ERSAN ATAR
Kolilerdeki 'yarım cenazeler', toprağın kustuğu adalet
PTT A.Ş. Posta kargo / Normal
Tarih / Saat: 02/03/2020 / 14:32
Gönderici: Tunceli Cumhuriyet Başsavcılığı
Alıcı: Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı Talimat Bürosu
Ağırlık / Desi: 3 bin 460 gr - 16.43 desi.
Kargo içeriği yazmıyordu. Bu paket Diyarbakır’da “sahibine” teslim edilmek için beklerken Halise Aksoy’un telefonu çaldı:
Görevli:
-Bir zarfınız var gelin alın.
Halise Aksoy o günlerde İstanbul’da yakınının misafiriydi. Telefondaki ses telefondaki ses, “zarfın” ne olduğunu, nerden geldiğini söylemiyordu.
-Gizlidir, isterseniz İstanbul’a gönderelim.
Halise Aksoy, telefonda bir süre öylece durdu, 3 yıldır cenazesine ulaşmaya çalıştığı oğlu Agit İpek ile ilgili olduğunu düşündü:
-Ben gelip alacağım…
Diyarbakır’daki evine döndü, PTT kargonun kapısına yapıştırdığı ‘ihbar kağıdını’ gördü. Önce PTT’ye oradan da adli emanete gitti. Elindeki kağıdı gösterdi:
-Hele bu dosya nedir?
- (Görevli emanet odasını göstererek) Emanet yeri orası, en son kapı. Oraya sorun.
Halise Aksoy gösterilen odaya girdi. İki görevli çalışıyordu. Bir görevli masasında oturuyordu ve ayağını masanın altında duran ve içinde bir koli olduğu anlaşılan ağzı mühürlü çuvalının üzerine koymuştu. Halise Aksoy elindeki kargo etiketini gösterdi.
-Bize bu kağıdı vermişler.
- (Görevli önce kağıda sonra Halise Aksoy’a baktıktan sonra) Gel imzanı at.
- Oğlum ne için imza atayım, emanet nedir, nerden gelmiş, kim göndermiştir?
- Oğlun Agit İpek’in kemikleri gelmiş…
Görevli, az önce ayağını üzerine koyduğu çuvalı Halise Aksoy’a verdi.
Etiketin üzerinde yazmayan “kargo içeriği” o zaman anlaşıldı:
3 bin 460 gramlık, 16.43 desilik kolide 2017 yılında Tunceli’de güvenlik güçleri ile çatışmaya giren ve annesinin bir süredir cenazesine ulaşmaya çalıştığı PKK’lı Agit İpek’e ait kemik parçaları vardı. Kolinin uzun bir yolculuğu olmuştu. Önce İstanbul Adli Tıp Kurumu’na gitmiş, Oradan Tunceli’ye dönmüş, kargo ile Halis Aksoy’un evine götürülmüş, Halise Aksoy adresinde bulunamayınca tekrar “gönderici”si Tunceli Başsavcılığı’na dönmüş, çözüm olarak Diyarbakır Adliyesi’nde “teslim edilmesi” bulunmuştu, yeniden Diyarbakır’a gelmişti.
“KOLİYLE CENAZE”YE TAKİPSİZLİK
Bu “yarım cenaze”, sonrasında çok konuşuldu: “Cenazeyi koliyle teslim etmek nasıl bir insanlıktı?” Kimine göre ise “Agit bir teröristti” ve “bu bile fazlaydı(!)”
Halise Aksoy’un iki yıldır “oğlumun cenazesini bulup bana verin” feryatlarına duymayan Tunceli Başsavcılığı bu kez elini çabuk tuttu (!) ve beklenen açıklamayı yaptı:
Başsavcılığa göre kolide olan, “cenaze” değildi. Kemik de değildi, “DNA örneği içeren vücut dokularıydı” ve en nihayetinde “doku ve kemik parçaları”ydı.
Başsavcılıklar arasında gidip gelen, sadece bu “yarım cenaze” değildi. Halise Aksoy, “oğlumun cenazesini kargoyla taşıdınız, görevinizi kötüye kullandınız” diyerek ilgililer hakkında suç duyurusunda bulunuyordu. Suç duyurusunu Diyarbakır Başsavcılığı’na yaptı. Diyarbakır, “muhatap biz değiliz” deyip yetkisizlik kararı verdi ve suç duyurusu evrakını yine PTT Kargo ile Tunceli’ye gönderdi.
Tunceli Başsavcılığı, “Yapılan işlem yönetmeliğe uygundur” deyip takipsizlik kararı verdi. Toprağın kustuğu adaleti yeniden toprağa gömdü. Ama adalet, yer altına ait bir şey değildi. Halise Aksoy karara itiraz etti. Hakimlik, “hayır karar yerinde kargoyla taşınabilir, bunda bir suç yok” dedi ve itirazı reddetti. Aksoy bu kez Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu; “insanca gömülmek oğlumun da hakkıydı” dedi. Dosyası şimdi Anayasa Mahkemesi’nde sırasını bekliyor.
DİLEKÇE “FAİLİ MEÇHUL” RAFINA, KEMİKLER ÇUVALA
Agit İpek’in dosyası şimdi Anayasa Mahkemesi’nde beklerken ve “kargo ile cenaze” unutulmaya yüz tutarken bu kez Diyarbakır Adliyesi önünde bir baba belirdi. O baba az önce içerde adliye personeline, “Oğlumun cenazesini teslim almak için evrakları nereden alacağım?” diye soruyordu. Mahcup memur, dolabın kapağını açtı. Babanın gözü, dolaptan çıkacağını umduğu evrakı gözetliyordu. Tıpkı, “Hele bu dosya nedir?” diye soran Halise Aksoy gibi.
