Ukrayna Savaşı, ABD ve Müttefikleri - 1

Ukrayna savaşı, bölgesel bir kriz değil. Ukrayna üzerinden küresel siyaset yeniden kuruluyor, güçler test ediliyor, kim nerede duracağını belirlemeye çalışıyor. Savaşın yarattığı dinamikler küresel sistemin her bir noktasını etkiledi ve bu süreç devam edecek.

Bu yazıda öncü bir büyük güç mücadelesi, emperyalistler arası bir çekişme olarak gördüğüm Ukrayna savaşının Batı sistemini ve ABD’nin küresel hegemonyasını nasıl etkilediğini, bu savaşa verilen tepkiler üzerinden Batı’nın stratejik tercihlerini nasıl yeniden tanımladığı üzerinde duracağım.

Bunu yaparken bir argüman olarak, savaşın Batı sisteminin üç en önemli merkezini (Kuzey Amerika-Avrupa-Uzak Doğu) bir araya getirdiğini, savaşın bir tür “tutkal” işlevi gördüğünü ama ikinci halka ve coğrafi mesafe taşıyan bölgelerde ise bir merkez kaç etkisi yarattığını ileri süreceğim.

RUSYA KAYBETMEYE DEVAM EDİYOR

Küresel siyasetin dinamiklerine geçmeden önce, bir kronik olarak, savaşın gidişatına dair birkaç gözlemi paylaşmak gerek. Rusya nereden bakılırsa bakılsın arkaik bir savaş stratejisi yürüttü. Komşu bir ülkeyi topyekün işgal gibi, ABD’nin bile en son 20 yıl önce denediği ve koşarcasına bırakıp terk ettiği bir model bu. Kaldı ki, ABD yine 20 yıl öncesinin teknolojisiyle Afganistan ve Irak’ı çok düşük kayıplarla kısa sürede ele geçirebilmişti. 2003 Irak işgalinde çok sayıda askeri gözlemci, Saddam’ın Cumhuriyet Muhafızlarının diri gücüne atıf yapıp, büyük bir direniş bekliyordu. Ukrayna’da ise Rusya’nın hızlı bir sonuç alabileceği düşünülüyordu. Savaşların gidişatını önceden belirlemenin güçlüğünü Ukrayna savaşı bir kez daha gösterdi.

Rusya 2022 yılında bir ülkenin başkentini ve diğer kentlerini kuşatarak teslim olun çağrısı yapıyor, şehirleri top atışına tutmak gibi çok eski bir yöntemi izledi. Bundan da sivil kayıpları artırmak, şehirleri harabeye çevirmek dışında etkili bir sonuç alamadı. Deniz gücü olmayan bir Ukrayna ile girdiği savaşta, Karadeniz filosunun amiral gemisini kaybetti.

ABD, daha önce yazdığım gibi, savaşın gidişatını silah ve sınır hattında ve Ukrayna üzerinde gezdirdiği uçak ve uydularla istihbarat desteği sağlayarak uzaktan kontrol ediyor. Küresel siyasetin, ileride olası bir emperyalistler arası kapışmanın (Çin ile ABD arasındaki hegemonik mücadelenin) ön çalışmasını yapıyor, gayet soğuk kanlı bir şekilde. Ukrayna toprakları üzerinde tek bir asker kaybetmeden, Rus ordusunu eritiyor, itibarsızlaştırıyor. Rusya sıklet yoğunluğunu Ukrayna’nın doğusuna kaydırmaya başladığında, eş zamanlı olarak, Zelenski’nin yalvararak istediği ağır silahları gönderme kararı alıyor. Yaygın inanışın aksine ABD ve NATO’nun Ukrayna’yı Rusya karşısında yalnız bıraktığı iddiası kesinlikle doğru değil. Ukrayna’yı ayakta tutan, direnmesini sağlayan kontrollü ama yüksek miktardaki Batı askeri desteği. NATO’yu ve kendisini resmen dahil etmeden, bunu her ortamda yüksek sesle dillendirerek, Putin’in savaşı bir NATO-Rusya savaşına çevirerek eşitlemesine engel oluyor. Bu savaşta Rusya yalnız, Ukrayna savaşta tek başına ama stratejik olarak çok kalabalık.

Rusya başkenti düşürmekten şimdilik vazgeçti. Ama Kırım-Donbas hattını almakla yetinirse bu da çok minimalist bir kazanım olacak. 17 milyon km2 toprağa sahip olan, Kırım’ı zaten topraklarına katarak Karadeniz’e çıkışını garantilemiş olan bir ülkenin, yaklaşık 300 km mesafelik bir alanı daha kontrol edebilmek için bu kadar insani, malzeme, imaj ve askeri kayba uğraması akıl alır gibi değil.

