Malta'dan Silivri’ye, 1915'den 2007'ye...

 

 

 

20 Ocak 2007 Cumartesi günü Beylerbeyi’ndeki evimden çıkıp bir sinema seminerine katılmak üzere vapurla Beşiktaş’a geçiyordum.

Boğazı vapurla geçmek ve günlerden Cumartesi olması bile içimdeki sıkıntıyı azaltmamıştı. Sulu, tatsız ve yapış yapış bir kar yağıyordu boğazın serin sularına. Vapurun kıçında çaysız yarım yamalak bir sigara içip indim Beşiktaş vapur iskelesinde.

Önceki akşam Hrant’ın vurulmasının haberini alıp sanki onu “kurtaracakmış” gibi Şişli ve Beyoğlu’na akın eden binlerce insandan eser yoktu Taksim ve civarında.

Sessiz bir yas yürüyüşü yapar gibi TURSAK’ın (Türkiye Sinema Vakfı) önüne geldiğimde hayatım boyunca unutamayacağım bir görüntüyle karşılaştım. Yerde sulu kar ve çamur içinde yüzükoyun yatan ölü bir güvercin.

O görüntünün zihnime kazındığını ve yıllarca içimi ürpertecek soğukluğuyla bilincimde kalacağını daha o an anlamıştım. Güvercini alıp kenara bıraktım ve şiddetle Hrant’ın “Güvercin tedirginliği” yazısını okuma isteğiyle oradan uzaklaştım.

Hrant’ın öldürülmeden hemen önce yazdığı o meşhur yazıyı duymuştum ama öldürüldükten sonra okudum. Hrant’ın, kendisinin kurbanı olduğu cinayete giden yolları anlattığı yazıyı okurken içimden (pek çok insan gibi) bunun salt bir kişinin öldürülmesi değil “devam eden 1915” olduğu geçmişti.

Hrant Dink cinayeti davası Türkiye tarihinin ‘en kullanışlı cinayet davası’ olarak devam ediyor.

Hrant’ın öldürüldüğü yıllarda Fetullah Gülen cemaati ile iktidar arasında ilan edilmemiş ama aleni bir ortaklık sürüyor, iktidarın söylemiyle ‘Türkiye bağırsaklarını temizliyordu’.

Katil Ogün Samast’tı, Yasin Hayal ve Erhan Tuncel ona yardım etmişti.

‘Cinayetin arkasında da Ergenekon vardı.’

Bu cinayetten önce Trabzon’da Rahip Santoro öldürülmüş, Malatya Zirve yayınevinde dört Hristiyan boğazları kesilerek katledilmişti. İktidar yandaşı gazetecilerin söylemine göre ‘Devletin içine çöreklenmiş Ergenekon unsurları bu cinayetleri organize ediyor, başta Zekeriya Öz olmak üzere temiz eller savcıları ve emniyette bu cinayetleri çözmeye çalışıyordu.’

Bugün ise bütün o davalar ‘FETÖ’nün yargı ve emniyet içindeki kadrolarını kullanarak siyaseti tanzim etme operasyonları’ olarak mahkeme kayıtlarındaki yerini almış durumda.

Cinayetin kullanışlılığı devam ediyor.

Yalnızca bu cinayet üzerinden bile tarihsel olarak Ermeni meselesine bakmak mümkün.

Biraz gerilere gidelim.

Birinci Dünya Savaşı bittiğinde İstanbul, İngiliz işgali altındaydı ve İngilizler Mondros Ateşkes Anlaşmasına istinaden Ermeni Patrikliğinin de yardımıyla 112 kişinin savaş suçları sebebiyle yargılanmasını istemişti.

Suçlanan 112 kişi bugünün Silivri Cezaevi diyebileceğimiz Bekir Ağa koğuşu denen meşhur cezaevine konuldular. Yargılama Şubat ayında başlamış Nisan ayında Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in de idam edilmesiyle zirve noktasına ulaşmıştı.

Kemal Bey’in idamı ve İzmir’in Yunanlılar tarafından aynı dönemde işgal edilmesi halk arasında ibrenin terse dönmesine sebep olmuştu.

