İLHAN UZGEL
ABD Rusya'yı nasıl kaybetti?
Rusya’nın Ukrayna işgali küresel siyasetteki yeniden yapılanmada yeni bir aşama olacak. Savaşın ve etkilerinin gidişatına göre bir kırılma noktası olma ihtimali de yüksek. Eğer Rusya ilk hamlesiyle, Kiev’i alıp Zelenski hükümetini devirip kendisine yakın bir yönetimi iktidara getirebilse ve bunu da Ukrayna halkına kabul ettirebilseydi, Batı sisteminde büyük bir gedik açacak, ABD hegemonyası sarsılacaktı. Bu ABD ve Batı’nın stratejik çöküşüne giden yolu hızlandıracaktı. Eğer bu sürecin sonunda Putin iktidarını kaybederse, bu da tersinden bir kırılma yaratacak ve Batı’nın üstünlüğünü yeniden tescilleyecek. Henüz bu noktadan uzaktayız. Ama Rusya resmi olarak Kiev ve Çernigiv şehirlerinin önünden çekileceğini ve ağırlığı Donbas bölgesine vereceğini açıkladı. Komşu bir ülkeyi üç cepheden topyekûn işgal edip, başkentini kuşatan bir güç için, amaçlarına ulaşamadığı, hedef küçülttüğü anlamına gelen bir açıklama bu. Bir ayı geçen sürede, kendisinden çok daha küçük bir orduya sahip, deniz kuvvetleri olmayan, hava gücü çok yetersiz olan bir ülkeye karşı Herson dışında şehir ele geçiremeden, büyük şehirler önünde çakılıp kalmış bir Rusya var. 30 yıl boyunca gerçekleşmemiş, 1999 ve 2004 genişlemelerine dahil edilmemiş, yakın bir gelecekte olma ihtimali bulunmayan bir NATO üyeliği konusunda, şimdilik Zelenski hükümetinin, üye olmaktan vazgeçtik sözü dışında bir kazanım yok.
Rusya başta ileri sürdüğü hedeflere ulaşamadığı gibi tersi sonuçlar da yarattı. Ukrayna halkını kaybetti, eğer bir rejim değişikliği yaratamazsa, ki artık mümkün görünmüyor, bundan sonra Ukrayna’da Rusya’ya yakın bir yönetimin başa gelmesi ihtimali yok. Ukrayna’yı öylesine vuruyor ki ele geçirse de, ülkeyi imar edecek ekonomik kaynağı yok. De-nazifikasyon dediği, nazilerden arındırma hedefinden vazgeçti. Muhtemelen Azov gibi faşizan gruplar işgalden güçlenerek çıkacaklar. Zelenski düşmek bir yana, Batı’nın da parlatmasıyla kahraman statüsüne çıkarıldı. Anlaşma sağlansa ve Rusya çekilse, yapılacak seçimleri kazanma ihtimali artık çok daha yüksek. Batı içindeki ayrım rafa kaldırıldı ve Avrupa silahlanmaya geri döndü.
Bu noktaları genelde daha önceki yazılarda tartıştım. Bu yazıda ABD’nin Rusya politikasına değinip, bu noktaya nasıl gelindiği üzerinde duracağım. Ukrayna işgalinin ABD, Rusya, Hindistan, Çin ve Japonya’nın da içinde olduğu büyük güç siyasetinin nasıl hareketlendirdiğini, her bir tarafın nasıl bir alan kapma, müttefik devşirme stratejilerini devreye soktuğunu tartışacağım.
ÖNCE RUSYA MIYDI?
