SAMİM AKGÖNÜL

SAMİM AKGÖNÜL

Vive la Crise!

31 Ocak 2023’de, Fransa’da 2.5 milyon kişi gene emeklilik reformuna karşı yürüdü. 2000’lerin başından beri bütün Fransız hükümetleri bu reformu gerçekleştirmek istediler ama sivil toplumun uyanıklığı, halkın bilinci sayesinde başaramadılar. Bahane hep aynıydı. Kriz var. Ekonomik kriz var, demografik kriz var, sosyal devlet krizde, medeniyet krizi var, göç krizi var. Kriz, kriz, kriz.

İyice geriden başlayalım. 1989-1990 krizinden sonra bütün dünya demeyelim ama en azından “Batı dünyası” bir iyimserlik ya da -Nilüfer Göle’nin deyimiyle- bir öforia (euphorie) dönemine girdi. Bu dönem aşağı yukarı on sene sürdükten sonra insankızı ve insanoğlunun doğası gereği (daha çok insanoğlununki!) sürdürülebilir bir istikrarın yerleşmesine imkân verilmedi. 11 Eylül 2001 Dünya Ticaret Merkezi saldırılılarından itibaren Batı Dünyası bir kriz döngüsüne girdi ve içine düştüğü kuyuya dünyanın başka bölgelerini de çekti. Ve elbette ikinci ve üçüncü dünya bu kuyuya iştahla balıklama atladı. 2001’den itibaren son 20 senedir kim başını sudan çıkardıysa diğerleri bacaklarından tutup gene derinliklere gömdü.

Halbuki Francis Fukuyama tarihin sonunu öngörmüştü. İnsanlığın son savaşı, en asil olanı, ulusların nasıl yönetilecekleri, hangi yapı altında daha mutlu olacakları tartışması sonlanmış “liberal demokrasi” denilen ucube mutlak bir zafer kazanmıştı. Artık Avrupa'da bir hayalet dolaşmıyordu ve Avrupa'nın tüm güçlerinin bu hayalete karşı kutsal bir sürgün avı için ittifak halinde olmalarına gerek kalmamıştı. Liberal demokrasiler bütün dünyaya yayılacak, refah ve barış içinde hepimiz gül gibi yaşayacaktık. Belki artık devletlere ve uluslara da ihtiyaç kalmayacaktı. Görünmez bir el kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden bireylerin birbirleriyle ilişkisini düzenleyecek, herkesi eşitleyecekti. Bu görünmez el artık tanrı değil ama tanrısallaşan pazar olacaktı.

Oldu mu? Hem oldu hem olmadı. Gerçekten de pazar kutsallaştı, birkaç karikatürün dışında komünist rejimler yeryüzünden silindi. Çin, komünizmin dirijizmi ile kapitalizmin vahşiliğini birleştiren hibrid bir rejim yarattı ve teknoloji transferi dayatması sayesinde 20 senede kötü mal üreten fabrikadan teknololoji ihraç eden bir ekonomi devine dönüştü.

Bu süreçte elbette en büyük tehlike yukarıdaki kehanetin yani ulusların ve devletlerin yok olmasıydı. Bu öngörü aslında mantıksız sayılmazdı. Devlet ve ulus (ve, dolayısıyla, ulus-devlet) iki farklı sürecin ortasında kaldı. Vapur tostunun arasındaki peynir zarını düşünün.

Bir taraftan ulus-üstü gelişmeler ulusların yüz yıl önce “dokunulmaz” olarak görülen egemenliklerini törpüledi. Küreselleşme, sermaye dolaşımının önündeki engellerin kalkması, Avrupa kıtasında sınırlar kalkarken Avrupa dışına sınırlar ihraç edilmesi, bilgi ve propagandanın küreselleşmesi, çok uluslu ve hatta ulussuz küresel şirketler, Avrupa Birliği ya da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi kurumların dayatmasıyla “bazı” konuların ulus-devletin egemenliğinden çıkması ve elbette bilgi ve iletişim teknolojilerinin akıl almaz bir hızla dünyaya hâkim olması ulus-üstü baskının sebeplerinden en önemlileri.

Ulus-altı da aynı 20-30 yıllık dönemde boş durmadı. Bir kere devlet-vatandaş toplumsal mukavelesinde bilek güreşini önce birey kazandı ve liberal ve seküler dünya bireyi güçlendirdi. İnsan hakları kavramı içselleştirildi. Dahası azınlık hakları, bölgesel özerklikler, yerel ve katılımcı hatta direkt demokrasi, ademimerkeziyetçilik derken devlet, hele hele jakoben devlet Tyrannosaurus rex seviyesine düştü.

