AZMİ KARAVELİ
'Uçurtmayı Vurmasınlar'dan 'Gökkuşağını Silmesinler'e
Yaşı yetenler ya da sinemaseverler yönetmenliğini Tunç Başaran'ın yaptığı, 1989 yapımı Uçurtmayı Vurmasınlar’ı çok iyi hatırlayacaktır. Çekimlerinin Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevi'nde gerçekleşmesine, darbe sonrası dönem olmasına rağmen izin verilmiş olması ilginç bir detaydır. Film; 12 Eylül faşizmini deşifre eder, umuda dair ne varsa uçurtma dahil her şeyin vurulması gerektiğini düşünen rejimi ve onu temsil eden Eichmann'ların zihniyetini cesurca eleştirir. Uçurtmanın vurulması sahnesi hem kara mizahtır hem de darbe sürecinde yaşananlar düşünüldüğünde gerçekçidir, kimse “yok artık” demez, zira darbe sonrası cezaevlerinde yaşananlar sağduyulu herkesin zaten malumudur.
Ankara’da SAAB lokantasının başına gelenler aslında Türkiye’de devlet aygıtının ne derece sürdürülebilir bir gelenekten geldiğini gözler önüne serdi. Lokantanın duvarında yer alan güneşin, gökkuşağının beyaza boyanması 42 yılda bir arpa boyu yol gidilemediğinin de göstergesi. 80 ve 90’ların karanlık yüzünü aşamamak hepimizin ayıbı olsa gerek. Uçurtmayı vuranlar bugün de güneşi, gökkuşağını siliyor.
Emeğinin peşinde koşan bir kadının lokantasını hedef gösterenler, adının SAAB olmasına takanların içinde hayatlarının bir aşamasında SAAB marka araç kullanan illa ki vardır. İlkokul ortaokula giderken mutlaka resim ödevlerinde güneş ya da gök kuşağı çizmişlerdir. Şimdilerde her yer gri, her yer nükleer savaş sonrası kasvetinde, gökkuşağı renklerine düşman gözüyle bakılıyor. Beyazıt’ta şeriatçıların LGBTİ+ yürüyüşünü engellemelerinin arkasında, 12 Eylül sonrası dönemde mağduriyet edebiyatıyla iktidara gelenlerin muktedirleşmiş olması ve aynı yasakçı uygulamaları çağ atlatarak devam ettirmeleri yatıyor.
90’larda parti kapatmalar yerini, seçilmişlerin hapse atılmasına, yerlerine kayyum atanmasına bıraktı. Gazi, Sivas gibi utançlarımıza Gezi, Ankara, Soma, Suruç, Çorlu’da kaybettiğimiz canlar eklendi, 80-90’ları yeniden yaşamıyoruz, o yılları çoktan aşan bir dönem bu. 80’lerde askeri mahkemelerde görev yapan avukatların sıklıkla ifade ettiği üzere “askeri mahkemelerde dahi böyle şeyler yaşanmadı” dönemindeyiz. Manisa’da 1997 yılında gözaltına alınan çocukların arkasından “onlar daha çocuk” diye seslenmişti bir anne. Ölen çocuklarının faillerinin bulunması için mücadele eden Mısra Öz, Şaban Vatan, Emine Şenyaşar gibi insanlar bugün mahkemelerle boğuşuyor. Her şey aleni olduğu halde “haksız tahrik”ten indirim alanlar 90’ların hukukunun devamında olduğumuzu bizlere hatırlatıyor.
Gündelik reel siyasetin ise 90’ların “matrix reloaded” olması gibi bir derdi yok. Altılı masada güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçişi tartışmak çok daha cazip, Kılıçdaroğlu olmazsa Kesici mi, Gül mü, Şener mi cumhurbaşkanı olsun tartışmaları daha önemli geliyor onlara. Her ne olursa olsun, bugünkü iktidarın aktörlerini yaratan 90’lar, nasıl ki o günün aktörlerini Akşener hariç bir şekilde yuttuysa, bugün de aynısı olacak, madem ki bir tekerrür sürecinden geçiyoruz, elbette bu da olacak.
Böylesi bir ortamda gökkuşağını görünce zihinlerinde direk olarak Lut kavmini kodlayanlara inat alternatif söyleme her geçen gün daha fazla ihtiyaç var. Güneşi silenlerin değil, zapt edeceklerin, gökkuşağının altında dans edeceklerin, uçurtmayı vuranların değil, uçurtmayı uçuranların iktidarını vaat edeceklere ihtiyacımız var. “SAAB araba oluyorsa lokanta niye olmasın”, “katilin haklı haksız tahriki olmaz” diyen cesurlara… Bunu savunan Kadıgil gibi siyasetçiler, partiler var ve onlara daha fazla sahip çıkmamız gerekiyor. Bunu partiler üzerinden yapmak da şart değil, yıllardır çıkartılmaya çalışılan “evlilik affı” tasarısı, başta kadın örgütlerinin baskısıyla bir türlü yasallaşamıyor. İsteyince, direnince oluyor aslında…