Küresel sistemin yapısına bakıldığında rasyonel olan ABD’nin Çin’e karşı Rusya’yı yanında tutmasıydı. ABD geçtiğimiz 30 yıl içinde bunu çeşitli şekillerde yapmaya çalıştı ama çok sorunlu bir şekilde. Bu politikayı ilk izleyen 1990’lı yıllarda Clinton oldu. 'Önce Rusya' ya da 'Rusya öncelikli' diye çevirebileceğimiz (Russia First) bu politikayla, ABD bir yandan Yeltsin aracılığıyla Rusya’yı kontrol altında tutuyor, öte yandan da Rusya’nın eski Sovyet toprakları üzerindeki etkisine kısmen göz yumuyordu. O dönemde Rusya’nın Azerbaycan siyasetine müdahalesiyle Elçibey devrilip Aliyev getirilmiş, Çeçenistan ilki Yeltsin döneminde, ikincisi Putin’in iktidara gelmesi sürecinde yerle bir edilmişti. Rusya Orta Asya’nın otoriter tek adam rejimleriyle yakın ilişkiler geliştirmiş, ABD bunlara genelde göz yummuş ya da göz yummak zorunda kalmış, Kırgızistan’da olduğu gibi zaman zaman bazı müdahalelerde bulunmuştu. Hatta Rusya’nın Gürcistan işgaline bile fazla tepki gelmemişti.
RUSYA İLE İLİŞKİLERİ "SIFIRLAMA" DERECESİ
Rusya’yı ABD yörüngesine çekme sürecinin ikinci denemesi Obama, Biden, Hillary Clinton üçlüsünün 2009’da ilan ettikleri “reset” yani geçmişe bir silgi çekip, ilişkileri sıfırdan kurma girişimiydi. Öyle ki, dönemin dışişleri bakanı H. Clinton, Rus mevkidaşı Lavrov ile buluştuğunda ona gerçekten üzerinde düğme olan bir aparat hediye etmiş, o düğmeye basarken birlikte poz vermişlerdi. NATO’nun genişlemesi, Gürcistan işgali vs. gibi konuları geri bırakalım denemesiydi bu. O sırada başta Medvedev vardı ve ipleri Putin elinde tutsa da, ABD bu fırsatı değerlendirmek istedi ve şöyle bir politika belirledi: Rusya’ya bazı ekonomik ve teknolojik fırsatlar sağlanacak ama Rusya ABD merkezi Batı sisteminin stratejik üstünlüğünü kabul edecekti. Özellikle Almanya ve Fransa Rusya’daki yatırımlarını artırırken, ABD bazı kurumsal mekanizmalar da geliştirdi. Bunların çerçeve yapısını ABD-Rusya İkili Başkanlık Komisyonu oluşturdu. Bunun altında çok sayıda kurumsal yapı kuruldu. İki ülkenin bilimler akademileri arasında da işbirliği süreci başlatılırken, en önemli çıktılardan biri, Moskova yakınlarındaki Skolkovo’da ABD’deki Silikon Vadisi'ne benzer bir teknoloji/bilişim merkezi kurulmasına destek olunmasıydı. IBM, Microsoft, Cisco gibi şirketlerin, MIT gibi bir üniversitenin bu projeye katkı sağlamasının önü açıldı. Pentagon’un, teknoloji transferi anlamına gelecek bu işbirliğine karşı çıktığını eklemek gerek. ABD, Rusya’nın Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olmasına da destek verdi ve 2012’de üyelik gerçekleşti. Rusya, ABD’nin Afganistan operasyonları için hava sahasını kullanmasına izin verdi.
Liberal bir mantıkla, Rusya dünya ekonomisine bağlanacak, Batı ile ekonomik ve teknolojik ilişkileri gelişecek, Rusya Avrupa’nın enerji tedarikçisi olacak, Batı ürünlerini satın alacak, böylece bir karşılıklı bağımlılık yaşanacaktı. Rusya’nın Batı’ya iktisadi bir meydan okuma kapasitesinin olmadığı ve olmayacağı biliniyordu. Böylece Rusya’nın yüzü Çin’e değil, Batı'ya dönük olacaktı. Tıpkı Çin ile ilişkilerde olduğu gibi bu tür bir siyaset Rusya’yla da işlemedi. Reset, Obama yönetiminin en çok eleştirilen dış politika tercihlerinden biri oldu. Başarısız bulundu.
