ESAT AYDIN
Normalleşme “rüyası”: Türkiye muhalefetinin dönüşümü
Charlotte Beradt’ın “Rüyaların Üçüncü Reich’ı” adlı kitabı, Nazi Almanya’sında insanların gördükleri rüyalar üzerinden totaliter rejimlerin bireylerin direniş kapasitelerinin sistematik bir şekilde nasıl yok edildiğine, psikolojik bütünlüklerinin nasıl parçalandığına ve toplumsal denetim altına nasıl alındıklarına dair bir analiz içeriyor.
Kitaptaki rüyalar, totaliter yapıların insan üzerinde bıraktığı derin travmayı, bireyi zapturapt altında tutma iradesini, itaate zorlama yöntemleri karşısında çaresiz kalan bireylerin kendilik değerlerinin, inançlarının nasıl sarsıldığını ve faşizmin manipülatif etkilerle amaçladığı psikolojik istilayı gösteriyor.
Rüyaların yoğun biçimde baskı, izleme ve kontrol temalarını içermesi, totaliter rejimlerin bireylerin zihinsel ve duygusal yaşamlarına ne derece nüfuz ettiğini simgeliyor.
Kitapta dikkat çekici rüyalardan biri, sosyal demokrat parti üyesi olan ve parti üyelerini istihdam eden bir fabrikanın sahibi Herr S.’nin rüyası…
Rüya, Nazi propaganda bakanı Joseph Goebbels’in fabrikasına gelmesiyle başlıyor. Fabrikadaki tüm işçiler birbirlerine dönük iki sıra halinde dizilirken Herr S., Nazi selamı vermek üzere zorlanıyor.
Bu zorlama, adeta işkenceli bir yarım saati buluyor. Herr S., kolunu yukarı kaldırırken, Goebbels, Herr S.’nin bu çabalarını ilgisizce izliyor.
Sonunda Herr S. selamı bitirdiğinde ise Goebbels, sadece; “Sizin selamınızı istemiyorum” diyor ve biri diğerinden kısa olan bacağını sürüyerek gidiyor.
Bu cümle, Herr S.’nin içsel çöküşünü perçinliyor.
Herr S., kendi işçilerinin önünde kolunu yukarı kaldırmış şekilde dururken rezil olmuş hissediyor. Uykusundan uyanıncaya kadar bu utanç verici durumda kalıyor.
Herr S., bu felç edici aşağılanmayı pek çok farklı biçimde tekrar tekrar görüyor.
Bir keresinde, kolunu kaldırmaya çalışırken omurgası kırılıyor.
Bu rüya Charlotte Beradt’a göre, kişinin kendisinden bekleneni yapmaya zorlanırken çektiği aleni aşağılanma ve totaliter rejimin bireyin iradesini kırma sürecinin simgesel bir ifadesi.
Charlotte Beradt bunu, “yaşadığı olay onu kendi kurduğu temellerden yoksun bırakır, kimlik duygusunu yok eder ve süreklilik hissini zedeler” diye yorumluyor kitapta.
Beradt’ın anlatımı, faşizmin birey üzerindeki etkilerinin psikososyal boyutunu anlaşılır kılarken, Herr S.’nin yaşadığı bu aleni aşağılanma, bireyin rejime boyun eğmesi yolunda siyasi iradesini kırmaya yönelik soğuk, mekanik ve alaycı bir “kabul törenidir.”
Herr S.’nin çöküşünden Türkiye’nin siyasetine
Benzer bir şekilde, bu perspektif, Türkiye’deki politik bağlama da bir analoji kurmak için kullanılabilir.
Türkiye’de bu tür totaliter kontrol mekanizmalarının izlerine rastlamak mümkün.
İktidarın, muhalefetin kendini ifade etme şeklini ve halk üzerindeki etkisini sınırlamaya çalıştığını söylemek mümkün.
AKP’nin politikalarıyla muhalefeti pasif bir konuma zorlayışı, iktidarın muhalefeti baskı altına almak ve kontrol etmek için kullandığı araçlar arasında paralellikler kurulabilir.
İktidarın başta CHP lideri Özgür Özel üzerindeki normalleşme politikası baskısı ve bütün muhalefeti pasif muhalefet çizgisine zorlama çabaları, benzer bir tahakküm ve itaat üretimi girişimi olarak değerlendirilebilir.
İktidarın bu tür politikaları muhalefeti edilgenleştirmeyi amaçlayan stratejiler olarak okunabilir.
