AZMİ KARAVELİ
Hukuksuzluk bumerangı ve SADAT miladı
Bu ülkede çoğu insan şuursuzca 1980-90’lı yılları özlüyor. “Eskiden şöyle güzeldik, böyle güzeldik, o kadar güzeldik ki öyle böyle değil yani” minvalinde methiyeler düzülüyor. Oysa 80’ler, üzerine ne söylesek az kalacak derecede darbe yılları demekti. 90’lar ise özellikle Kürtler, devrimciler için son derece karanlık yıllardı; faili meçhuller, Hizbullah, kontrgerilla, gazete bombalama ve daha bir sürü hafızlarımızdan silemediğimiz olaylar silsilesiydi. Aynı zamanda Gazi ve Sivas Katliamları demekti, Ağar, Akşener demekti…
Şimdilerde yapılan özlem dolu geçmiş övgülerinden anlıyoruz ki, daha çok 2000’li yıllarda yaşam alanlarına müdahele edildiği kaygısıyla, zorunlu şekilde siyasetle tanışan ciddi bir kitle için, 80 ve 90’lar hiç de karanlık değildi. İşkenceler, baskılar, sansürler, kapalı kapılar ardında gerçekleşiyor, yeni kültürel iklim bu yaşananların görünür kılınmasını perdeliyordu. O dönemin ortamını daha iyi anlayabilmek için Nurdan Gürbilek’in “Vitrin’de Yaşamak” kitabını hatırlamakta yarar var.
“(…)Bütün, bu görüntülerde, o sırada yaşanan baskının, günlük hayatın sıradan bir olgusu haline gelmiş devlet şiddetinin işaretlerini bulmak imkânsızdır. Tam da devletin tekel haline geldiği bir durumda, şiddet sanki özel hayatın bir olgusuymuş gibi ayrışır; ancak aile içi bir olay olarak anlamlandırılabilir, özel nedenler dışında bir nedeni yokmuş gibidir.”
Yüksek enflasyona rağmen gelirleri en azından enflasyon kadar artan “orta direk”, hatta işçi sınıfı için dahi 12 Eylül sonrası “huzur ve güven” ortamıydı, son tahlilde “Türkiyem Türkiyem cennetim benim eşsiz milletim”di.
Sonrasında milenyum daha da çarptı bizi. Bugün CHP tabanını oluşturanların ağırlıklı olarak katıldığı Cumhuriyet mitingleri 2007 yılında, bugün yaşananları, diğer birçok kurum parti, grup gibi ön görmüştü aslında. Mitinglerde “Kötüye gidiyoruz, daha da kötü olacağız” çağrısı yapanlar, 80-90’lardan çok da rahatsız olmayan kaygılı modernlerdi. Cemaatin hemen herkese, her kuruma bulaşmadan önce Cumhuriyet mitinglerine ve Kemalistlere yönelmesinin temel nedeni eylemlerin kitleselliğiydi. Ancak mitinglerin sürdürülebilir bir siyasi harekete dönüşememesi, ulusalcı hareketin siyasi direniş pratiğinin olmaması, cemaatin gücü ve bilmediğimiz gerekçeler bu hareketin sönümlenmesine neden oldu. Hareketin liderlerinden Tuncay Özkan da CHP’nin önde gelen isimlerinden biri olarak yıllardır eleştirilen “şimdi eylem yapmanın sırası değil, aman tadımız kaçmasın, zaten ilk seçimde gidecekler” zihniyetinin baş sorumlularından biri haline geldi.
Böylesi bir kitle ve Adalet Yürüyüşü hariç eylemsizlik üzerine kurulu bir parti geleneği söz konusuyken Canan Kaftancıoğlu kararına CHP üst yönetiminin hızlı biçimde tepki vererek isyan etmesi, son derece haklı olmakla birlikte müsaade buyursunlar Martin Niemöller’in o ünlü cümlelerini hatırlattı. Kılıçdaroğlu’nun, kararın hemen ardından insanları il merkezine çağırması ve ertesi gün SADAT’ın paramiliter güç olduğuna dair yürek yemiş lider açıklaması elbette insanların içine su serpti. En azından bu zamana kadar sessiz kaldıkları yılların pasif siyasetine karşın Niemöller’in “(…)benim için geldiklerinde benim için sesini yükseltecek kimse kalmamıştı” noktasına henüz gelmediğimizi gördük, eh buna da şükür.