Memur dolaptan bir çuval çıkardı, babaya uzattı:
-Buyur amca, oğlunun cenazesi.
Bir yönetmen o anın kısa filmini çekseydi, o sessizlik sahnesiyle Halise Aksoy’un adli emanetteki donup kalma sahnesini birleştirirdi ve bu film, aslında ülkedeki kinin, çaresizliğin, yalnızlığın, düşmanlaştırılmanın ve de bunlar üzerine kurulan siyasetin filmi olurdu.
Baba, tıpkı Halise Aksoy gibi, haykıramadı. Adliye binasının çıkış kapısına yöneldi.
İçerden çıkan adamın elindeki çuvalın içinde bir koli, kolinin içinde de 7 yıl önce kaybolan oğlu Hakan Arslan’ın “yarım cenazesi” vardı.
Bu, baba Ali Rıza Arslan’ın adliyeye ilk gelişi değildi. Oğlu Hakan Arslan 2015 sonu, 2016 başlarında uygulanan sokağa çıkma yasakları döneminde kaybolmuştu. Aileye gayrı resmi bilgiler gidiyordu: “Oğlunuz sokağa çıkma yasağı sırasında polisle girdiği çatışmada öldü ve cenazesi Sur ilçesi Hasırlı Mahallesi’nde caminin yanına gömüldü.”
Toprak altına gömülen adalet umudu Tahir Elçi katledilirken Dört Ayaklı Minare’nin dibinden koordinat veriyordu, “Buradayım, burayı kazın. Hakan Arslan da burada” diyordu ama duyan olmadı. Yerden gelen sesin üzerine beton döküldü.
Baba Ali Rıza Arslan kendisine gelen bu duyumlardan sonra savcılığa başvurmuştu. Dilekçesinde, “Oğlumun cenazesinin Hasırlı Camisi’nin yanında gömülü olduğu duyumunu aldım. Gerekli araştırmalar yapılsın ve gerekirse kazı yapılarak cenazesi bulunup bana teslim edilsin” diyordu.
Savcılık, Ali Rıza Arslan’ın bu suç duyurularını, “daimi arama karalı” dosyalar içine koydu. Türkçesi: Faili meçhul. Ne Hakan Arslan’ın cenazesini arayan vardı, ne de O’nu öldürenleri soruşturan.
Hakan Arslan’ın kemikleri, mahalledeki Katolik Kilisesi ve Hasırlı Cami arasında restorasyon amaçlı kazı çalışması yapan ekiplerin kazmalarına takıldı. Baba Ali Rıza Arslan’ın suç duyurusu dilekçesi savcılık kaleminin raflarında “daimi arama kararlı” olarak unutulup giderken cenazeyi toprak kustu. Tam da Tahir Elçi’nin katledildiği yerden; betonu yırtarak.
Ali Rıza Arslan, oğlunun kemiklerini alıp Adliye binasından ayrılırken yıllar önce verdiği suç duyurusu dilekçesi savcılık raflarında kalıyordu. Ali Rıza Arslan’a da dilekçesinin karşılığında 13 satırlık “Teslim Tesellüm Tutanağı” veriliyordu. Oğlunun kemiklerini aldığını gösteren teslim tesellüm tutanağı. Baba Arslan tutanağı aldı, katladı, cebine koydu.
Tutanağa göre; baba Ali Rıza Arslan ve Anne Melike Arslan’dan alınan kan örneklerinden elde edilen genotip, Ali Rıza Arslan’ın üç adet diş örneğinden elde edilen genotiple örtüşüyordu. Ve “anne – baba – çocuk ilişkisi bakımından uyumluydu”. Teslim tesellüm tutanağında, “Soruşturma dosyasında Hakan Arslan’a ait kemikler üzerinde yapılan incelemenin tamamlanması nedeniyle Hakan Arslan’ın babası Ali Rıza Arslan’a teslim edilmiş olup iş bu tutanak tanzim edilmiştir” yazıyordu.
Ali Rıza Arslan, yıllar önce savcıya verdiği suç duyurusu dilekçesini Adliye’de bırakıp kemikleri ve “teslim tesellüm tutanağı”nı alarak, cenazeyi tabutla Adli Tıp morgundan almak için beraber geldiği yeğenleriyle birlikte Erzurum’a, köyüne gidiyordu.
“Yarım cenaze”, kolisinden çıkarılıp kefene sarılarak toprağa verilirken Diyarbakır Barosu, 2 yıl önce Tunceli’deki takipsizlik kararı ile toprağa gömülen, toprağın Diyarbakır’daki Hasırlı Cami yanından kustuğu ama Erzurum – Karayazı, Çavuş Köyü’nde yeniden toprağa gömülen adalet için bu kez Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun kapısını çalıyordu:
“İlgili Cumhuriyet Savcı hakkında soruşturmanın yapılarak cezalandırılmasını talep ederiz.”
Bu kez, Hakimler ve Savcılar Kurulu ne yapacak bilemeyiz ama görünen oydu ki adalet toprak altına ait bir şey değildi, yerin altı onu kabul etmiyor ve bir şekilde kusuyordu.
Manşet fotoğraf: Mezopotamya Ajansı