RUSYA 'ÖNCE ÇİN' DEDİ
Biden, başkan yardımcısı olarak, 2011’de o sırada başbakan olan Putin ile görüşmesinde, gözünün içine bakıp, “Sen ruhsuz birisin” dediğini gazetecilerle paylaştı. Putin’in cevabı soğukkanlı görünüşünü doğrular nitelikte olmuş: "Birbirimizi anlıyoruz." O görüşmede, Putin’in başkan olmaması yolunda telkinde bulunduğu da söylenir. ABD, sahip olduğu güçle, Rusya’ya koşullarını kendi belirlediği pazarlığı dayatmak istedi. Rusya ekonomik olarak ödüllendirilecek, karşılığında Çin’e yaklaşmayacak, Batı’nın küçük partneri olacaktı. ABD, Rusya ile ilişkileri yakın tutmak istiyordu ama NATO genişlemesi gibi konularda Rusya’yı dikkate almıyordu. Putin’in seçilerek tekrar başa geçtiği 2011 seçimleri sonrasında çıkan gösteriler sonrasında, Rus yönetimi ABD’yi suçlayarak, ABD yardım kuruluşu USAID’in ofisini kapattı. Putin yönetimi Libya’ya yönelik operasyon için BM Güvenlik Konseyi'ndeki oylamada, 'Rejim değişikliği olmayacak' diye söz verildiğini ve bu yüzden Rusya’nın veto yetkisini kullanmadığını ama burada da kandırıldığını ileri sürecektir. 2013 sonunda Ukrayna’da Maidan gösterileriyle Rusya’ya yakın hükümetin düşmesi, ardından Rusya’nın Kırım’ı ilhakı, karşılığında yaptırımlar ipleri tamamen kopardı. ABD, 2012’de çektiği muharip güçleri Avrupa’ya tekrar göndermeye başladı, bundan sonraki her NATO belgesi, 2017’den itibaren de ABD strateji belgeleri Rusya’yı tehdit kategorisinde ele almaya başladılar.
Putin Rusyası enerji fiyatlarındaki yükselişin getirdiği ekonomik büyüme, iç destek ve Çin’in yükselişinin sağladığı imkanla, ABD merkezli düzende kendisine verilen, tedarikçi, Batı ile ekonomik işbirliği yapan, Çin’den uzak duran bir ülke konumunu reddetti. İçeride baskıcı, Batı ile ekonomik işbirliğini sürdüren ama Çin ile yakınlaşan, yakın coğrafyasında ve Ortadoğu ve Afrika’da güç kullanan, büyük güç statüsü isteyen bir ülke oldu. Bu hırslı bir politikaydı. Çin ile yakınlaşıp, aynı anda Hindistan ile ilişkilerini belli bir düzeyde tutup, enerji ve ekonomik işbirliğiyle Avrupa’yı Merkel üzerinden pasifize ederek ve askeri güç kullanma alışkanlığı edinerek bir dünya gücü olduğu sanrısına kapıldı.