Yani bir nevi uyum testi olabilir yumuşama/ normalleşme…
Son günlerde birçok kamuoyu araştırmasına da yansıyan seçmendeki “yabancılaşma” ve bunu tetikleyen psikolojik kontrol mekanizmalarının işleyişi, Türkiye’deki politik iklim, pasif direnişi teşvik eden politikalar, bu rüyalarda görüldüğü gibi bireylerin zihinsel yükünü artırabilir.
Zorlama olur mu bilmem ama; Beradt’ın odaklandığı psikolojik ve sosyal baskı mekanizmaları, muhalefeti etkisiz hale getiren ve çeşitli ideolojik baskılarla kontrol etmeyi hedefleyen bir strateji çerçevesindeki AKP politikaları, günümüzde de benzer şekilde bireylerin ve kurumların kontrol altına alınmaya çalışıldığı süreçler olarak yorumlanabilir.
Totaliter ideolojilerin karakteristiğinin, günümüz siyasi arenalarında çeşitli biçimlerde yankı bulduğu söyleniyor.
Türkiye gündemini belirleyen tüm gelişmeler, siyasi oyunların bir parçası olarak yorumlanıyor; muhalefetin iradesinin kırılmaya çalışılması ve muhalif seslerin bastırılması, totaliter yöntemlerle özdeşleştiriliyor.
AKP’nin strateji setinin, muhalefeti dizginleyerek eleştiriyi etkisizleştirdiğine ve toplumdaki farklı seslerin bastırılmasına yol açtığı savunuluyor.
Özellikle, muhalefeti edilgen ve boyun eğici bir duruma zorlayan bu yaklaşıma muhalefetin uyumu eleştiriliyor.
Evet, Türkiye’de son yıllarda gözlemlenen politik gelişmeler Beradt’ın da analiz ettiği durumu doğrular nitelikte…
Beradt’a bakarak Türkiye'de iktidarın, muhalefetin kendini ifade etme alanını daraltma stratejisi, muhalefetin kendi değerlerini sorgulamaya itmiştir diyebiliriz.
Muhalefetin bazı kararlarına bakıldığında, bu durum daha da belirginleşiyor.
Örneğin, CHP’nin dokunulmazlıkların kaldırılmasına evet demesi ve Yenikapı ruhu gibi yaklaşımları, mühürsüz oyların kabul edilmesi ve sokak muhalefetinin kriminalize edileceği bahanesiyle yok sayılması, dünün “helalleşme”, bugünün “normalleşme” politikalarının farksızlığı, 2018 seçimlerinde Muharrem İnce’nin YSK önüne gitmeyerek “sokağa çıksaydık kan akardı” gibi ifadeleri; muhalefetin iktidara karşı siyasi direniş kapasitesini köreltmiş, AKP’nin hegemonyasını pekiştirdi.
Yine AKP'nin Ayasofya'nın ibadete açılması gibi konularda yaptığı hamleler, muhalefetin bu tür manevi-politik gündemlerde sıkıştığı noktalar olarak göze çarpıyor. Cuma namazında saf tutma zorunluluğu hisseden muhalefet yekunü, bu noktalarda iktidarın çizdiği çizginin gerisinde konumlanıyor.
Aynı şekilde, dış politikada ve özellikle de Kürt sorunu gibi konularda muhalefetin AKP’nin arkasına hizalanması, bu dinamiklerin bir başka yansıması.
Önemli meselelere yaklaşımda muhalefetin kendi sözünü söylememe görüntüsü, iktidarın muhalefeti homojenize etme çabalarının bir başka parçası…
Sadakat ve keyfilik arasında
Evet, en son; sokak röportajında, Erdoğan’a yönelik ifadeleri nedeniyle tutuklanan Dilruba için Özgür Özel’in söylediği; “AK Parti'ye hakaret ettiği düşünülen birinin, sözlerini düzeltmeden protokolde oturmuş olması yanlış oldu, gönülleri kırdı. O yanlışa istemeden de olsa ben de ortak oldum" sözlerinde ve 1 Ekim’de “makama saygı” gerekçeli ayağa kalkma tutumunda gördüğümüz bu türden örnekler, Beradt’ın analizindeki gibi psikolojik egemenlik ve manipülasyon stratejisinin varlığına işaret ediyor.
Beradt’ın analizinde ortaya koyduğu gibi, Türkiye’de de iktidar, muhalefetin sesini ve etkisini sınırlıyor, kendisini desteklemeyen unsurları susturmaya çalışıyor.
Bu da siyasi bir denge yerine, hegemonik bir kontrol çabasını ortaya çıkarıyor.