Bu iki süreç, doğal olarak ceberrut devleti ve homojen ulusu kıskaca aldı. Posalarını çıkardı, ne kadar sun’i ve gereksiz birer 19. Yüzyıl icadı olduklarını gözler önüne serdi. Doğal olarak, eski dünya ölüyor ve yeni dünya doğmak için mücadele ediyordu. Şimdi canavarların zamanıydı ama söz konusu olan bu iki yaralı canavardı. Her zamankinden daha tehlikeliydiler. Avcı ne kadar hile bilse, ayı o kadar yol bilir diyor bilge İlkkan. Dahası bu iki Livyatan ve Moby-Dick hayatta kalabilmek için işbirliği yaptılar. Aynı 1848’deki halk hareketine cevap 1878 Berlin süreci gibi, aynı 1905 halk hareketince ve Belle époque’a cevap 1920 Milletler Cemiyeti süreci gibi, aynı iki savaş arası çılgın senelere cevap 1945 Yalta süreci gibi, aynı Trente Glorieuses’e cevap 1974 krizi gibi, 1990’ların öforiasına cevap 2000’lerde geldi: Kriz ama devamlı kriz. Troçki Stalinizme karşı Sürekli devrim’i savunmuştu. Sürekli devrime karşı sürekli kriz doğdu.

Ve kriz devlete ve ulusa hayat öpücüğünü verdi. Bu öpücük öyle bir french kiss oldu ki ik kafadar artık krizsiz yapamaz oldular. La crise a bon dos chers amis. Kriz her şeye rahatlıkla bahane olabilir dostlar.

2001 İkiz kulelerinden sonra, ilk önce 1990’larda meşhur oryantalist Bernard Lewis’in dile getirdiği “medeniyetler çatışması” Samuel Huntington tarafından allandı pullandı ve Karl Popper’in “Oedipus Etkisi” dediği, kendini gerçekleştiren bir kehanete dönüştü: “Tartıştığım fikirlerden biri, bir kehanetin tahmin edilen olay üzerindeki etkisiydi. Ben buna "Oedipus etkisi" adını vermiştim çünkü kehanet, kehanetinin gerçekleşmesine yol açan olaylar dizisinde çok önemli bir rol oynamaktaydı”. Bu tek dişi kalmış canavarların çatışması o kadar verimliydi ki önce ABD’nin sonra Orta doğunun ve sonunda da Batı Avrupa’nın içselleştirilmiş dünya görüşü oldu.

Sevgili eski yoldaşım, sen ne dersen de. Sınıf çatışması örtüldü de, proleterya prekarya oldu de, “halkları tarihin bu devasa hareketine girmeye zorlamak için insanın kendi iradesini gene seferber etmek gerek” de. Ne dersen de. Medeniyetler çatışması artık bir gerçek zira çok işlevsel. Kriz yaratıp devleti ve ulusu ele ele hayatta tutuyor çünkü kriz bir meta örgüt olarak devleti ve bir meta hayal olarak ulusu meşrulaştırıyor.

Örneğin 2008 yılının sonuna doğru Amerika’da başlayan ve rezil bankacılık sisteminin ortaya çıkardığı ekonomik kriz Avrupa’ya ithal olmuştu. Bu tam anlamıyla pazar ekonomisinin kriziydi öyle değil mi? Cevap devletin dirijizminin meşrulaşması ve ulusun popülizminin içselleştirilmesi oldu. Bütün dünya Vatan, Millet, Sakarya.

2010’dan sonra, kriz Yunanistan ve İspanya gibi ülkelerde toplumsal hareketlere yol açtı. Krizin sorumlusu bankacılara kim yardım etti ve kurtardı? Devletler. 2013’den itibaren kriz bahanesiyle kemer sıkma politikaları bütün Avrupa’da gündeme geldi. Yunanistan’da devlet iflasın eşiğinden döndü, İspanya’da işsizlik oranları %25’lere ulaştı. İnşaat sektörünün yapay balonu sayesinde Türkiye ekonomik krizin dışında görünürken sıcak para bitince kriz daha sert vurdu. Arap baharı Tunus’ta ve Tahrir’de halk hareketi olarak başladı, krize dönüştü. Kriz, akımı da meşrulaştırdı (İhvan) bokumu da (darbe). Gezi’nin yarattığı “kriz” 10 yıl sonra hâlâ devlete baskıcı politika meşruiyetini sağlıyor. İnsanlar hapiste, sürgünde, açlığa mahkûm. Vive la crise. Covid salgınında hepimiz devletten maske, aşı dilendik, Rusya Ukrayna krizinde hepimiz devletten gaz, benzin dileniyoruz. Büyüyelim de diyorduk, zenginleşelim de, ulusumuzun şanı şerefi de bozulmasın da ne olursa olsun.

Krizler sayesinde, aynı dün gibi yaşayalım da, hayatımızdaki hiçbir şeyden hiçbir şekilde taviz vermeyelim de, devletimiz başımızdan eksik olmasın da ne olursa olsun.

Ama bu parantezdir. Livyatan ve Moby-Dick eninde sonunda son nefeslerini verecekler. Livyatan’ı Tanrı öldürdü, Moby-Dick Ahab’ı okyanusun derinliklerine çekti. Umarım üçüncü bir senaryo yazabiliriz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
SAMİM AKGÖNÜL Arşivi
SON YAZILAR