SAMİM AKGÖNÜL

SAMİM AKGÖNÜL

Yeni Yeni Türkiye 2

Bir önceki yazıda dekoru kurduk. Artık yeni yeni Türkiye’ye esin kaynağı olabilecek ve barışı getirebilecek durumların tahliline geçebiliriz.

(Aman örnek demiyorum, hemen koltuğunuzda rahatsız olmayın, esin kaynağı diyorum. Ayrıca tek yazı üzerinden değil üç yazı yüzerinden hüküm verin lütfen):

  1. “Azınlık” kavramının reddedildiği toplumlar

Birinci tip devletler “azınlık” kavramını olumsuz algılayan devletler olarak nitelendirilebilir.

Bu grup devletlerde toplumun içindeki ulus-devletin kimliğinden farklı bir kimlik taşıyan gruplar birer tehdit olarak algılanmıştır. Bu tip devletlere verilebilecek en uç örnek elbette Fransa’dır. Ancak Fransa 1950’lerde başlayan ve 1990’larda hızlanan bir décentralisation, yani merkezi egemenliğin adım adım yerele transfer edilmesi süreci sayesinde artık 1870’lerin jakoben Fransası değil. Ülke “azınlık”, “azınlık hakları”, “özerklik” gibi rahatsız edici kavramları kullanmadan toplum içindeki kimlik katmanlarını memnun etmeyi, kısmen de olsa, başarabildi. Örneğin 1951 Deixonne yasasıyla yerel ve bölgesel dillerden Baskça, Katalanca, Brötonca ve Oksitanca seçmeli ders eğitimini mümkün kıldı, bu dillere Korsikaca, Tahitice, Alzasca gibi diller eklenerek 1970’den beri yerel ve bölgesel diller bakalorya (merkezi lise bitirme) sınavlarına dahil edildi. Bu yasa, önce 1975 Bas-Lauriol yasasıyla, daha sonra da 1995 Toubon yasasıyla daha da aşıldı ve yerel ve bölgesel dillerde eğitim verme hakkı bütün Fransa dillerine tanındı. Fransa Kültür ve İletişim Bakanlığı bünyesinde bulunan ve eski adı “Fransızca Dili Genel Delegasyonu” olup 16 Ekim 2001’de “Fransızca Dili ve Fransa Dilleri Genel Delegasyonu” olarak değiştirilen resmi kurum, “Fransa dilleri” kavramını şöyle tanımlıyor: “Fransa dilleri terimiyle kastedilen, Cumhuriyet topraklarında Fransa yurttaşlarınca geleneksel olarak konuşulan ve hiçbir devletin resmî dili olmayan, bölge veya azınlık dilleridir.” Bu bölge ve azınlık dillerinin sayısı, Deniz Aşırı Topraklar da katıldığında, yetmiş beşin üstündedir. Yalnızca Metropoliten Fransa’dakiler 16 tanedir ve bunlar “Bölgesel Diller” ve “Teritoryal Olmayan Diller” olarak ikiye ayrılır.

Ayrıca 1970’lerden beri Fransa’nın kamu okullarında göçmen asıllı öğrenciler Türkçe, Arapça, Portekizce, İspanyolca, Sırpça gibi dilleri hem Fransız milli eğitim sistemine bağlı hocalar aracılığı ile hem de yapılan ikili anlaşmalar gereğince köken ülkeden gelen ELCO’lar (Enseignement de Langue et Culture d’Origine – Köken Dil ve Kültürün Eğitimi) aracılığı ile, isteğe bağlı olarak, alabilmekteydi. Bu öğretmenler, özellikle Türkiye tarafından gönderilenler 2010’dan itibaren eleştiri konusu oluyordu zira Fransa toplumunu ve dilini bilmemekle, üçüncü bir ülkenin milliyetçi propagandasını yapmakla suçlanıyorlardı. Bu suçlamalarda elbette haklılık payı vardı. 2020’den itibaren ELCO programına son verildi ve yerlerine EILE (Enseignements internationaux de langues étrangères – Uluslararası Yabancı Diller Eğitimi) getirildi. Öğretmenlere Fransızca bilme zorunluluğu ve ders programlarına Fransız Milli Eğitim Bakanlığının kontrolü imkanı getirildi. Türkiye dışında bütün ülkeler yeni sistemi benimsedi ancak Türkiye uzun bir süre ayak diredikten sonra kabul etmek zorunda kaldı. Artık, bu öğretmenlerin pedagojik denetimi ve düzenlemesi, milli eğitim müfettişleri ve milli eğitim hizmetleri Akademik Direktörünün yetkisi altındaki EİLE koordinatör müfettişi tarafından yürütülüyor. Fransa’da bakalorya düzeyinde göçmen dilleri olarak niteleyebileceğimiz Arapça ve Türkçe’nin de yer alabileceğini ve Türkiye kökenli gençlerin bu sınav sayesinde Bakalorya ortalamalarını yükseltebileceklerini de ekleyelim.

