MEHMET DEPREM
ÖLENDEN HÜKÜM KALKAR MI?
Sanırım 10 yıl önceydi. Yine bir kış günü İsveç’e ailemi ziyarete gidiyordum. Stockholm Arlanda Havaalanı’na indiğim terminalde bazıları hayatta, bazıları ölmüş İsveçli ünlü kişilerin devasa posterleri asılıydı. Ingrad Bergman, Björn Borg, Alfred Nobel, Zlatan ibrahimoviç, ABBA vb. Bazılarını tanıyordum ama birçoğunu ilk defa görmüştüm. Aralarından derin ve biraz deli bakışlı biri dikkatimi çekmişti. Uzun yıllardır İsveç’te yaşayan abime sordum “Bu sert bakan dayı kim?”
“August Strindberg, İsveçli bir tiyatro yazarı. Bugün yazdıklarını yazsa aforoz edilir. İnanılmaz kadın düşmanı biri” dedi ağabeyim. İsveç gibi kadın hakları konusunda dünya genelinden çok ileri bir seviyede olan bir ülkede böyle bir yazarın resminin başkent havaalanlarını süslemesine şaşırmıştım. Sonra sohbete devam ettik. Ağabeyim yazarın birkaç aforizmasını aklında kaldığınca söyledi.
"Aile! tüm toplumsal kötülüklerin yuvası, rahatına düşkün (Fahişe dediği de söylenir) ev kadınları için bir hayır kurumu, ev erkekleri için demir atılacak bir liman, çocuklar için ise bir cehennem" demiş mesela. Bugün bu minvalde konuşacak bir kişi ünlü dahi olmasa sosyal medyada bir günlüğüne ünlü yapılarak linç edilir, ki hak etmiştir bu linci.
August Strindberg’ın kadın düşmanlığını muhtemelen psikiyatrlar onun kadınlara duyduğu hastalıklı bağlılıkla açıklayabilirler; ikisi aktris, biri tiyatro eleştirmeni üç kadınla evlenen, boşanmaları hep olaylı olan ve sonu delilikle biten hayatı biz sıradan insanlara nefret etmek için yeterince neden veriyor aslında.
Yaşadığı 1800’lü yılların sonlarında yükselen ilk kadın hareketlerinin etkisiyle kendisine nefret duyulmuş. Evliliğinde yaşadığı şiddet suçları sebebiyle birkaç kere ülkesi İsveç’ten kovulup, sürgünde yaşamak zorunda kalmış. Tüm bunlara rağmen ölümünün 100. Yılı İsveç’te (2012) bu “kadın düşmanına” atfedilmişti.
Sebebi oldukça basitti; sanatçılar yalnızca kişilikleriyle veya siyasi fikirleriyle değil yarattıkları eserleriyle toplumlarına ve dünyaya değer katarlar. Bu anlamda August Strindberg yazdığı tiyatro oyunları ile İsveç’i İsveç yapan önemli yapı taşlarından bir değer olarak görülüyor.
Başka bilinen bir örnek; Salvador Dali. II. Dünya savaşı sonrasında İspanya-Katalonya'ya geri döndüğünde, faşist diktatör Franko rejimi ile yakınlaşmış. Franko rejimine destek vermiş ve Franko'yu İspanya’yı yok edici güçlerden temizlediği için teşekkür etmiştir. Ayrıca Franko'yu çıkardığı idam hükümleri için tebrik etmiştir. Yetmemiş ki Franko'nun ninesinin resmini çizerek bizzat kendisine hediye etmiştir. Hayatı abartılı şöhret ve para merakıyla geçen Dali’nin bugün Franko'ya karşı hislerinin samimi mi yalancı mı olduğunu belirlemek çok kolay değildir ama faşizmin değirmenine su taşıdığı aşikardır.
Peki bu Dali’nin sürrealist resim sanatına katkısına halel getirir mi? Şüphesiz ki getirmez.
Bunu sindirmek zor olsa da sürreal olmayacak kadar temel bir gerçek gibi bizi bir seçime zorluyor. Sanatçıyı neye göre değerlendireceğiz?
