ERSAN ATAR
O karanlık beş ayda neler olmadı?
“Haziran 2015 seçimleri ile Kasım 2015 seçimleri arasındaki 5 ayda ne oldu?”
Soru eksikti, bu “eksik”lik neredeyse sorunun doğruluğunu alıp götürecek kadar önemliydi. Biz soruyu “Haziran 2015 seçimleri ile Kasım 2015 seçimleri arasında ne olmadı?” diye soracağız. Çünkü soruyu böyle sorarsak “olayların nedenlerine” daha kolay ulaştığımızı yazının ilerleyen bölümlerinde göreceksiniz.
Bu yazıda, anlık olaylar ve kişi isimleri göreceksiniz, makro sonuçlara ise “üzerinde düşündükten sonra” beraberce çıkaracağız. Detaylar, yazıyı okumayı yarıda bırakacak kadar “sinir bozucu” olabilecek.
Bu kısa “okuma kılavuzu”ndan sonra “olmayanlara” bakalım:
NE OLMADI?
KOALİSYON KURULMADI
Kısa hatırlatmayla devam edelim. 7 Haziran 2015 seçimlerinde AKP tek başına hükümet kuracak çoğunluğu sağlayamayınca koalisyon zorunluluğu doğdu. CHP – MHP, HDP’nin dışarıdan destek vermesiyle koalisyon oluşturabiliyordu ama Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, hükümeti kurma görevini bir türlü, kamuoyunu kendisinin de istediği gibi oyalayan AKP Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu’ndan alıp da CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na vermiyordu. Davutoğlu’nun da koalisyon hükümeti kurmak gibi bir niyeti zaten yoktu. O nedenle AKP-CHP görüşmeleri “istikşafi görüşmeler” olarak siyasi tarihe yazılıyordu.
Kurulmama üzerine yürütülen “koalisyon görüşmeleri”nde AKP her otokrak sürecin başlangıcında yaptığı gibi kafasındaki “koalisyon”a sihirli bir kelime eklemişti. O sihirli kelime de “reform”du. AKP’ye göre CHP ile kurulacak “koalisyon” uzun süreli olmamalıydı, olsa olsa üç aylık bir “reform hükümeti” olabilirdi. Özcesi, AKP “bir şekilde” seçimi yeniletecek yola daha baştan girmişti. CHP “AKP’nin şansımı yeniden denemek istiyorum” diyen AKP’nin bu önerisini de kabul etmedi. Çünkü CHP’ye göre de kurulmak istenen bir “koalisyon hükümeti” değil, 3-4 aylık bir “seçim hükümeti”ydi.
Nihayet toplam 40 saate yakın süren “istikşafi görüşmeler”in sonuncusu 10 Ağustos’ta yapıldı. Tam 4 saat 20 dakika sürdü, “Olmadı, olmuyor” dendi.
“Dış politika” dendi, “eğitim” dendi, “anlaşamadık” dendi. Aslında bu filmin bilinen sonuydu ve “senarist” senaryosunu filmin sonundan başlayarak yazmaya oturmuştu.
5 HAZİRAN'DA OLMAYAN: YAKALANMAYAN MİLİTANLAR ALANDA
Koalisyonun kurulamayacağının sinyali aslında daha seçimden 2 gün önce HDP’nin Diyarbakır mitinginde alınmıştı. IŞİD, HDP’nin Diyarbakır mitingini bombaladı. 5 kişi yaşamını yitirdi, 400’e yakın kişi yaralandı.
Eylemi gerçekleştirenler “tanıdık”tı. Daha o zamanlar kamuoyu tanımıyordu ama devlet tanıyordu: Orhan Gönder, Mustafa Kılıç, İsmail Korkmaz. Ve nihayet İlhami Balı ve Burhan Gök. Onları devlet tanıyordu, çünkü Suriye’ye geçip IŞİD’e katıldıkları dönemde istihbarat raporları “örgüte katıldılar” diye istihbarat raporları havada uçuşuyordu. Raporlardan da önce aileleri devlete başvurmuş, “yakınımız, oğlumuz IŞİD’e katılmış olabilir” diye ihbarlarda bulunmuşlardı.