Dil konusunun dışında da bölgelerin siyasal ve teknik manevra kabiliyeti kademe kademe yükseltilmiştir. Örneğin Alsace-Moselle bölgesi dinsel hukuk, dernekler kanunu ve iş hukuku açısından diğer bölgelerden farklı bir yapıya sahipken bu bölgeselleşmenin tepe noktasını Korsika oluşturmakta. 1991 senesinde yapılan bir yasayla “Korsika Bölgesel Yönetimi” kuruldu. Bu yasaya göre ada “Korsika Yürütme Konseyi”ne, “Korsika Meclisi”ne ve “Korsika Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Konseyi”ne sahip. Bu sayede Korsika’daki ulusalcı şiddet son buldu. Tekrar etmekte fayda görüyorum, söz konusu décentralisation süreci ve bölgelere verilen göreceli egemenlik Fransa’da azınlık, özerklik, eyalet sistemi gibi kavramların hiçbiri kullanılmadan, pragmatik bir biçimde yapılmakta. Yani, Fransa, üniter devlet sistemini koruyarak jakoben ulus-devlet olmaktan çıktı denebilir zira azınlıklarına azınlık demeden, eşitlik adına “desantralize” haklar verdi.

Bu tip bir yaklaşımın Türkiye için uygulanabilirliği kanımca vardır. Ancak bir şartla. O da 1454 tarihli millet sistemini artık terk ederek. Diğer bir deyişle azınlık kavramı bu kadar kirlendiyse ve ezilmişlikle ve ikinci sınıf vatandaşlık ile eşdeğerde görülüyor ise, aslında sosyolojik olarak birebir azınlık tanımına girebilecek olan Kürtler ve Aleviler bu statüyü reddediyorlarsa, artık azınlık kavramının bütün Türkiye için terk edilme zamanı gelmiştir. Gayrimüslimler dahil. Fransa tipi bir yaklaşım, yeni yeni Türkiye’de azınlık kavramını tamamen dışlamalı, Gayrimüslimlere birinci sınıf vatandaş olarak kendi iç yapılanmalarına kendileri karar verme yetkisini tanımalı, ademi-merkeziyetçilik ile yereli mutlu etmeli, bireylere “bu devlet benim” dedirtebilmelidir. Kendisine “laik” ve “üniter” diyen bir devletin, vatandaşları arasında dinsel, etnik ve bölgesel bir ayrıma gitmesi söz konusu olamamalı.

  1. “Azınlık” kavramını kabul etmiş toplumlar

İkinci tip devletler ise tam tersi bir bakış açısına sahip olan, yani “azınlık” kavramını olumsuz değil olumlu bir sosyal kategori olarak algılayan devletler.

Bu tip bağlamlarda, “azınlık” ikinci sınıf vatandaşlık değil, pozitif bir anlam taşıyan nitelendirmedir. Kültürel, dinsel, dilsel olarak farklı grupların devlet tarafından prestijli bir şekilde hesaba katılması ve ayrımcılık karşıtı yasalarla birlikte spesifik azınlık yasalarının uygulanıp, söz konusu grupların devlete bağlanması olarak özetlenebilir. Bu konuda Türkiye’nin de kurucu üyesi olduğu, Avrupa değerlerini yetmiş seneyi aşkın bir süredir inşa eden Avrupa Konseyi bünyesinde hazırlanmış üç metin var.

Bunlardan birincisi 1985 tarihli Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik Misakı’dır (Türkiye bu şartı 1988’de imzalamış, 1991’de onamış ve 1993’te yürürlüğe koymuştur ancak kabul etmediği 10 madde şartın içini boşaltmıştır.) Diğer ikisi, 1989 sonrası uluslararası hukukta tekrar yer alan ve yeni bir literatüre sahip olan azınlıklar konusundaki en önemli iki metindir: 1992 tarihli Avrupa Bölgesel Diller ve Azınlık Dilleri Şartı ve 1995 tarihli Ulusal Azınlıkları Koruma Çerçeve Sözleşmesi. Türkiye bu iki belgeyi kabul etmedi zira ülkede azınlık kavramı sadece hâlâ dinsel olarak algılanmakta.

Bu üç belgeye taraf olan devletler, toplumdaki kimliksel farklılıkları bölgesel ve bölgesel olmayan haklarla koruma altına almakla kalmayıp bu grupların ülkelerine bağlarını da sağlamlaştırdılar.

