CAN ERTUNA
"Pop-belgesel" kuşağında yeni bölüm: "Kedicik"
CAN ERTUNA
Adnan Oktar örgütüne dair 140 Journos ekibi tarafından hazırlanan “Kedicik” adlı yapım bu yazı yazıldığı sırada YouTube’da 3 milyondan fazla izlenmiş, küllenen konu yaygın medyanın gündemine yeniden gelmiş ve haber içeriğiyle pek de haşır neşir olmayanların dahi gündelik sohbetlerine yansımıştı. Odakta Adnan Oktar ve örgütünün kız çocuklarına yönelik istismar sistemi ve kadınlara toplu tecavüze varan işkence ve alıkoyma mekanizması vardı. Yapımı izleyenler ve konuyu bilmeyenler için seçilen söyleşilerin çeşitliliği, erişilen arşivler ve kurgunun akıcılığı sarsıcı bir etki yaratıyordu. Başta ben de çizilen sınırlı çerçevenin başarıyla işlendiğini düşündüm. Ancak işkence ve tecavüzün bu kadar uzun ve ayrıntılı anlatılmasının zamanında o yapıda bulunmak zorunda kalıp sonrasında normal hayata adapte olma mücadelesi veren kadınların mağduriyetini artırabileceği de ortada. Acaba sansasyonel içerikten elde edilecek tık sayısı ve doğru orantılı olarak gelir buna değer mi? Aynı zamanda temel başka bazı sorular var: Yaklaşık 76 dakika süren bu uzun programın sonunda yeni ne öğrendik? Daha önce sorulmayan sorular sorulup yanıt alındı mı? Yoksa bu etki, daha önce bilinen konuların yeni medya estetiği ve müzikle yeniden paketlenip “poplaştırılması” ile mi elde edildi? Peki bu yapılırken örgütün siyaset, bürokrasi, yargı, spor, sanat ve eğlence alanlarıyla ilişkisinin işlenmemesi acaba bir tercih miydi?
“Adnan’ı” beklerken
Öncelikle yapımın sonunda aslında “Kedicik”in bir serinin parçası olduğu ve serinin “Adnan” adlı bir diğer bölümle süreceği bilgisi veriliyor. Yukarıdaki son sorunun serinin diğer bölümlerine dair de hala geçerli olup olmayacağına dair bilgi almak için 140 Journos kurucusu, Engin Önder’e ulaşmaya çalıştım ancak yazı yayınlanana kadar bir yanıt alamadım.
Önder daha önceki bir söyleşide kendilerini gazeteci olarak nitelendirmediklerini ve yaptıkları işin bir “yaratıcı belgesel” olduğunu açıklamıştı. Oysa iletişim akademisyeni Emre Tansu Keten bir söyleşide ekibin gazetecilik yaptığına dair ifadelerini aktarıyordu. Kime gazeteci, hangi işe gazetecilik denir ya da denmez bu yazının sınırlarını aşan ayrı bir tartışma konusu. Burada bir “ancak” var ama. “Kendimize gazeteci demiyoruz” ya da “yurttaş haberciliği yapıyoruz” yaklaşımının toplumda gündem oluşturan içerikler hakkındaki eleştirilere dokunulmazlık kazandırması söz konusu olmamalı. Çünkü “göstererek gizlemek”, yani konunun salt bir boyutunu öne çıkarıp, “cambaza bak” demek ve diğer kritik boyutlarını tartışma dışı bırakmak aslında bir gündem oluşturma tercihi. Bu da özellikle Adnan Oktar ve örgütüyle ilişkilerini unutturmak ya da gizlemek isteyen güç ve şöhret sahiplerinin oldukça işine yarayabilecek bir tercih. Bir yazıda ya da yapımda yanıt aranmayan ya da sorulmayan sorular, sorulanlardan fazlaysa bunun nedenini düşünmek gerekiyor. Medya sektöründe çalışanlar bilir ki bu basitçe “bu kadar süreye ancak bunları sığdırabildik” denilebilecek bir konu değil, çoğu zaman bir editoryal tercihtir.
