NURİ GÜNAY
Susurluk kazasıyla ortaya çıkan neydi?
Yarın Susurluk kazasının yıl dönümü. Üzerinden yirmi sekiz yıl geçmiş. İnsan ömrü için uzun bir zaman. Benim gibi o yıllarda liseli olanlar iyi hatırlar. Sanıyorum pek çok kişi o günlerde yapılan meşhur eylemlere katılmıştır.
“Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık,” diyen milyonlarca insan, 1997 yılının Şubat ayından itibaren, akşam saat dokuzda ışıklarını söndürüp yakıyor, tenceresini tavasını kapan balkonlara çıkıyor, ses çıkartıyordu. Bir süre sonra sokaklara inildi, mumlar yakıldı.
Balıkesir'in Susurluk ilçesinde dört kişiyi taşıyan bir otomobilin, benzin istasyonundan çıkan bir kamyona çarpması ülkemizi yeni bir dönemece sürüklüyordu.
Otomobildeki üç kişi yaşamını yitirmiş, bir kişi ise sağ kurtulmuştu. Yaşanan çokça rastladığımız bir kazadan çok ötesiydi. “Derin devlet”, “mafya-siyaset-polis üçgeni” gibi kavramlar bundan sonra herkes tarafından konuşulmaya başlandı.
Ortaya çıkanlar ülkemiz tarihinin çok somut bir gerçeğine, kontrgerillaya işaret ediyordu.
Başbakan Necmettin Erbakan “gulu gulu dansı yapıyorlar”, Adalet Bakanı Şevket Kazan, “mum söndü oynuyorlar,” diyordu.
Halkın tepkisi günden güne daha da büyüyor, hükümeti hedef almaya başlıyordu. Ülkenin üzerindeki karanlık kalksın arzusuyla başlayan eylemlerde bir süre sonra “Türkiye laiktir laik kalacak,” sloganı baskın hale gelmeye başladı.
Şüphesiz laiklik, bugün de olduğu gibi halkın büyük bir kesimi için aydınlık bir geleceğin temel şartlarından biriydi. Fakat her zaman olduğu gibi egemenlerin derdi başkaydı. Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık eylemleri de, laiklik talebi de, devlet içinde bir tasfiye ve restorasyon sürecinde istismar edildi.
Susurluk kazası: Buzdağının bir kısmı
Kaza sonucunda araçta bulunan eski Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ, Gonca Us ve Mehmet Özbay olay yerinde hayatını kaybetmiş, Doğru Yol Partisi Şanlıurfa Milletvekili Sedat Bucak yaralı kurtulmuştu.
Kısa süre içinde Mehmet Özbay kimliğini taşıyanın Interpol tarafından aranan Abdullah Çatlı olduğu anlaşıldı. Çatlı, Abdi İpekçi Suikastı, Bedrettin Cömert'in katledilmesi, 1978'de Türkiye İşçi Partisi üyesi yedi öğrencinin katledilmesi gibi pek çok cinayet ve suçun failiydi. 1980 sonrası Avrupa’da uyuşturucu kaçakçılığı sebebiyle tutuklanmıştı.
Hüseyin Kocadağ bazı suç örgütleri ile bağlantıları olduğu söylenen bir isimdi.
Sedat Bucak’ın lideri olduğu aşiretin devletle ilişkileri çok iyiydi ve aşiret mensubu pek çok kişi koruculuk yapıyordu.
Kazayla ortaya çıkan ilişki ağı daha önce MİT’çi Mehmet Eymür tarafından hazırlanan iki raporla örtüşüyordu. Şüphesiz raporları hazırlayanlar devlet içindeki rakiplerini tasfiye etmek istiyordu. Zira kendileri de pek çok kontrgerilla faaliyetinin suçlusuydular.
Savcılığın dava açması ve TBMM bünyesinde Susurluk Araştırma Komisyonu kurulması bu süreçte oldu. İddiaların hedefinde Tansu Çiller ve İçişleri Bakanı Mehmet Ağar vardı. Ağar, istifa etti, bir süre sonra dokunulmazlığı kaldırıldı. Meral Akşener görevi devralırken, "Ağar'ın yükselttiği çıta aşağı düşürülmeyecektir" diyordu.
Ağar, Susurluk Komisyonunun sorduğu pek çok soruya cevap vermedi. Dokunulmazlığı kaldırıldı, mahkemeye çıktı ama hiçbir ceza almadan yargı süreci sona erdi. 2011 yılında ise Ankara Özel Yetkili 11'inci Ağır Ceza Mahkemesi, hakkında ‘suç örgütü yöneticisi’ olduğu iddiasıyla açılan davada Ağar'ı beş yıl hapis cezasına çarptırdı. Aydın’da bulunan cezaevinde bir yıl dört gün yattıktan sonra denetimli serbestlikle tahliye edildi.
Bu yıl, 15 Ekim’de basına yansıyan bir haberle öğrendik ki Mehmet Ağar’ın da bulunduğu 18 sanıklı davada verilen beraat ve zamanaşımı kararlarını yerinde bularak onadı.