Bu tip ülkelere verilebilecek en ilginç, Türkiye’ye birçok açıdan benzeyen ama nedense en az bilinen örnek Finlandiya. Beş milyon nüfusu olan bu ülkede aşağı yukarı dört yüz bin kişilik bir “İsveççe konuşan” etnik ve dilsel azınlık var. Bu azınlık ülkenin güneyinde bulunan Aaland adalarında yoğunlaşmışsa da, ülkenin güney ve batı bölgelerinde özellikle Helsinki ve Turku şehirlerinde azınlığa ait gruplar yaşıyor. Aaland adalarının nüfusunun %90’ı azınlığa aitken kara Finlandiya’sı nüfusunun %6’sı azınlık mensubu.

Ülkede bütün yurttaşlara Finländare (Finlandiyalı), anadili Fince olan çoğunluğa ise Finne (Fin) denilerek hukuki aidiyetle etnik aidiyetin ayrımı net bir şekilde yapılıyor (Türkiyeli / Türk örneğinde olabileceği gibi). Ülkenin iki resmi dili var: Fince ve İsveççe. İsveççe konuşan azınlık için Aaland adalarında bölgesel haklar tanınmış, ülkenin diğer bölgelerinde yaşayan azınlık bireylerine özellikle dil ve eğitim konusunda bölgesel olmayan haklar verilmiş.

Herhangi bir belediye nüfusu içine azınlık grubu 3000 kişiye ya da toplam nüfusun %8’ine ulaşırsa o yerel yönetim bölgesi “çift-dilli” hale geliyor (eğitim, idare ile ilişkiler, sokak isimleri, mahkemeler vs.). Bu durum anakarada yaşayan İsveççe konuşanlar için geçerli olduğu kadar Aaland adalarında yaşayan Fince konuşanlar için de geçerli.

2020 verilerine göre Finlandiya’da 431 belediye bulunmakta, bunların 368’i Fince tek-dilli, 21’i Fincenin çoğunlukta olduğu Fince/İsveççe çift-dilli, 23’ü İsveççenin çoğunlukta olduğu İsveççe/Fince çift-dilli ve 19’u İsveççe tek-dilli belediyeler. Ayrıca tek-dilli beldelerde azınlıkta olan diğer dil isteğe bağlı olarak seçmeli ders olarak okutulmakta ve bu sayede Finlandiyalıların yarısı İsveççe bilmekte. (Türklerin yarısının Kürtçe öğrendiğini düşünün).

Aaland adalarında güçlendirilmiş karar mekanizmaları yerele indirilmiş. Ulusal çapta bazen iktidar ortağı olan, bazen muhalefette yer alan, siyasi meşruiyeti güçlü Svenska Folkpartiet (İsveç Halk Partisi) azınlığı temsil etmekte, diğer partilerde de azınlık mensupları yer almakta. Ayrıca ülkede otokton Sami, Roman ve Tatar grupları da azınlık statüsünde. Tatar Müslümanları dinsel haklara da sahip.

Finlandiya’nın Türkiye’ye esin kaynağı olması elbette mümkün. Ancak yukarıdaki birinci modelin tersine, bu modelde gene millet sistemi anlayışının terk edilip “azınlık” kavramının bütün sosyolojik azınlıkları içine alacak şekilde genişletilmesi gerekir. Bunun için de söz konusu grupların bu statüyü kabul edip içselleştirmesi, dolayısıyla Türkiye’de negatif algılanan kavramın pozitifleştirilmesi şart. Bugün Türkiye’de Kürtlerin “azınlık” olmayı reddetmesinin sebebi, kavramın içinin son derece kirlenmiş olması, dinsel azınlıkların şimdiye kadar ezilmiş, haklarının gasp edilmiş olması ve de Müslüman olan Kürtlerin kendilerini de millet-i hâkime olarak görmeleri. Aslında “azınlık” olmak, “kurucu unsur” olmakla, birinci sınıf vatandaş olmakla ters düşen bir durum değil. Demokratik toplumların bazılarında “azınlık statüsü” çeşitli grupların kendilerini iyi ve mutlu hissetmelerini sağlayabilmekte. Türkiye yukarıda bahsedilen üç Avrupa Konseyi belgesini imzalayıp, onayıp, layıkıyla uygulamaya koyarsa Türkiye’deki bütün kimliksel grupların talepleri rahatlıkla sağlanabilir.

Haftaya son örneği de inceleyip bir sonuca varmaya çalışacağım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
SAMİM AKGÖNÜL Arşivi
SON YAZILAR