Bilinenler ve söylenmeyenler
Başta da ifade ettiğim gibi, kolay ve süresine rağmen hızla tüketilebilir nitelikte hazırlanmış “Kedicik”, sosyal medya algoritmalarının da yardımıyla büyük bir hızla yayıldı. Konuyu ve davayı takip etmeyenler için yapımdaki birçok ayrıntı yeniydi. Üstelik o dönemde operasyonun başında olan eski İstanbul Mali Suçlarla Mücadele Şube Müdürü Furkan Korkmaz soruşturma sürecine ilişkin ayrıntıları anlatıyordu. Oysa basit bir tarama yapınca aslında birçok unsurun daha önce yazılıp çizildiği, anlatıldığını görmek mümkün. Öncelikle uzun zaman önce konuyla ilgili yazılan Hakan Erol’un “Turnike” ve Mine Kırıkkanat’ın “Adnan’ın Tek Taşı” kitaplarında önemli ayrıntı ve iddialara yer verilmişti. Örgütten ayrılan isimlerin geçmişte çeşitli programlarda gündeme gelen ayrıntılı anlatımlarına da YouTube üzerinden ulaşmak mümkün. Yapımda kendisiyle de söyleşi yapılan gazeteci Barış Terkoğlu, “Kedicik”ten sonra eleştirel medya kuruluşlarında yeniymiş gibi haberi yapılan konuyu, yani örgüte dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’dan habersiz operasyon yapıldığı yönündeki iddiayı yaklaşık iki buçuk sene önce köşesinde, yapımda gündeme getirilenden daha ayrıntılı şekilde, isim vererek yazmıştı. Terkoğlu, o dönemde örgütün siyaset, yargı ve bürokrasideki bağlantılarına ilişkin çok sayıda farklı iddiayı da tek tek isimler vererek kaleme almıştı ki bunların da çoğuna 140 Journos yapımında yer verilmedi. Eksik kalan başka kritik noktalar da vardı. Gazeteci İpek Özbey “Kedicik” yayınlandıktan sonra, yapımda konuşan dönemin Mali Şube Müdürü Furkan Sezer’i yayınına konuk aldı. Örgütün siyasetteki ilişkilerini gazetecilik refleksiyle sorgulayan Özbey, Sezer’den eski bir Çalışma Bakanı’nın operasyonun hemen öncesinde örgüte bilgi sızdırdığı ve onları uyardığı bilgisini ekrana taşıdı. Sezer’in açıklamasına göre bu Bakan’ın o dönemde olayla ilgili ifadesi alınmamıştı. Ertesi akşam gazeteci Saygı Öztürk bu ismin Yaşar Okuyan olduğunu açıkladı. Aslında “Turnike” kitabı yazarı Hakan Erol iki yıl önce canlı yayında dahi bu ismi telaffuz etmişti. Erol yayında medya ve magazin çevrelerinden isimlere de yer veriyordu.
“Kaytaran” medya
ABD’li siyayset bilimci Michael Parenti, Türkçe’ye de çevirilen “medya kaytarıyor” adlı makalesinde “işin derinine inmemeyi” salt bir gazetecilik zafiyeti olarak değil ancak aynı zamanda siyasi olarak riskli konularda ileri gitmemenin bir taktiği olarak açıklar. Yani bir nevi “aman ağzımızın tadı kaçmasın Ali Rıza bey” durumu... “Kedicik” ve sonrasında yapılan haberleri iki aşamada ele almakta fayda var. İlki 140 Journos ekibinin yukarıda tartışılan “çerçeveleme” tercihi, yani meseleyi ağırlıklı olarak kadınlara istismar ve işkence üzerinden sunmak. Bu yapının siyaset, bürokrasiyle bağı irdelenmedikçe ve ortadaki büyük paranın izi takip edilmedikçe fail salt bu örgütün lideri, üyeleri ve kısıtlı bir sempatizan yapısı olarak karşımıza çıkıyor. Oysa yıllardır bunlar yazılıp çiziliyordu, hatta örgütten kurtulanlar çeşitli mecralarda seslerini duyurmaya çalışıyordu ve buna salt dönemin erk sahipleri değil, medyanın da büyük kısmı sessiz kaldı. Şimdi rüzgârın yönü biraz değişince o dönemde konuşan, yazıp çizen bir avuç gazeteci dışındaki isimlerin de konuyu daha farklı boyutlarıyla gündeme taşımaya hazır olduğu görülüyor. Oysa sessiz kalınan yıllarda çok sayıda insan bu örgütten kurtarılabilirdi ve dolayısıyla bu örgütün üzerine gitmemenin ağır bir vebali var. İkincisi, daha önce gazetecilerin yazdıkları konuların bugün yine yeniymiş gibi verilmesi ve manşetlere çekilmesi, kurumlarda gazetecilik refleksinin yitirilmesi ve bununla birlikte medyadaki yaşanan hafıza kaybını belgeliyor adeta. Geçmişte yazılıp çizilen ancak bir türlü “ana akımlaşmayan” konuların belirli bir yankı odası içinde sönümlenmesi de Türkiye’de kurulan medya düzeninin iktidar sahipleri için ne kadar “başarılı” işlediğinin göstergesi.
“Kedicik” kitlelere hitap eden anlatısıyla önemli bir konuyu şartların uygun hale geldiği dönemde “ana akımlaştırdı”. Bu kez de ortada sorulamayan sorular, derinine inilemeyen konular ve aslında eksik çizilmiş bir “büyük resim” kaldı. “Adnan” ya da varsa sonraki bölümler bu boşluğu dolduracak mı, bunu görmeyi bekliyoruz. İçerik üreticiliği ve gazeteciliğin birbirine karıştığı bir tabloda denge, şeffaflık ve hesap verebilirlik gibi temel ilkeler zedelenebiliyor. Oysa iyi gazeteciliğin, haberin kaliteli sunulabildiği güncel bir dil ve biçimle kitlelere ulaştırılabilmesinin, kamu adına çok daha faydalı olduğunu biliyoruz.