılarak girişilen anlam bulma telaşı kendi kendini tüketen, dünyaya ve başka türlere zarar veren bir şeye dönüşebiliyor.
Kitap her ne kadar konuyu insan doğası ve kedi doğası üzerinden anlamaya çalışsa da belki şunu da hatırlamak gerekiyor. Kendi yarattığı sistemlerle sonunu hazırlayan türümüz, yaşamındaki öznellik konumunu kaybetmiş durumda çünkü hayatı dışarıdan belirlenimlerle oluşuyor. Yani türümüzün doğasından uzaklaşması onu kendisinden yola çıkarak anlamayı zorlaştırıyor. O artık yarattığı sistemlerin, felsefi ve dini kavrayışların, toplumsal ve ahlaki edimlerin esiri hâline gelmiş durumda bu nedenle insanı doğası üzerinden tartışmanın sorunlu bir tarafı da var.
Kediler İnsanları Nasıl Evcilleştirdi?
Arkeoloji ve antropoloji metinlerinde, kedilerin evcilleştirilmesinden insan-merkezli bahsedildiğini görürüz peki, böyle mi oldu? Gray’e göre, “hiçbir aşamada kediler insanlar tarafından evcilleştirilmedi. Belirli bir kedi türü -sağlam yapılı, ufak bir tekir olan Felis sivestris- insanlarla yaşamayı öğrenerek tüm dünyaya yayıldı. Bugünkü ev kedileri, bu türün yaklaşık 12.000 yıl önce Yakın Doğu’nun bugün kısmen Türkiye, Irak ve İsrail’i oluşturan bölgelerinde insanlarla yaşamaya başlayan belirli bir kolunun, felis silvestris lybica’nın torunlarıdır. Bu kediler bu bölgedeki köyleri istila ederek, insanlığın daha yerleşik bir yaşama geçişini kendileri için fırsata çevirmeyi başardılar.”
Bu durumda kedilerin evcilleşmelerini kendi yaşamda kalma çabalarıyla birlikte düşünebiliriz aslında. Kedilerin genel olarak yaşam tahayyüllerinde de bunu görüyoruz. Bizler onların varlığını kendi bakış açımızdan bir hikâyeye yerleştiriyor olsak bile kediler için yaşam, dünyadaki başka türler gibi sadece hayatını sürdürme çabasıyla ilişkileniyor. Onların farkı, kendi yaşam biçimlerini başka türlere veya birlikte yaşadıkları insanlara dayatmamaları. Elbette, insanlar tarafından kabul görmelerinde onları, “zararlı” küçük hayvanlardan, kemirgenlerden ve böceklerden korumalarının da payı var ama Gray’in vurguladığı gibi, “bu evcilleşme sürecini kediler başlattı hem de kendi kurallarıyla…”
Bugün, insanların evi paylaştığı canlılar arasında en yaygın tür olduklarını ve türümüzün diğer varlıklarla ilişki kurma biçiminin sorunlu yanını anımsadığımızda da kimin kimi evcilleştirdiği konusu biraz açıklığa kavuşuyor fikrimce. Ancak kedilere insan türünü evcilleştirdiklerini söylemenin bir yolu olsaydı buna gülüp geçerlerdi sanırım. Çünkü metinde de vurgulandığı gibi onların yaşam algısında böyle bir amaç yok, sadece doğalarının gereğini yerine getiriyorlar, her ne kadar tarihin belli dönemlerinde tanrılık mertebesine kadar ulaşmış olsalar da bu onların kendi varlıklarının değil, insanın onlara bakışının yansıması olarak karşımıza çıkıyor.
Burada Gray’in şu cümlelerini de hatırlatmalıyız: “Kediler insanları evcilleştirmelerinden bu yana, karınlarını doyurmak için avlanmaya bağımlı değillerdir. Buna karşın, doğaları gereği avcı kalırlar ve insanlardan gelecek yiyecek kesildiğinde kısa sürede avcı yaşamına geri dönerler.” Türümüzle kıyasladığımızda şunu fark ettiriyor bu cümleler, kediler insanlarla birlikte avlanmaya gerek duymadan yaşayabilseler de türlerinin doğasını inkâr etmiyorlar, insan kendi oluşunu, doğayla ilişkisini ne kadar inkâr ediyorsa kediler tam tersini yapıyor bu da onları dışarıdan belirlenimden ve bağımlılıktan kurtararak özgür kılıyor.