Bu örneklerin, Beradt’ın analizlerinin Türkiye bağlamında da geçerli olabileceği ve totaliter eğilimler gösteren kontrol mekanizmalarına dair bir perspektif de sunduğu kanaatindeyim.
Çünkü, Türkiye’nin güncel siyaset ortamı, bireyin ve muhalefetin psiko-politik açıdan nasıl kontrol altında tutulmaya çalışıldığına dair dikkat çekici bir tablo sunuyor.
Erdoğan'ın “yerli ve milli muhalefet” kavramsallaşması, nihayet meyvesini vermiş gibi görünüyor.
Bu bağlamda, başta CHP olmak üzere, Erdoğan; kendi perspektifinden ideal niteliklere sahip bir muhalefetle karşı karşıya. Yeni dönemin "iç cephe" tahkimatına yönelik taleple, Bahçeli'nin "yeni süreç" politikası aynı istikamette ilerliyor.
Bu uyumu, kayyım atamaları ve Bahçeli’nin "Kürt Ağası" olarak tanımladığı Ahmet Türk'e yönelik methiyeleri tamamlıyor. Bu haliyle, aktörler arasında herhangi bir çatışma veya anlaşmazlık görünmüyor. Fatih Yaşlı’ya göre de bu durum, stratejik bir rol dağılımının varlığına işaret...
CHP ve DEM Parti de bu genel çerçevenin dışında, farklı bir doğrultuya yönelmiyor.
Sırrı Süreyya Önder, proleptik teşekkürlerini sunuyor. Özgür Özel, Erdoğan'ın CHP'yi karalamasını önlemeyi hedefleyen bir strateji izliyor gibi görünüyor.
Özel, CHP'nin "içeride muhalefet, dışarıda Türkiye partisi" olarak konumlandığını, “En ufak bir pişmanlığım yok… Kaybediyorsak ben kaybediyorum. Bedeli ben ödeyeceğim” sözleriyle de normalleşme çabalarını sürdüreceğini ifade ediyor.
Bu olanlar, Türkiye'nin siyasal atmosferinde yeni bir denge arayışının ve aktörler arasında senkronizasyon çabalarının ipuçlarını taşıyor.
Ama tüm bunlar olurken de totaliterizm “sen yine de normalleş; ama sınırlarına ben karar vereyim” diyebilir.
Bir yandan sizden sadakat isterken, bir yandan sizin o normalleşmenize ihtiyacım yok diyebilir.
Yani son anda sizi daha fazla ezmek için “Sizin selamınızı istemiyorum” diyebilir.
Nitekim; rejmin muhalefeti “normallik” zemininde kontrol altına alırken, bu zemin üzerindeki sınırları keyfi bir şekilde belirleme, yeniden tanımlama yetkisini kendinde saklı tuttuğuna dair gelişmeler yaşadık.
Örneğin, Bahçeli’nin “Belediye başkanlarının şimdiden Cumhurbaşkanlığı adaylığına soyunmaları namertliktir” açıklaması, Erdoğan’ın muhtemel iki rakibinin meşru siyaset alanını daraltmaya yönelik.
Aynı şekilde, Erdoğan’ın “Kamu kaynaklarının teröre, terör örgütlerine aktarılmasına nasıl karşı çıktıysak, bu kaynakların yandaşlara aktarılmasına da elbette karşı çıkarız” sözü bu mantığın başka bir tezahürü…
Ankara’dan sonra İstanbul Büyükşehir Belediyeleri ve Beykoz Belediysi’ne yönelik başlatılan incelemeler, rejim tarafından çerçevelenen sınırları gösteriyor...
Tüm bu pratikler, bir yandan sadakat ve uyum talep eden, diğer yandan keyfi müdahalelerle bunu değersizleştiren bir iktidar stratejisine işaret ediyor, normalleşmeyi kendi otoriter sınırlarına hapsetme niyetini açığa çıkarıyor.
Nasıl ki rüyada topallayan figür olarak Goebbels, dengesini sağlamaya çalışan rejimde saklı zayıf yapının bir metaforuyken, bizde de 31 Mart’tan sonra iktidar bu haldeydi.
Devreye sokulan 7 aylık pratikler gösteriyor ki rejim, kendisine karşı durabilecek muhalefeti uysallaştırmayı amaçladı ve bunu başarmış görünüyor.
Velhasıl; her durumda, muhalefetin totaliter yapılara karşı yaşadığı psikolojik sınavlar ve bu yapıların çabalarının nereye evrileceği “rüya” yorumlarına kalıyor.