CHP, beğenin beğenmeyin, siyasi hayatımızın önemli bir partisi, varlığı bir dert yokluğu yara misali. Çoğu zaman gereğinden fazla önem atfedildiğine katılmakla birlikte şurası da bir gerçek ki 20 yılı dolduran istibdat rejiminin ana muhalefet partisi aynı zamanda. İktidarın baskıcı rejimi hakkında söylenecek her şeyi söyleyenlerin son zamanlarda oklarını CHP’ye çevirmesinin arkasında, tarihsel anlamdaki öneminin yanı sıra, bu 20 yılda somut olarak hiçbir kararı, yasayı, baskıyı, yıkımı, çürümeyi engelleyememeleri yatıyor. Muhalefeti eleştiren çoğu yazar zaten AKP hakkında neredeyse söylenecek her şeyi söyledi, AKP’yi eleştirmekten korkan AKP gibi olsun “netekim.”
Aslında yakın geçmişimizde kitleselleşmiş, heyecan yaratan eylemler az da değil. Kendiliğinden gelişen, sonra partilerin de katıldığı Gezi Direnişi başlı başına bir destandı. Hrant Dink, Berkin Elvan cenazeleri hüzün ve öfkeyle dolmuş insanların katılımıyla tarihe geçecek kitlesellikteydi. Adalet Yürüyüşü’nün yarattığı dalga bütün partileri ve ülkeyi sarmıştı.
Sonrası…Sonrası koca bir hiçlik. Başta Demirtaş olmak üzere HDP kadrolarının başına gelenlere ürkek güvercin tedirginliğinde yapılan çıkışlar, “nasıl olsa ilk seçimde gidiyorlar” inancı ülkede saha muhalefetini neredeyse sıfıra indirdi, anayasal hak arayışını kriminalize etti. Muhalefetin kitleleri örgütleme kabiliyetinin yeterince güçlü olmaması, yukarda sıraladığımız eylemlerden sonra oluşan hayal kırıklıkları, umutların gittikçe tükenmesi, Millet İttifakı’nı oluşturan partilerin mühürsüz seçim zarflarına dahi itiraz edemeyecek kadar ürkek siyasetsizlik siyaseti, son tahlilde baskı rejiminden korkma bizi bu günlere getirdi ve tüm bunlar kitlesel eylem pratiklerinin sönümlenmesinin ana nedenlerini oluşturdu.
Kabul etmek gerekir ki her geçen gün daha da rezilleşiyor ortam. Bu baskı ortamı bugün (dün zaten geçti, geçmiş geçti) kırılamazsa artık çok açık ki; yarın daha kötü, gelecek ay çok daha kötü olacak ve belki de gelecek sene “daha da kötüleştik” dememizi gerektirecek bir mücadele alanı ya da ülke dahi kalmayacak. “Oyuna gelmeyeceğiz” siyaseti tıkandı, oyun alanını tamamen AKP-MHP’ye bırakmak anlamına gelen yaklaşım, seçim sonrası iktidar değişse dahi korkunç bir enkazın devir alınmasını beraberinde getirecek.