Oysa buz dağının bir kısmının göründüğü Susurluk raporları bile bu yapılanmanın neler yaptığını ortaya koyuyordu. 1990'larda PKK ile mücadele için oluşturulduğu söylenen bazı yapıların faili meçhul cinayetler, mafya hesaplaşmaları ve uyuşturucu kaçakçılığı gibi suçlara bulaştığı iddia ediliyordu.
Bu tür tasfiye süreçlerinde bazı isimler gözden çıkarılır, feda edilir. Susurluk sonrası süren davalarda bu bile olmadı. En son beraat kararının onaylanması da “devlet adına suç işleyenlerin” cezalandırılmadığını bir kez daha gösterdi.
Bu cezasızlık hali bile meselenin “devletin içine çöreklenmiş çete” tanımının çok ötesinde olduğunu gösteriyor.
Derin devlet yeterli bir tanımlama mı?
Susurluk’ta bir kısmı ortaya çıkan yapıyı, devletin resmi yollardan yapamadıklarını yapan bir taşeron olarak görmek eksik olur. “Derin devlet” tanımının da yeterli olmadığını düşünüyorum.
Devletin gayrı resmi yöntemlerle birilerine iş gördürmesinin tarihi bizim ülkemizde epey eskilere uzanır. Bu gelenek 2. Dünya Savaşı sonrasında ABD öncülüğünde profesyonelleşmiştir. Antikomünizm, Soğuk Savaş yıllarında tüm dünyada gayrı nizami bir harp olarak örgütlendi.
Eski Nazi subaylarına ABD sahip çıktı ve onlardan fazlasıyla yararlandı. Kapitalist emperyalist blokta yer alan pek çok ülkede kurulan kontrgerilla elemanlarını bu subaylar eğitti. Ülkemiz dâhil pek çok ülkeden ordu mensupları bu eğitimler için ABD’ye gitti.
Kısa bir parantez; 1974 yılında başbakan olan Bülent Ecevit bu gerçekle Kıbrıs Barış Harekatı sonrasında yüz yüze gelmiştir. ABD ambargosuna kadar, giderleri ABD tarafından karşılanan gayrı nizami harp yapılanmasının bütçesi kesilince, bazı personelin maaşları dahi ödenemez duruma gelir. Bunun üzerine Ecevit’e para için başvurulur ve Ecevit böyle bir yapılanmadan yeni haberi olduğunu açıklar. Bu tarihten sonra “kontrgerilla var mı yok mu?” sorusuna hep maruz kalır.
Ülkemizden ABD’ye gidip eğitilenler öğrendiklerini 1950’de başlayan Kore Savaşı’nda pratik olarak da tecrübe ettiler.
Hemen ardından işkenceli sorgu tekniklerini, suikastları ülkemizde sosyalistlere dönük kullanmaya başladılar. 1952 yılında Türkiye’nin NATO’ya girişiyle birlikte bu yapılanma özel bir protokolle inşa edildi. Adı “Özel Harp Dairesi”, resmi adı “Seferberlik Tetkik Kurulu” oldu. Kurulurken meclisin, hükümetin dahi bilgisi yoktu. Yalnızca protokolde imzası bulunan Cumhurbaşkanı, Başbakan, İçişleri Bakanı ve Milli Savunma Bakanı’nın ordu üzerinden kurulan bu yapıya dair bilgisi vardı. Demokrat Partili yıllarda Türkiye; bölgesindeki Amerikancı, antikomünist siyaseti en başarılı biçimde yürüten ülkelerin başında sayılıyordu. Kontrgerilla ağı devletin güvenlik aygıtlarından bürokrasisine, sivil yapılanmalara kadar her yerde örgütlendi.
Bilindiği üzere “Yeşil Kuşak” siyasetiyle Siyasal İslam antikomünist hedef doğrultusunda palazlandırılmıştır. Milliyetçilik ise sivil faşist bir hareket örgütlemek için kullanışlı bir potansiyeldir. Yani resmi araçların yanında “sivil hareketler” de kontrgerilla yapılanmasının kolları olurlar.
Sosyal uyanışı durdurmanın bir aracı da 60’ların sonlarından itibaren sahaya sürülen sivil faşist odaklardır. Devrimci öğrencilerin, öğretmenlerin, grev yapan işçilerin, hakkını arayanların karşısında yalnızca güvenlik güçleri yoktur.
Ülkemizde işlenmiş siyasi cinayetlerin, kitle katliamlarının, provokasyonların hepsinde bu yapılanmanın parmağı vardır.
90’lar…
Ülkemizi 12 Eylül’e kontrgerilla taşımıştır. 12 Eylül hukuku bu ilişkilerin daha da kurumsal hale gelmesini sağlamıştır. Darbenin işkencecilerinin hepsi sonraki yıllarda önemli mevkilere gelmişlerdir. Sivil faşist katillerin bir kısmı yurtdışında kullanılmışlardır. Bazıları mafyalaşmış, devletin güvenlik güçleriyle bağlar kurmuştur.