Devletin kabul ettiği iddianameye göre bile Burhan Gök, IŞİD militanlarını sınır dışına geçirmek”le suçlanıyordu ama mahkemece tahliye ediliyordu. İlhami Balı’yı devlet o zaman bile IŞİD içinde etkinliğiyle “tanıyordu”. Özellikle bu iki isim daha sonra daha çok karşımıza çıkacak. “Ne olmadı”nın sembolleri olacak.
Haklarında arama kararı vardı ve nasıl oluyorsa bu arama kararına rağmen özellikle Orhan Gönder, “provakasyon olabileceği” devletçe de kabul edilen HDP mitinginde alana gelmeyi başarmıştı. Annesi Hatice Gönder, Orhan Gönder’in müdavimi olduğu, İslam Çay Ocağı’nı ve buranın örgütün nasıl üssü haline geldiğini oğlu için kendisinin yaptığı ihbarları şöyle anlatacaktı:
“2014’te oğlum namaz kılmaya başladı. Kıyafeti değişti, sakal bıraktı. Oğlumdaki değişikliğin sebebini öğrenmek için durumunu çok araştırdım. Kiminle takıldığını öğrenmeye çalıştık. Ancak bir şey bulamadık. Sonra emniyete başvurduk. İfadesini alıp bıraktılar. Oğlum ve arkadaşlarının beraber takıldığı ‘İslam‘ adında bir kafe vardı. Aileler olarak o kafeye gittik. Kafe iki katlıydı. İkinci katta namaz kılınıyordu. IŞİD bayrakları duvarlara asılmıştı. Aileler olarak 3-4 kez oraya baskın yaptık. Durumu devlete de bildirerek oranın kapatılmasını istedim.’’
Ama İslam Çay Ocağı daha uzun süre açık kalacak, daha çok “geleni gideni” olacaktı. Aslında “2015 Haziran ayından Kasım ayına kadar ne olmadı?”nın cevabı bu çay ocağındaydı.
YIKILAN DOLMABAHÇE MASASI
Belli ki “senarist” senaryoyu “milliyetçi / güvenlikçi” tema ile ilerletecekti ama bir sorun vardı. Yarın kendisine, “iyi de siz HDP ile Dolmabahçe’de buluştunuz ve bir mutabakat yaptınız” denilirdi. O halde o mutabakatın bozulması gerekiyordu.
IŞİD, Ekim 2014’te Kobani’yi, ilgilisinin nasıl gerçekleştiğini bildiği şekilde kutaşmıştı. Kürt halkı ve HDP bu kuşatmayı protesto ediyordu ama 2015 Haziran’ın da seçimler vardı ve AKP, Kürt seçmeni tamamen uzaklaştıramazdı. Nihayet dişler seçim sonuna kadar sıkıldı. Haziran 2015 seçimlerinin kesin sonuçlarının açıklanmasından bir ay sonra, 17 Temmuz 2015’te Cumhurbaşkanı Erdoğan “Dolmabahçe Mutabakatını tanımıyorum” diyecekti.
ARANIRKEN YAKALANMAYANLAR VE SONUÇ: SURUÇ KATLİAMI
Siyaset, 10 maddelik Dolmabahçe Mutabakatını yırtarken IŞİD de sınırın beri tarafına daha çok girer olmuştu. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Dolmabahçe mutabakatını tanımadığını açıklamasının üzerinden daha üç gün geçmişti ki Suruç’ta bombalar patladı: IŞİD’in “kuşattığı” Kobani’ye yardım götürmek için toplanan Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu’na bağlı gençler basın açıklaması yaparken düzenlenen canlı bomba saldırısında 33 kişi öldü, 100’e yakın kişi de yaralandı.
Canlı bomba, Abdurrahman Alagöz’dü. Nihayet kardeşi Yunus Emre Alagöz de 3 ay geçmeden Ankara Gar Katliamını gerçekleştirecekti. Abdurrahman Alagöz, IŞİD’in Türkiye’deki çekirdeği “Dokumacılar”dandı ve hakkında arama kararı vardı. Dahası, bombayı taşıdığı hizam (canlı bomba yeleğine verilen ad), daha önceki patlamalarda kullanılanla aynıydı. Alagöz öncesinde sınırdan birçok kez Suriye’ye geçiş yapmış, geri dönmüştü. Alagöz bu geçişleri, ailesinin “Oğulumuz kayıp, canlı bomba olmuş olabilir” diye ihbar ettiği günlerde yapıyordu.