Sanatına göre mi? Hayatına göre mi?
Geçen hafta Yunanistan ve Türkiye iki büyük sanatçısını kaybetti.
Mikis Theodorakis ve Ferhan Şensoy
Theodorakis; 1925 yılında Sakız Adası’nda başlayan hayatı 17 yaşında Hitler’e karşı direniş içinde şekillendi. Defalarca hapse girdi. İdama mahkûm edildi. 1980-1990 arasında Yunanistan Komünist Partisi’nde (KKE) milletvekilliği yaptı. 1990 yılında merkez sağ Miçotakis hükümetimde bağımsız milletvekili olarak görev aldı. Türkiye-Yunanistan yakınlaşmasında gelmiş geçmiş en etkin siyasetçilerinden biriydi.
Günlük siyaset kendi döngüsünde devam ediyordu.
Yılların komünisti Theodorakis 92 yaşında 2018 yılında şimdi artık yasaklanmış olana faşist-ırkçı Altın Şafak Partisi’nin “Makedonya Yunan’dır Yunan kalacak” (Kıbrıs Türk’tür Türk Kalacak gibi miting ismi ne kadar tanıdık değil mi?) mitingine katıldı.
Buna öfkelenen anarşist gençler Theodorakis'in evinin duvarına kırmızı boyayla "Milliyetçi ayak takımına yanladın. Hikayen dağlarda başladı (Nazilere karşı) ama Syntagma Meydanı'nın pis çamurlarında bitti" yazdılar…Solculuktan ulusolculuğa yolculuk bizde de sıklıkla düşülen bir “yurtseverlik” çukuruydu ve çok tanıdık gelmişti bu savrulma bana.
Yunan Komünist Partisi (KKE) Genel Sekreteri Kuçubas’ın Mikis Theodorakis'in ölümü üzerine geçen yıl kendisine yazdığı mektup yayınlandı: "Hayatımın en olgun yıllarını KKE bayrağı altında geçirmişim. Bu dünyadan komünist olarak göçmek istiyorum" diyordu.
Perde kapanmış vasiyet söylenmişti… Geriye başta Zorba olmak üzere onlarca film müziği, bale, opera, ilahi, tiyatro, senfonik eser kalmıştı. Tüm ülkede 3 gün resmi yas ilan edildi.
Ferhan Şensoy; Hiçbir zaman radikal bir muhalif olmadı ama yaklaşık 33 yıl sahnelediği Ferhangi Şeyler oyunuyla hükümetler değişse de muhalif çizgisini korudu.
Bir röportajında duruşunu şöyle açıklıyordu?
-Siz de muhalif birisiniz her iktidar döneminde de ben sizi muhalif biri olarak gördüm. Muhalif olmanın bedeli nedir bu ülkede?
-Muhalif olayım diye yaptığım bir şey değil. Dünya görüşüyle ilgili ama zaten sanatçı muhaliftir, muhalif olmayan sanatçı pek tanımadım ben. Özellikle batıda. Muhalif derken bir partinin adamı olarak değil, o hep muhalif olarak eleştirendir, ülkenin gidişatı konusunda fikrini sunar. Bu iktidar gitti diğeri geldi ben yine muhalifim, eleştirilmesi gereken odur o zaman. Sanata o pencereden baktığım için muhalif olmayana sanatçı demem ben!
Bunu diyordu ama bir yandan da Türkiye’nin en karanlık siyasi hareketi olan Vatan Partisi’nin Aydınlık gazetesinde yazıyordu Ferhan Şensoy. Artık ulusalcılığı da aşan koyu bir sağcı siyasi komedi unsuruna dönüşen Doğu Perinçek’e methiyeler düzüyordu köşe yazısında.
“Perinçek’in mükerrer suçları; Ulusalcı olmak, aydınlıkçı sosyalist olmak, “Ermeni soykırımı” safsatasının balonunu delmek, haysiyetsiz olmamak, şerefsiz olmamak, vatan haini olmamak, hırsız olmamak!”
