SAMİM AKGÖNÜL

SAMİM AKGÖNÜL

Irkçılık ve yabancı düşmanlığı hakkında üç düşünce

32 senedir Fransa’da yaşıyorum, Türkiye kökenliyim. Çocuklarım Fransa’da doğdular, kimliklendiler, büyüdüler, büyüyorlar. Öğrencilerinin yüzde 90’ı Fransa’da doğup kimliklenmiş Türkiye kökenli ailelerin çocukları olan bir üniversite bölümünü yönetiyorum. Son 25 senedir kendi araştırmalarım da eski azınlıklar ve göç kökenli yeni azınlıklar üzerine.

Uzun lafın kısası Türkiye’de son günlerde artan ırkçı ve yabancı düşmanı söylem hakkında kelam ettiğimde, “senin tuzun kuru”, “davulun sesi uzaktan hoş gelir” vs gibi itirazları reddediyorum. Belki de sizin burnunuz fazla batmıştır ortamın içine. Belki de “uzaktan”, sizin “yakından” göremediklerinizi görebiliyorumdur. Kulak veriniz lütfen.

YAKIN BAŞKALIK

Bu konudaki birinci düşüncem “yakın başkalık” üzerine. Şöyle: İyi niyetli olduğunu düşündüğüm bir yaklaşım var. “İnsanlar yabancılardan korkuyorlar ve hatta onlardan nefret ediyorlar zira onları tanımıyorlar, kültürlerini bilmiyorlar, tanısalar severler” şeklinde özetlenebilecek bir yaklaşım bu.

Kanımca bu söylem yanlış. Kimisi yukarıda da belirttiğim gibi iyi niyetle, samimi olarak bu söylemi kullanıyor kimisi ise ırkçılığı temize çıkarmak için bile bile. “Affet abisi, cehaletten böyle yapıyor”. Toplumlar, özellikle de kendi kimliklerinden şüphe duyan gruplar kendilerine en yakın olan, en iyi tanıdıkları gruplardan nefret ederler. Zira bu yakın başkalığın kendilerini içine çekmesinden endişelenirler. “O”nunla yan yana olursa aralarında fark olmadığının anlaşılmasından hatta “O” olmaktan korkarlar. Yakın tarihte meydana gelen bütün soykırımlar, katliamlar, sürgünler birbirini fazla iyi tanıyan gruplar arasında gerçekleşti, birbiri konusunda cahil olan gruplar arasında değil. Türkler, Kürtler ve Ermeniler 1915’te birbirilerini çok iyi tanıyorlar, birbirlerine çok benziyorlardı. Türkler ve Rumlar 1923’te birbirlerini çok iyi tanıyorlar, birbirlerine çok benziyorlardı. Almanlar ve Yahudiler 1942’de birbirlerini çok iyi tanıyorlar, birbirlerine çok benziyorlardı. Hırvatlar, Sırplar ve Boşnaklar 1991’de birbirlerini çok iyi tanıyorlar, birbirlerine çok benziyorlardı. Hutular ve Tutsiler 1994’te birbirlerini çok iyi tanıyorlar, birbirlerine çok benziyorlardı. Ruslar ve Ukraynalılar birbirlerini çok iyi tanıyorlar, birbirlerine çok benziyorlar. Listeyi uzatabiliriz.

Eğer bugün Türkiye’de yabancı göçmenlere karşı komplekssiz bir nefret söylemi varsa bu, söz konusu göçmenlerin farklı olmalarından duyulan korku değil, benzer olduklarının ortaya çıkmasından duyulan korku. Göçmenler kadınları taciz mi ediyor? Ya göçmen olmayanlar? Göçmenler çok mu yobaz? Ya göçmen olmayanlar? Göçmenler AKP’ye mi oy verecekler? Ya göçmen olmayanlar? Yakın başkalık keskin. Bu ortamda Türkiye şiddete gebe. Diyecekseniz ki hangi ortamda şiddete gebe değil ki? Doğru ama nefretin normalleştirildiği ortamlarda “yakın başka” insan statüsünü kaybeder, kurban edilmesi daha kolay olur. Buna Alman psikolog Erik Erikson (1902-1994) pseudospeciation diyor, yani yanımızdaki ötekinin insanlığın çeperine yerleştirilmesi ve “bizim” kendimizi o çepere göre merkeze yerleştirmemiz. Bir nevi negatif kimlik.