HİNDİSTAN KIYMETE BİNDİ
Bu arada ABD benzeri bir politikayı Hindistan’a yönelik olarak da izledi ve izlemeye devam ediyor. İsrail ve Fransa üzerinden askeri ve savunma alanında işbirliğiyle Rusya’ya olan askeri malzeme bağımlılığını uzun süredir kırmaya çalışıyor. ABD’nin kendisi ise yazılım başta olmak üzere, teknolojik ve ekonomik ilişkileri geliştirerek Hindistan’ı stratejik olarak yanında tutuyor. Bilindiği gibi Hindistan, QUAD denen ABD, Japonya, Avustralya’nın da içinde bulunduğu stratejik işbirliğinin dördüncü parçası oldu. Denebilir ki, ABD’nin son 20 yıldır en ciddi stratejik başarısı Hindistan’ı Çin’den uzak tutabilmek oldu. Yaşadığımız Ukrayna krizi sırasında Hindistan gibi bir ülkenin tavrı merak konusuydu ve Hindistan dengeli bir tutum izledi. Çok sayıda ülke kriz sırasında Delhi’nin yolunu tuttu. Lavrov “Hindistan bağımsız bir dış politikaya sahiptir ve dış politikası ABD etkisi altında değildir” diye överken, aynı gün orada olan İngiliz Dışişleri Bakanı Truss Hindistan’ın ne kadar önemli bir ülke olduğunu söylüyor, ABD’nin stratejik yaptırımlar konusundaki en yetkili ismi, Ulusal Güvenlik Danışmanı yardımcısı Daleep Singh yine aynı gün gittiği Delhi’de “Rusya Çin’in küçük ortağı” diyerek, Hindistan’ın ilişkilerinin sorunlu olduğu Çin’in Rusya üzerindeki etkisini vurgulamaya çalışıyordu. Çin karşısında Rusya’nın desteğini önemseyen Hindistan BM’deki oylamalarda çekimser kalırken ve yaptırımlara uymazken, uluslararası hukuk, sorunların şiddete varmadan çözülmesi vurgusuyla işgali onaylamadığını da gösteriyordu. ABD, Hindistan’ın “yaptırım fırsatçılığı” yapmasını engellemeye, Hindistan ise Rusya’nın sıkıştığı bu ortamda ucuz petrol almaya çalışıyor. Bu arada Rusya’nın Hindistan’a petrol satışının düşük bir miktarda, hatta ticari ilişkilerinin de çok sınırlı olduğunu belirtmek gerek. Günümüz dünyasında toplam 8 milyar dolarlık ticaret hacmi komik bir rakam. Hindistan örneğin ABD ile 113 milyar dolarlık bir ticaret hacmine sahip ve bunun 70 milyardan fazlası ihracattan oluşuyor.
Dahası, Batı sisteminin parçası olan Japonya da Delhi’nin ziyaretçilerindendi. Yeni başbakan Kişida Hindistan’a önümüzdeki beş yıl içinde 42 milyar dolarlık yatırım yapmayı planladıklarını açıkladı.
Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi de Delhi’ye gidenlerden ama Hindistan medyası Yi’ye mesafeli davranıldığını yazıyor.
Hindistan şu anda sahip olduğu stratejik önemin farkında görünüyor ve bu imkanı sonuna dek kullanıyor. ABD, Delhi’nin Rusya’dan S-400 füze sistemi almasına bile ses çıkarmadı. Hindistan’ın Batılı ülkelerle arasında bir sorun yok iken, Çin ile sınır anlaşmazlıkları ise devam ediyor. Bu koşullarda Hindistan için, Rusya senaryosunun işlemesi uzak görünüyor. Rusya’nın elindeki iki aracı, enerji ve silah dışında Hindistan’a sunabileceği fazla bir şey yok.
Batı için en ciddi risk Rusya, Çin, Hindistan’ın ortak hareket etmesi olur. Batı’nın politikası Çin’in yanına stratejik olarak hiçbir gücün yanaşmaması üzerine kuruluydu. Rusya’nın durumunda bu strateji işlemedi. Rusya aşamalı olarak Çin’e doğru kaydı. Hindistan’ın Çin yerine, zayıflamış bir Rusya’ya yakın durması, ABD açısından kötünün iyisi olarak görülüyor. Şu anki küresel jeopolitik mimari, giderek ABD, Avrupa ve Uzak Doğu (Japonya, G. Kore, Tayvan, Avustralya, Yeni Zelanda) merkezlerinden oluşan Batı sisteminin, Rusya ve Çin karşısında konumlandığı, Hindistan’ın bu geniş ittifaka kendi bölgesinde dahil olduğu bir görünüm sunuyor. Bu düzenin şu anki koşullarda değişmesi düşük bir olasılık olarak görünüyor.