O’nun sınırdan geçişlerini sağlayan isimse daha sonra Ankara savcılarının, IŞİD’in asıl Türkiye sorumlusunu arama ihtiyacı duymadan Gar Katliamında “Türkiye sorumlusu” olarak tanımlayacakları İlhami Balı’ydı. İlhami Balı örgütün sınır sorumlusuydu. Resmi adresine iki polis gidiyor, bir türlü “adresinde bulunamıyor”, “adresinde bulunamamıştır” diye tutanak tutulup dosyasına gönderiyordu.
Balı’nın dosyası, daha sonra örgüt içinde “yükselecek” ve nihayet Ankara Gar Katliamını organize edenler arasına girecek olan Deniz Büyüklebi’nin dosyası ile birlikte ayrıldı, gıyabi tutuklu olarak yargılanmaya devam edildi.
Elde bir tek, örgütün “lojistikçi”si Yakup Şahin kalmıştı. Şahin 34 kez ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkum edildi. Deliller soruşturma aşamasında da başından beri Yakup Şahin’i gösteriyordu ama O’nun tutuklanmadan daha “işleri” vardı: Ankara Garı’nı patlatan canlı bombayı Ankara’ya getirecekti. Daha bu patlama için gübre pazarlığı yapacaktı. Bu, devletin umursamadığı bu “gübre pazarlığı”na birazdan geleceğiz. Nitekim Yakup Şahin’in mahkum olduğu Suruç davasından tutuklanması da Ankara Gar Katliamından sonra oldu. Artık “işini bitirmişti.”
Dosya tek mahkumiyetle kapandı, geriye, “olmayan”, “yapılmayan” uzun liste kaldı. Örneğin; Abdurrahman Alagöz’ün katliam öncesinde Suriye’ye nasıl ve ne kadar gidip geldiği, O’nu oraya kimlerin getirip götürdüğü hiç araştırılmadı. Örneğin; katliam öncesinde telefonundan kimlerle konuşmuş bu da sorulmadı. Dahası canlı bomba saldırısı niye önlenmedi diye soran da olmadı. Sadece Emniyet Müdürü Mehmet Yapalıal’a görevi “kötüye kullanmak”tan 7500 lira adli para cezası verilip taksit yapıldı.
CEYLANPINAR’IN FAİLLERİ BULUNMADI
Canlı bomba saldırılarını IŞİD gerçekleştiriyordu ama bütün bunlar daha sonra yürürlüğe konulacak olan “güvenlikçi / milliyetçi” politikaların gerekçesi olamazdı. “Devlet” saldırıya uğramamıştı. Ne yazık ki o saldırı da gecikmedi. Suruç katliamından 2 gün sonra, 22 Temmuz’da Ceylanpınar’da iki polis evlerinde başlarına kurşun sıkılarak katledildi.
Saldırıyı önce, o güne kadar PKK üzerine çalışan “güvenlik”çilerin bile ismini duymadıkları “Apocu Fedailer” üslendi. Üstlenme de bir garip duruyordu ve PKK nihayet, “olayın bizimle bir ilgisi yok” diyecekti. Nitekim olayla ilgili soruşturma sonunda 9 kişi yakalandı, tamamı beraat etti. Yargılama 3 yıla yakın sürdü. Elde “faili meçhul” bir dosya kaldı. “2015 Haziran - Kasım arasında ne olmadı”nın en somut örneği bu polis katliamının faillerinin “bulunmaması” oldu.
Güvenlik güçlerine yönelik saldırıların başlangıcı belki 22 Temmuz’daki Ceylanpınar olayıydı ama devlete asıl saldırılar 2015’in Eylül ayında oldu. Dağlıca saldırısında 16 asker yaşamını yitirdi. İki gün sonra 8 Eylül’de Iğdır’da 13 polis şehit oldu. Her iki saldırıyı da PKK’nın gerçekleştirdiği belirtiliyordu. Faillerinin operasyonlarda “etkisiz hale getirildikleri” açıklandı.
VE NE OLMADI?: GAR KATLİAMININ 1 NUMARASI ARANMADI
“2015 Haziran – Kasım seçimleri arasında ne oldu”ları sayacak olsaydık, “Ankara’da Gar Katliamı yaşandı” diyerek bu olayın yazının başında bahsettiğimiz “koalisyon kurmaya yanaşmayan” AKP’ye nasıl yaradığını dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun “memnunuz” diye başladığı şu sözlerini aktarmakla yetinebilirdik:
“Anketler geliyor, öncesinde beyanname (seçim beyannamesinden söz ediyor) öncesinde sonrasında anketler yaptık. Şimdi Ankara’da terör saldırısı sonrasında kamuoyunun nabzını tutuyoruz. Oylarımızda bir yükseliş trendi var. Saldırıdan sonra 43-44 bandına doğru bir yükselme devam ediyor.”