YENİNİN ESKİYİ MEŞRULAŞTIRMASI

İkinci düşüncem, “yeninin eskiyi meşrulaştırması”. Şöyle ki; bir ortamda nefret söylemi her zaman bu anlatıyı ortaya atanlara, kelime haznesini icat edenlere ihtiyaç duyar. Norveçli antropolog Fredrik Barth (1928-2016) bunlara entrepreneur diyor. Kısaca söylemek gerekirse toplum ne kendi kendine “kim olduğunun anlatısı”nı inşa edebilir ne de kendi kendine başka bir gruba karşı kışkırabilir! Toplum kışkırtılmayı bekler. İşte Ümit Özdağ ve Marine Le Pen gibi kışkırtıcılar en yakın hedefi seçerler, en kolay olanı ve kurban edilmesi en meşru olanı. İstanbul’da, tramvayda, vapurda Rumca, Ermenice konuşulmaktadır, bu kabul edilemez, “vatandaş Türkçe konuş” der kışkırtıcılar. Gayrimüslim azınlıklar yeterince suçlandıktan sonra yok edilebilirler. İşte bu anda yeni bir yakın başkalık ortaya çıkar, Kürtler gelmiştir şehre. Kaba saba insanlardır bunlar, İstanbul’u büyük bir köy haline getirmişlerdir. Şehirde yaşamasını bilmezler ki zaten. Ah ne güzeldi o Rumların, Ermenilerin rengârenk İstanbul’u, Beyoğlu’na kravatsız girilmezdi. Sonra? Sonra Suriyeliler nefret söylemini paratoner gibi üstlerine çekip Kürtleri meşrulaştırabilirler mi? Kürtler eski azınlık, beğenmiyorsan kendi evine git denebilecek başka bir evleri yok Suriyeliler gibi. Zaten, efendim, yüz yıllardır kız alıp vermedik mi? (Erkek alınıp verildiğin hiç duymadım, “kız”, “tuz” gibi bir şey olsa gerek, komşular birbirlerine alıp veriyorlar). Sonra? Sonra Afganlar Suriyelileri meşrulaştırabilirler mi? Hiç olmazsa Suriyeliler komşu, zaten bir kısmı da Türkmen, öyle değil mi efendim? Ama ya bu vahşiler? Cinsel azgınlıklarını kontrol edemezler, çatal bıçak kullanmasını da bilmezler, hayvanla insan arasında kayıp halka. Evet yeni yakın başkalık eski yakın başkalığı meşrulaştırıyor. Ümit Özdağgiller, Eric Zemmourgiller de her seferinde rahatlıkla hedef güncelliyorlar. Her yerde sessiz istilalar, her yerde great replacement’lar var. Her yerde bunu yutanlar da.

TEKİLİN TEKRAR TEKİL OLMASI

Üçüncü ve son düşüncem “tekilin tekrar tekil olması” tehlikesi. Anlatayım. Carl Schmitt’ten (1888-1985) beri biliyoruz. Bir grubu beraber tutmak için, safları sıklaştırmak için, devletin devamı için, vs, dış düşman yetmez, fazla uzak ve farazi. İç düşman şart. İç düşman için de 3 basamak gerekli.

Birincisi tekil basamağı. Uzun bir süre (çok uzun olmasına gerek yok) toplumdaki her kötü olay düşmanlaştırmak istediğimiz gruba ait bireylerle anılır. Bir Kürt adam öldürdü. Bir Yahudi herkesi dolandırdı. Bir Rum savaş zengini oldu… bir Suriyeli selfie çekermiş gibi yaparken bir Türk kadının bacaklarını çekti, bir Afgan bir Türk kızına dik dik baktı, vs, vs, vs. Bu o kadar çok her ortamda tekrarlanmalı ki artık o gruptan bir tekil insanın bahsi geçtiğinde kamuoyunun aklına derhal kötü bir şey gelmeli.

Artık ikinci basamağa geçebiliriz: çoğul basamağı. Bu basamakta artık söz konusu grubu bir bütün olarak suçlayabilir, grup hakkında bütün önyargıları tartışmasız sıralayabiliriz. Araplar hem tembeldir hem de hain, Yahudiler paragöz, Kürtler şiddet yanlısıdırlar… Afganlar ilkel ve vahşi. Bu basamakta artık gruptan bireylere gruptan farklı olma hakkı tanınmaz. Tekiller çoğulun içinde eriyip giderler. Hepsi aynı bokun soyudur, al birini vur ötekinedir. E canım genleri, haydi bilemedin kültürleri böyledir.

Genelde nefret söylemi bu ikinci basamakta kalır. Ancak son bir basamak daha var ki en tehlikelisi budur. Tekrar tekile dönme. Artık bir tekil insan kendi bünyesinde grubunun bütün negatif unsurlarını taşır. Rum (Rumlar değil Rum) kahpedir, Arap pis olur, Ermeni kalleştir. Bu basamakta birinin işlediği suç için bir diğerini hatta hepsini cezalandırmak mübahtır zira tekil artık çoğulu temsil eder. Eğer bir Suriyeli bir kadına tecavüz ederse bütün Suriyeliler o tekilin içindedir ve suçludurlar. İşte bu basamak soykırım, pogrom, sürgün basamağıdır. Lekesinden kurtulmak imkânsız olur.

Önceki ve Sonraki Yazılar
SAMİM AKGÖNÜL Arşivi
SON YAZILAR