“Anti-Emperyalist” Taliban’ın Afganistan’da iktidara gelip ilk icraat olarak üniversiteli kadınları kırbaçlamasını “30 Ağustos Ateşi Afganistan’da parlıyor” diye selamlayan Perinçek’in Aydınlık Gazetesi’nde yazmış olmak muhtemelen bugün Ferhan Şensoy’u da rahatsız ederdi ama bunu tahmin etmek zor.
Ölümünün ardından bir taziye mesajı bile yayınlanmadı. İslamcı iktidar en azından “Şahları da Vururlar” oyununu hatırlayıp bir taziye mesajı yayınlayabilirdi ama onu bile fazla gördüler.
Toplumsal kutuplaşmanın bu kadar keskinleştiği bir ülkede şu hikâyeyi hiç unutmamak sanırım en sağlıklı olanı.
Ünlü Fransız düşünür ve Marksist kuramcı Jean Paul Sartre Fransa`nın Cezayir`i işgaline karşı çıkmıştır. Paris sokaklarında, Fransa`nın Cezayir`i işgaline karşı çıkan bildiriler dağıtmıştır.
Kendisine Fransa`nın en büyük devlet nişanı olan "Legion d`honneur" veriliyor. O elinin tersi ile itiyor. Bu işgal döneminde Sartre`a Nobel ödülü veriliyor.
Ödüle verdiği cevap "Bu ödülü bana teklif etme fikri, kapitalistlerin benden intikam alma isteğinden başka bir şey değildir" diyor.
Bütün bu yaptıklarından sonra, “kulağının çekilmesi için”, zamanın muktediri ve 2. Dünya Savaşı kahramanı milliyetçi Devlet Başkanı General De Gaulle’e şikâyet ediliyor.
Cumhurbaşkanı De Gaulle`ün cevabı tarihi niteliktedir.
"Jean Paul Sartre`a dokundurmam. Sartre, Fransa`dır."
Ez cümle; Sanatçıları bize bıraktıkları eserleriyle anmak sanırım en adil olanı.
Kadın düşmanı, milliyetçi, ırkçı veya hatta bir katil olsa bile onları toptan silmek kendi kişisel ve toplumsal hafızamızı silmek gibi geliyor bana.
Kendi değerlerine Fransız veya Yunan devleti kadar “yüce gönüllü” raconlar kesen bir devletimiz hiç olmadı. Hep bir nefretle yaklaştı kendisinden olmayana. Nazım Hikmet, Ahmet Kaya, Yılmaz Güney …mezarları bile bu topraklarda istenmedi.
Türkiye’yi Türkiye yapan biraz da onlardı halbuki.
Kendime kişisel not: Şair İsmet Özel bir gün hakkın rahmetine kavuşursa ve ben hayatta olursam onu sıkı sosyalistlikten bugün vardığı “Kürtler asimile edilmese, Aleviler Sünnileşmesse Türkiye Cumhuriyeti haritadan silinir” faşizan İslamcılığıyla değil şu eşsiz dizeleriyle hatırlamayı umut ediyorum.
Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız
ve devam ediyor başkalarının hınçlarıyla
düşmanı gösteriyorlar,ona saldırıyoruz
siz gidin artık
düşman dağıldı dedikleri bir anda
anlaşılıyor
baştan beri bütün yenik düşenlerle
aynı kışlaktaymışız
incecik yas dumanı herkese ulaşıyor
sevinç günlerine hürya doluştuğumuzda
tek başınayız.
Diyorum hepimizin bir gizli adı olsa gerek
belki çocuk ve ihtiyar, belki kadın ve erkek
hepimiz, her birimiz gizli bir isimle adaşız
yoksa şimdiye kadar hesapların tutması lâzımdı
hayatımıza kendi adımızla başlardık
bilmediğimiz bu isim, hesaptaki bu açık
belki dilimi çözer, aşkımı başlatırım
aşk yazılmamış olsa bile adımın üzerine
adımı aşkın üstüne kendim yazarım.