Diğer yandan 1990’lara gelindiğinde, Sovyetlerin yıkılışının ardından ülkelerin pek çoğu kontrgerilla yapılanmalarını büyük gürültülerle tasfiye ettiler. İtalya’da Gladio (Roma Kılıcı), Fransa’da Roses des Vents (Rüzgar Gülü), Portekiz’de Aginter Pres (Aginter Yayıncılık), Belçika’da Glaive (Roma Kılıcı), Norveç’te Rocambole (ROC), Danimarka’da Absalon, Almanya’da Anti-komünist Saldırı Birliği, İsviçre’de Gizli Müdafaa Birliği, Avusturya’da Gezici Spor ve Dostluk Birliği, İsveç’te ise Sveaborg Silah Kardeşliği adı altındaki gizli paramiliter örgütler açığa çıkartıldı ve çökertildi.
NATO ülkelerinden yalnızca Türkiye’de böyle bir süreç yaşanmadı. Çeşitli değişiklikler yapıldı, “şeffaflaşma” gibi söylemler ortaya atıldıysa da böylesi bir yapılanmanın daha da genişlediği bir süreçti yaşanan. “Kirli Savaş” süreci kontrgerilla yapılanmalarının daha da genişlemesini ve profesyonelleşmesini beraberinde getirdi.
1993 yılında dönemin başbakanı Tansu Çiller “Elimizde PKK’ye yardım eden Kürt işadamlarının listesi var. Listede 60 kadar isim bulunuyor. Devlet PKK’yle olduğu gibi, PKK’ye mali destek sağlayanlarla da her biçimde mücadele edecektir.” diyordu. Ardından birkaç yıl içinde 19 Kürt işadamı öldürüldü.
90’lı yıllar yüzlerce insanımızın gözaltında kaybedildiği, aydınlara dönük katliamların, Sivas Katliamı gibi kitle katliamlarının yaşandığı bir karanlık dönemdi.
Bununla birlikte işçi sınıfına, sola, Kürt halkına karşı bir savaş yürütülürken bütün bu süreçte devlet ve kontrgerilla içinde çekişmeler hep var olageldi. Fırsatını bulan, rakip olduklarını tasfiye etti. Zira Susurluk’la kamuoyunun önüne serilen ilişkiler ağı devletin makamlarında uzun zamandır tartışılıyordu.
Sol örgütlerle ve PKK’yla mücadele görüntüsü altında Abdullah Çatlı’nın da içinde olduğu birçok ismin cinayet, uyuşturucu kaçakçılığı gibi suçları işleyen bir yapı olduğunu söyleniyordu. Tansu Çiller ve Mehmet Ağar iddiaların odağındaydı.
Susurluk Kazasıyla ortaya çıkanlar gerçeklerin yalnızca bir bölümüydü. Bununla birlikte şimdiye kadar bu kirli ağın ilişkileri bu somutlukla ortaya saçılmamıştı. Savcılık olayı “siyasetçi-mafya-polis” üçgeni sınırında değerlendirerek dava 11 Kasım 1996’da dava açtı. Soruşturma biraz derinleşince olayın basit olarak devlet içine yerleşmiş bir çete olmadığı gerçeğiyle karşı karşıya kalındı. Yapılmak istenenin yalnızca kontrgerillanın bir ekibini tasfiye etmekle sınırlı kalacağı kısa sürede anlaşıldı.
Bugün
Suçluyu devletin derinliklerinde aramak sorunu çözmüyor. Susurluk kazasından sonra yaşadığımız yirmi sekiz yıl boyunca pek çok katliamla, cinayetle, provokasyonla karşı karşıya kaldık.
12 Eylülcülere, darbecilere, devlet içine çöreklenmiş yapılara karşı yürütüldüğü söylenen bütün süreçler tasfiye operasyonundan başka bir amaç taşımadı. Böyle olduğu için ülkemizin demokratik bir zemine taşınması ihtimal dâhilinde bile olamadı.
Susurluk Kazasının yıldönümünü denk gelen bu günlerde yaşadıklarımız ne yazık ki bunun ispatı. Kısa süre savaştan, çatışmadan başka ezberleri yokmuş gibi davrananlar, Öcalan’ın Meclis’te konuşma yapmasını bile önerdiler. Hemen ardından milyonlarca seçmenin iradesiyle seçilen belediye başkanını tutuklayıp yerine kayyum atayabildiydiler.
Atılan bütün adımların kapalı kapılar ardında konuşulduğu, planlandığı ortada. Parlamentonun bir işe yaradığını söyleyebilir miyiz? Açık ki, olanların demokrasiyle, hukuk devletiyle, adaletle en küçük bir bağı yok.
Bunları yaşarken Susurluk’un yalnızca geçmişte kalmış, tarihimizin kirli bir sayfası olduğunu söyleyebilir miyiz?