KRİZ KRİSTALLEŞTİRİR

Savaş, Putin’in de hesap edemediği bir sürece yol açtı. Kapitalizmin üç merkezi arasındaki militarizasyona dayalı bir uyum yakalandı. İleride başka sorunlar çıksa da bu yönü kalıcı olacak. Oysa, Rusya sınıra asker yığınağını sürdürse, Atlantik’in iki yakasındaki ayrışmayı derinleştirme imkanına sahipti.

Bunun yerine en riskli seçeneği tercih etti ve sonuçlarını öngöremedi. Öncelikle, ABD zaten Anglosaksonlardan oluşan bir çekirdek bir grup oluşturmuştu. Kendisi, Kanada, İngiltere, Avustralya Batı sistemi içinde koçbaşı işlevi görmeye başlamıştı. Ukrayna krizinde bunlardan ilk üçü en atak ülkeler oldular. Savaş başlayınca ABD ile Avrupa arasındaki ayrışma hızla kayboldu. Yugoslavya’nın dağılma sürecindeki savaşlar Avrupa’yı daha çok yakın çevresindeki istikrarsızlık ve göç sorunu olarak etkilemişti. Bir dönem yaşanan IŞİD saldırılarıysa daha çok bir terör sorunu idi ve polisiye/istihbari önlemlerle atlatıldı.

MİLİTARİST AB

Rusya’nın Avrupa sisteminin merkezinde olmasa da bir parçası sayılan Ukrayna’yı toptan işgali Avrupa’da öncelikle toplumsal düzeyde bir şok etkisi yarattı. Nazizmin yenilmesinin yarattığı bir sonuç olduğu bilindiği için çok dillendirilmese de Almanya’nın 2. Dünya Savaşı sonundaki Sovyet işgali hissiyatı bu ülkede, eski anıları canlandırdı. Putin yönetiminin, bu işgalin Avrupa’nın hem Batısı hem de doğusunda yaratacağı psikolojik etkileri göz önüne almadığı anlaşılıyor. Sonuçta savaş Almanya gibi bir ülkenin hem kendisinin kaçındığı hem de diğer Avrupalı komşularının tercih etmediği bir militarizasyona yol açtı. Almanya silahlanma ve sanayileşme arasındaki tercihte bütün enerjisini küresel rekabetteki yerini korumaya veriyordu. Almanya’yı güçlü tutan, Avrupa siyasetini belirme imkanı veren strateji buydu. Savunma işlerini ABD’ye yüklemişti ve ABD bunu farketmişti. Bu yüzden sistemin kendi mantığı içinde Obama döneminden bu yana Almanya’dan şikayetçiydi. Trump bunu daha açıktan dile getirdi. Almanya Rusya’dan ucuz doğal gaz alıp, savunmaya para harcamaktan kaçınıp 80 milyon nüfusla 2010’a kadar dünyanın birinci, günümüzde ise üçüncü büyük ihracatçı ülkesi haline geldiğini biliyor ve Almanya’yı “free rider” (beleşçi) olarak tanımlıyordu.

Almanya’nın militarize olması, aynı zamanda Avrupa’nın da askerileşmesi sürecini tetikleyecek. AB, tarihinde ilk kez askeri yardımda bulunma kararı aldı ve Ukrayna’ya 1.1 milyar dolarlık silah sağladı. Bu Avrupa ve dünya tarihi için kendi başına önemli bir kırılma noktası. Şimdiden Almanya savunma harcamaları için 100 milyar dolar gibi fazladan bir bütçe ayırdı. ABD, bunun için Putin’e ne kadar teşekkür etse azdır.

İsveç ve Finlandiya ilk kez savaş sürecindeki bir ülkeye silah yardımında bulunurken, Avustralya’dan Kanada’ya dek çok sayıda ülke ellerindeki silah depolarından Ukrayna’ya silah göndermeye başladılar.

Şimdiye kadar kendisini bir “norm üreten” bir “yumuşak güç” olarak tanımlayan AB’nin Dış İlişkiler Komiseri Borrell ise savaş nedeniyle “Jeopolitik AB’nin doğuşu”nu selamlıyordu.

Bunun yanında, süreç içinde Rus doğal gazı yerine ABD LNG’sine Almanya’yı razı etmesi, bunun için yeni terminal inşalarına başlanması da fazdan piyango olarak ABD’nin kazanç hanesine yazılabilir.

NÜKLEER JAPONYA!