Peki “ne olmadı” da bu yükselme oldu?
Birincisi ve en somut olanı; saldırıyı gerçekleştirilen canlı bomba aranırken yakalanmamıştı. Yunus Emre Alagöz, Suruç katliamının canlı bombacısı Abdurrahman Alagöz’ün kardeşiydi. Ailesi tıpkı Abdurrahman Alagöz gibi Yunus Emre Alagöz için de “İslam Çay Ocağı’na gidip geliyordu, kayboldu. IŞİD’e katılmış olabilir” diye ihbarda bulunmuştu.
Yunus Alagöz de tıpkı kardeşi Abdurrahman gibi şöyle bir gözaltına alınıp bırakılmıştı. Ailesi ihbarda bulununca da hakkında arama kararı çıkarılmıştı. İşte Ankara Gar Katliamını gerçekleştiren Yunus Alagöz, aranırken 700 km yol yaparak Ankara’ya geldi ve Gar’ı patlattı.
Ne de olsa “lojistikçi”si sağlamdı: Yakup Şahin. Yakup Şahin Ankara Gar katliamını organize ederken bomba yapımında kullanacağı gübreyi temin etmişti. Üstelik bu gübreyi almaya çalışırken 30 Eylül’de Nizip İlçe Emniyet Müdürlüğü’ne “az önce şüpheli bir şahıs bizden gübre almaya çalıştı” diye ihbar gelmişti. Nizip Emniyeti durumu aslında çözmüştü. Bu “şüpheli şahsın Yakup Şahin olduğu” bulgusuna ulaşılmıştı. Ama olmadı, Yakup Şahin her nasılsa yakalanamadı. O kadar ki şehir merkezinde polisle çatışmaya girmiş, yine de “kaçmayı” başarmıştı. İşte o Yakup Şahin 10 Ekim katliamını gerçekleştiren canlı bombayı 700 km yok katederek Ankara’ya getiren lojistikçiydi. Yakup Şahin “işini bitirdikten” sonra, 10 Ekim 2015’ten sonra yakalandı. Üstelik bu “gübre pazarlığı”nın dosyaları uzun bir süre “kaybolmuş”, ta ki Gar Davası bittikten sonra Ankara Adliyesi’nin orta yerine 9 çuvalın içine bırakılıvermişti.
Gar Katliamında cevabı “olmayan” bir soru hep varlığını korudu. Lojistikçi Yakup Şahin’di de talimatı kim vermişti?
Savcılar çözümü bulmuştu. IŞİD’in Türkiye sorumlusu İlhami Balı olarak ilan edilecekti. Oysa ki Balı -elbette bu görev de kritik bir görevdi ama- örgütün sadece sınır emiriydi. Balı sadece Türkiye’den Suriye’ye militan taşır, sınırdan da Türkiye’ye canlı bomba geçirirdi.
Oysa ki yazışmalar, “talimatı kim verdi?” sorusunun yanıtı olarak Ebu Zeyneb kod adlı birini gösteriyordu. Bu yazışmalarda, canlı bombayı, Yakup Şahin’in koordinesinde Ankara’ya gönderen Gaziantep Şeyhi Yunus Durmaz, Gar Katliamını için, gerçek isminin Ebu Zeyneb El Rakkavi olduğu yönünde bilgi bulunan Ebu Zeyneb’den izin istiyordu.
Soruşturma sırasında savcılardan, hakimlerden kimse “bu Ebu Zeyneb kimdir” diye sormadı. Bu da “5 Haziran – 1 Kasım arasının olmayanlarından”dı.
Bu “olmayan”ların sonunda Ankara Katliamı gerçekleşti.
Zaten de 10 gün sonra seçimler yenilenecek, Davutoğlu’nun “memnun olduğu” yüzde 43-44’lük oran yüzde 49.50’yi görecek, partisi tek başına iktidar olacaktı. Artık ne “Reform hükümeti”ne ne de “koalisyon”a gerek kalacaktı