Yargılamaların İstanbul’da yapılamayacağı anlaşılmıştı. Halkı yatıştırmak için 41 tutuklu serbest bırakılmış. 67 tutuklu Malta’ya 12 tutuklu ise Yunanistan’nın Limni adasına sevk edilmişti.

Yargılamalar yaklaşık 2 yıl sürdü. O esnada Ankara hükümetinin elinde 22’si subay 29 İngiliz esir vardı.

Mustafa Kemal ‘Tehcir suçlamasıyla bir tane bile vatan evladı idam edilirse, tüm İngiliz esirlerin idam edileceğini’ açıkladı. Kendisine suikast planladığı iddiasıyla İngiliz uyruklu Hint asıllı Mustafa Sagir adlı bir kişiyi idam ettirdi. 

İngilizler kendi içlerinde ‘Masum bir İngiliz için bir gemi dolusu suçlu Türk verilebilir’ demeye başlamıştı. İstanbul hükümeti tamamen inisiyatifini kaybetmiş ve düşmek üzereydi. Dava büyük bir çıkmaza girmişti. Kişisel suçlar için bile Türkiye tarafından herhangi bir bilgi ve belge mahkemeyle paylaşılmıyordu. Pazarlıklar sonunda peyderpey Malta tutuklularının tamamı serbest bırakıldı.

Malta’dan gelen sürgünlerin önemli bir bölümü tarihçi Ayşe Hür’ün ifadesiyle Malta yargılamalarını kendilerine ‘referans mektubu’ yaparak yeni Cumhuriyet’te önemli görevler üstlendiler.

Osmanlı imparatorluğu yıkılalı yaklaşık 100 yıl oldu. Ünlü pskiyatrist Prof. Dr. Vamık Volkan’nın dediği gibi “Genç Cumhuriyet kendini inşa etmek için ilk yıllarında Osmanlı hiç olmamış ve hiç ölmemiş gibi onun yıkılmasının yasını bile tutmadı.”

Son yıllardaki iktidar ise sanki Osmanlı hala yaşıyormuş gibi ‘Yeni Osmanlıcılığı’ tırmandırıyor.

Bu yas tutmayıp, yüzleşmeme hali ülkeyi 100 yıldır esir almış durumda.

Öte yandan taban tabana zıt ulusalcı inkarla, siyasal İslamcı sanrı Ermeni meselesinde hala kol kola. Başka bir ifadeyle; Osmanlının sevapları ve günahları konusunda ayrı fikirde olsalar da Ermeni meselesinde hala aynı fikirdeler. “Öyle bir soykırım olmadı, belki göçerken bazı insanlar öldü.”

Hrant’ın davası artık Yargıtay sürecinde. Mahkeme bitti.

15 Temmuz darbe sürecine kadar iktidar eliyle sorgulanmalarına dahi izin verilmeyen FETÖ üyelerine çeşitli cezalar verildi. 15 Temmuz yaşanmasa muhtemelen bu cezalar Ergenekon üzerinden verilecekti.

Kim bilir?

Bunu bilmek güç ancak şunu tahmin etmek güç değil; Resmi tarihler yazılırken katiller kahramana, kahramanlar katile dönüşür ya da tam tersi olur.

Hrant’ın ailesinin mahkeme kararından sonra söylediği gibi “Derin devlet mekanizmasına bazen FETÖ bazen Ergenekon deniyor” ama sonuçta 1915’te başlayan vahşet bugün devam ediyor.

Her 10 Nisan’da “Görev sınırlarını aşıp, tehcir edilen Ermenilerin vahşice ölümünden sorumlu” olduğu için idam edilen Boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey için anma töreni yapılır. 

Kemal Bey idam edilmeden önce “Ben yalnızca bana verilen görevi yerine getirdim” demişti.

Kadıköy Kuşdili’nde her sene yapılan bu anma törenine katılan siyasilerin çeşitliliği gizli bir “Türklük Sözleşmesi” gibidir.

Veli Küçük’ten, Perinçek taraftarlarına, İslamcılardan, CHP’lilere kadar kimler olmaz ki Kemal Bey’in anmalarında. 

Utanç dolu bir tarihin, “verilen görevleri yerine getiren” neferleri…

1915’den 2007’ye…

Önceki ve Sonraki Yazılar
MEHMET DEPREM Arşivi
SON YAZILAR