Son 70 yıldır küresel siyasette herhalde yan yana gelmeyecek iki kelime Japonya ve nükleer silah olurdu. Savaşın en dikkat çekici etkilerinden biri bu tartışmayı başlatması oldu. Japonya, daha az göze çarpsa da bu süreçte stratejik olarak ABD’ye daha fazla yaklaşmak zorunda kaldı. İşgalin sonrasında Mart ayında G-7 zirvesi için Brüksel’e giden yeni Başbakan Kişida, Biden, Alman Şansölyesi Scholz ve NATO Genel Sekreteri Stoltenberg ile görüşerek üç kapitalist merkez arasındaki uyumu liderlik düzeyinde teyit ediyordu. Oysa, Japonya bir süredir Şinzo Abe’nin başbakanlığı sırasında dış politikasını çeşitlendirme sürecine hız kazandırmıştı. Bu çerçevede 2. Dünya Savaşı sonrası Sovyetlerin eline geçen Kuril Adalarının statüsü için Rusya’ya açılımda bulunuyor, iki ülke arasında yakın ve dostça ilişkiler olduğu söylemi vurgulanıyordu. Bunların içinde Sakalin Yarımadasında enerji, Sibirya bölgesinde ise ortak ekonomik yatırımlar konusunda görüşmeler yapılıyordu. Ukrayna işgaliyle birlikte Japonya bir yandan yaptırımlara tam olarak uyduğunu açıklarken, Ukrayna’ya 100 milyon dolarlık yardımda bulundu. Japonya eskiden kullanmadığı bir ifade olan Kuril Adalarının işgal altında bulunduğu söylemine geri döndü. Komşu ülkelerden toprak koparma peşindeki bir Rusya’dan, Kuril Adalarını geri almanın bir düş olduğunu Japonya iyice anlamış olmalı. Daha şok edici bir gelişme ise eski başbakan Abe’nin Japonya’nın nükleer silaha sahip olabileceği ve bazı yazarların ABD nükleer silahlarının Japonya’ya yerleştirilebileceği yolundaki açıklama ve tartışmaları oldu. Dünya tarihinde tek atom bombası patlamasına maruz kalan bir ülkede ve nükleer silah konusunda haklı bir hassasiyeti olan bir toplumda bunun tartışılması bile inanılmaz bir gelişme.

PUTİN SERMAYEYİ KORKUTTU

Savaş, Batı sistemindeki kırılganlığı ortaya çıkardı. Özellikle Avrupa ve Uzak Doğu’nun konvansiyonel savaşlar karşısında yetersiz kalacağı, küresel kapitalist sistem içinde güvenlik işlerini ABD’ye devretmenin sınırları olduğunu gördüler. Rusya, Batı ama daha çok Avrupa sermayesini ürküttü. O yüzden, Batılı şirketler, mali kayıpları göze alarak Rusya’dan istemeyerek de olsa çekilmek zorunda kaldılar. Putin, Avrupa kapitalizmiyle özel bir ilişki kurmuştu.

Ucuz doğal gaz, yatırım imkanları sağlayarak, sermaye transferlerine izin vererek ve Rus pazarını sunarak Avrupa’yı pasifize ediyordu. Böylece Avrupa’nın, ABD ile arasına stratejik bir mesafe koymasına imkan tanırken, iktisadi olarak da büyümeye katkı sağlıyor, karşılığında Putin otoriterliği tolere ediliyordu. Merkel’in başını çektiği bu pragmatik ama stratejik denge Ukrayna savaşıyla sona erdi.

Hatta, Almanya’da Putin ile kurulan bu denge Merkel sonrasında çok eleştiri aldı, otoriterleri tolere etmenin sınırları olduğu ve bu tür sonuçlar doğurabileceğinin öngörülmemesi eksiklik olarak görüldü.

Geldiğimiz noktada AB ve Almanya’nın militerleştiği, küresel silahlanmanın yükselişe geçtiği, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğinin, Japonya’nın ise nükleer silah sahipliğinin tartışılmaya başlandığı ürkütücü bir dünya tablosu ortaya çıkıyor.

Ukrayna savaşının tetiklediği bir süreç olarak üç kapitalist merkezde artan yeni militerleşme ve stratejik uyum göze çarparken, bununla çelişkili görülen bir başka dinamik daha yaşandı. ABD müttefiki ve Washington çizgisinde bilinen çok sayıda ülke, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Mısır, Pakistan, Güney Afrika, Meksika, Brezilya bu savaşta ABD’yi şaşırtarak savaşa karşı daha mesafeli ve dengeli bir pozisyon aldılar.

Bazı ülkeler savaşı ABD ile ilişkilerde yeni bir pazarlık fırsatı olarak görürken (örneğin Türkiye, Suudi Arabistan, BAE) bazıları özerkliklerini göstermek için bir imkan olarak değerlendirmeye (Örneğin, Hindistan, Pakistan) çalıştılar.

ABD’nin bunların hepsi için farklı siyasetler geliştirdi, telkin, tehdit ve tasfiye dahil. Yerin dolması nedeniyle, bunları ama özellikle Pakistan’ın özel durumunu önümüzdeki hafta tartışacağım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
İLHAN UZGEL Arşivi
SON YAZILAR