Mutluluğu Düşlerken
İnsanlar hayatlarını mutlu olmaya adarlar, uzakta bir yerde olanın peşinde ömürlerini tüketebilirler. Mutluluk öyle bir çabadır ki mutsuz insan “hastalıklı” bir konuma yerleştirilebilir hatta mutluluğun dayatmaya dönüştüğü zamanlar bile olabilir. Çünkü Gray’in söylediği gibi, “mutluluğu bir proje olarak görerek, memnuniyeti ileriki bir zamanda aramış olurlar.” Mutluluk projeye dönüştüğünde bulunması, ulaşılması olmuyorsa da tedavi edilmesi gereken bir şeye dönüşür. Gray’in cümleleriyle söylersek hayvanlar: “Kendilerini içinde bulundukları durumdan başka tarafa yönlendirme ihtiyacı duymazlar. Mutluluk insanlar için yapay bir ruhsal durumken, kediler için onların doğal hâlidir. Doğalarına aykırı bir ortamın içinde sıkışıp kalmadıkları sürece, asla kedilerin canları sıkılmaz.”
İnsan türü hayvanların aksine kendine ideal hikâyeler yaratır, o hikâyenin içine yerleşmediğinde de sıkıntısı, mutsuzluğu bitmez kendi doğasından çıktığı için de Gray’in metinde farklı düşünceler ve düşünürler üzerinden tartıştığı gibi hayvanların aksine huzura, dinginliğe ulaşamaz. Tabii bunun anlamının tüm düşünceleri yadsımak olmadığını hatırlayalım. Burada bahsedilen hayvanın doğasına yatkın davranışıyla, insanın doğasını inkâr eden davranışının onun yaşamında nasıl belirleyici hâle geldiğine dikkat çekmek.
Doğanın İmkânı Ölçüsünde Yaşam
“Kediler hayatlarını planlamazlar, hayatı günübirlik yaşarlar. İnsanlar ise hayatlarını bir hikâyeye dönüştürmeden edemezler. Gel gör ki yaşamlarının nasıl sonlanacağını bilemeyeceklerinden eninde sonunda hayat, anlatmaya çalıştıkları hikâyeyi kesintiye uğratır” diyor Gray. İnsan hikâyesini kesintiye uğratan en önemli şey ölümdür kuşkusuz, türümüz için sonlu varlık olduğunu bilmek çileli bir hayatın da karşılığı olur çoğu zaman. Ancak buna rağmen planlar yapar bu ölümü aşmak için yaşamı “ölmeyecekmişçesine” hayal etme durumudur.
Hayvanlar öleceği zamanı fark edebilirler belki ama yaşamlarını onun geleceği güne odaklamazlar. Metnin verileriyle bunu düşündüğümüzde sanırım kedilere uygun felsefi tahayyül Spinozacı “conatus” fikriyle kesişiyor. Bunun anlamı, “canlı varlıkların dünyadaki etkinliklerini sürdürme ve güçlendirme eğilimleri”dir. Onlar için dünyadaki varlığı sürdürme belirleyicidir, yaşamın anlamı da buna göre oluşur. Bu da onları insanlar gibi kendilerini dünyanın merkezine oturtma çabası gütmekten alıkoyar, oluşlarını belirleyen bir ahlâk öğretisine, dini tahayyüle gerek duymazlar çünkü yaşamda olmak yeterince kıymetlidir. Aslında bu duruma Taocu düşüncede olduğu gibi, ne insanı ne de doğadaki diğer türleri özel ya da üstün olarak görmeyerek, yaşamlarını sadece doğalarının onlara sağladığı imkân ölçüsünde devam ettirirler de diyebiliriz.
John Gray’in, “Kedi Felsefesi ‘Kediler ve Hayatın Anlamı'” adlı metninin yapmaya çalıştığı, kedilerin yaşamına bakarak öğrenebileceklerimizi ve türümüzün edimlerini düşündürmek. Kitapta farklı metinlerle bunun yolları da gösteriliyor. Metnin bana kalırsa önemli yanı insanın yarattığı hikâyelere esir oldukça kendi varlığından uzaklaşması, kendini merkezi konumda tutma çabasıyla dünyadaki yaşamının çekilmez hâle getirmesi. Bu da kedilerin tam tersi bir yaşam çabası ve anlamı demek bu nedenle türümüzün ideal olana sarılmayı bırakıp kendi doğasının gereklerini hatırlaması önemli.
Metnin sonunda Gray, on başlıkta “kedigil yaşam” tüyosu veriyor bir tanesini aktaralım: “Uyandığında daha çok çalışabilmek uğruna uyumak, acınası bir yaşam biçimidir. Keyif için uyu, kâr için değil.”
Kaynaklar
Nietzche, F. W. (2006), Tarihin İnsan İçin Yararı ve Yararsızlığı Üzerine, (Çev. Nejat Bozkurt), İstanbul: Say Yayınları.
Schopenhauer, A. (2007), Hayatın Anlamı, (Çev. Ahmet Aydoğan), İstanbul: Say Yayınları.