Sadece son bir haftaya bakınca dahi vicdanı olan insanın içi şişiyor: Cezası kesinleşen 80 yaşındaki engelli Makbule Özer ve eşi Hadi Özer cezaevine konuldu. Eskişehir’de festival iptal edildi, 15 gün konserler yasaklandı. Kadir Gecesi içki içmenin fiilen yasak olduğunu Pegasus örneğinde gördük. Melis Sözen giydiği kıyafet nedeniyle adeta linçe maruz bırakıldı. İsmail Saymaz ifadeye çağrıldı…
Ha bu arada müzik yasağı bir saat uzatıldı diye başta Demet Akalın olmak üzere hepimiz zafer kazanmış gibi sevindik, şükür ettik. Doların 8’den 18’e çıkmasından sonra 15’e indi diye şükür etmemiz gibi…Zaten olmaması gerektiği halde hapse giren aydınların zaman zaman serbest kalmasına sevinmemiz gibi…
Böylesi bir ortamda geldi Canan Kaftancıoğlu kararı. Enis Berberoğlu’nun yargılanması sürecinde başlayan ve sonrasında sönümlenen Adalet Yürüyüşü de baskıcı rejim CHP’ye dokununca eylem refleksine dönüşmüştü. Olsundu, yeter ki olsundu. Yine de hatırlatmak, gelecek süreçler için boynumuzun borcudur: Kaftancıoğlu’nun başına gelenler 2016 yılında dokunulmazlıkların kaldırılması sırasında verilen o tarihi “Anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz” açıklamasının çıktısı, adeta bumerangıdır.
O zaman çok yazıldı, “yapmayın etmeyin, bu hukuksuzluk bumerangı, size geri döner” dendi ancak her zamanki gibi “muhalefeti eleştirmeyin” kalıbına takıldı. İşte HDP için zamanında atılan o bumerang, döndü dolaştı ve sadece CHP’ye değil aslında herkese çarptı.
Bu karanlık tabloda bir umut ışığı arıyoruz. Kılıçdaroğlu’nun Meclis'te yaptığı, daha sert mücadele edeceğine dair çıkışı, Kaftancıoğlu için anında verdiği tepki, Mithat Sancar’a başsağlığı ziyaretinde bulunması, İstanbul mitingi, en önemlisi de paramiliter SADAT’ı açıkça deşifre etmesi “acaba mı be, yoksa oyunu kanatlara mı yayacaklar” umudunu yeşertti. “Siyaseti Ankara’nın manasız dar koridorlarından çıkartıp, sahaya mı inecekler yoksa” beklentisi doğurdu. Diğer yandan Demirtaş’ın hapishanedeyken dahi dışarıya umut vermeyi başaran; “Demokrasi Sözleşmesi”, “Aydınlar Heyeti” ve “Bir Hayalimiz Var” Konferansı önerileri ve ortak akıl çağrısı yapması da yoğun gündem arasında kaynamasını istemediğimiz başka bir umut vesilesi oldu:
“Elbette hiçbirimizin elinde sihirli değnek yok. Ülkemizin içinde bulunduğu kaos ve sürüklendiği çöküşten çıkışın biricik yolu farklılıklarımızla birlikte, ortak akılla hareket etmektir. Aynı denizde buluşan ayrı nehirler olarak akmak bir zaaf değil, demokrasinin gücü ve güzelliğidir. İktidarın en çok çekindiği ve engellemeye çalıştığı şey de budur.”
Evet bu yazının ana temasını oluşturan; bu zamana kadar muhalefetin ve insanların kayıtsızlığı, bunların neticesinde Kaftancıoğlu örneğinde olduğu gibi her canlının bir gün AKP tahakkümünü tadacak olması gerçeği lütfen bir kenarda dursun… Madem oyunu kanatlara yaymaktan bahsettik, son bir futbol klişesiyle bağlayalım. Geçmişte ne yaşandıysa yaşandı, bugün SADAT çıkışının ve Demirtaş’ın çağrısının bir milat olması dileğiyle artık önümüzdeki maçlara bakmanın zamanıdır. Zira ortam rezilleşiyor dedik de gelecek için umutlanmadan da yaşanmıyor. En son olarak bu yazı için de gelebilecek olası “AKP yerine muhalefete vuranlar AKP’ye çalışıyorlar, şimdi sırası değil” yorumlarına karşı bir kez daha haykırmak isterim ki: “Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet.”