ERSAN ATAR
O ülkede mermiler hep sekerdi
Ali El Hemdan bilmezdi; o ülkede mermiler yerden hep sekerdi. Afgan çocuk hiç bilmezdi; seken o mermiler bazen bir kadını -tıpkı kendisi gibi- ta kalbinden vururdu. O mermiler bazen Kemal Kurkut’un kolunu boylu boyunca kat edip, sol yanından çıkardı.
İşte o ülkenin “uzak” bir köşesinde minibüs ağır ağır ilerliyordu. Yolcuları daha “uzak”tandı. Belki Kabil’den, belki Herat’tan belki de Kandehar’dan; “cehennemden kaçıp cennete ulaşmayı” umuyorlardı. Umutları kadar beyaz bir minibüstü ve Karahisar’a doğru gidiyordu. Köy göründü. Minibüsü kullanan şoför orayı “Şemski” diye bilirdi; Karahisar “yeni” adıydı. Kürt köyüydü. 2500 rakımlı bir tepenin eteğine kurulmuştu ve en tepede karakol vardı. Şoför oraları “bilirdi” ve içinden “burayı da geçersek Saray’a ulaşırız” diye geçiriyordu, tedirgindi.
Korktuğu başına geldi: Dur!
Şoför durmadı. Şu derenin üstündeki köprüyü de geçerse yolcularını Saray’a ulaştırması daha kolay olacaktı. Olmadı. Okulun önünde oluşturulan kontrol noktasından gelen silah sesleri minibüsün uğultusunu yırttı. Yolcular belki bilmezdi, Afgan çocuk hiç bilmezdi; bunlar G-3 ve kalaşnikof sesiydi. Bir… İki… Beş… On... Mermiler aracın sağından solundan geçiyor, arka kapıyı deliyordu. Şoför gidemeyeceğini anladı ve durup araçtan indi. G-3’ler, Kalaşnikoflar belki şimdi susardı ama olmadı. Yolcular inmeye başladı. Yönleri, iki korucu ve bir uzmanın ellerindeki silahlara doğruydu, ellerini havaya kaldırdılar ama ayaklarına gelen mermiler onları birer birer düşürüyordu: Bir… İki… Altı… Yedi… Nihayet: On iki.
Afgan çocuk içerdeydi, en arka koltukta. Annesinin kucağına büzüldü. Hani imkan olsa o güvenli yere, annesinin rahmine, girecekti. Öyle büzülmüştü. Annesi, çocuğun sırtında bir sıcaklık hissetti. Sıcaklığı hisseden eline baktı; çocuğu kanıyordu. Kocasıyla göz göze geldi; bütün hayatları, bütün yol, bütün umutları karı-kocanın gözleri arasında kayboldu gitti. Adam, kadının boynuna baktı; kadının fark etmediği sızıntıyı gördü; kadın kanıyordu. Zayıf adam, bağır çağıra, sessizce içine ağladı.
Kaleşler, G-3’ler susmuş, konuşma sırası telsizlere, telefonlara, çalan polis sirenlerine ve nihayet Valilikteki görevlinin bilgisayarının tuşlarına gelmişti. Tuşlar konuşmaya başladı:
“03.07.2022 saat 16:00 sıralarında Saray ilçesi Koçbaşı – Turan Mahalleleri istikametinden Karahisar Mahallesine seyir halindeki şüpheli araç, jandarma görevlileri tarafından Karahisar Mahallesi girişindeki kontrol noktasında durdurulmak istenmiştir.”
Valilikteki görevli, söylenenleri hızla yazmaya devam ediyordu:
“Şoförün ‘dur’ ihtarına uymayıp jandarma personelinin üzerine doğru sürdüğü aracın durdurulabilmesi amacıyla, aracın lastiklerine ateş açılmıştır. Lastikler patlatılmak suretiyle araç durdurulmuştur.”
Klavye en kritik cümleleri Valiliğin “resmi açıklamasına” ekleyecekti:
“Aracın göçmen kaçakçılığında kullanıldığı ve içerisinde 40 düzensiz göçmen olduğu tespit edilmiştir. Meydana gelen olayda seken kurşunlardan bir göçmen maalesef hayatını kaybetmiş, 12 düzensiz göçmen ise hafif şekilde yaralanmıştır.”
Sonrası, bildiğimiz; “adli ve idari soruşturma başlatıldığı” cümleleriydi. Artık Afgan çocuk bilemeyecekti ama babası o “adli ve idari soruşturma”da yazılacak olan “resmi raporları” okuyacaktı:
“Seken kurşundan kaynaklı iç organ yaralanmasına bağlı ölüm…”
HEMDAN DA BİLMEZDİ
Afgan çocuk yaşasaydı o ülkede, “insanların yerden, camdan, metalden seken kurşunlarla öldüğünü” öğrenecekti.
“Seken kurşunlardan kaynaklı iç organ yaralanmasına bağlı ölümler”i. Afgan çocuk gibi Suriyeli Ali El Hemdan da bilmezdi.
Ali El Hemdan “sekerek öldüren kurşunları” 18’inde öğrendi ve öğrendiği son bilgi oldu. Hemdan, “cehennemden cennete” ulaşmıştı ve Adana’da bir tekstil fabrikasında çalışırdı. 27 Nisan 2020’ydi, corona günleriydi ve sokağa çıkma yasağı vardı. Hemdan’ı sokakta gören polis -iddiasına göre- “dur” çekti ama Hemdan durmadı. Polise bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Polis çekti silahını… Hemdan göğüs kısmında bir sıcaklık hissetti, kanıyordu ve yere düştü.
Polis hakimin karşısına çıktı: Yorgundum, sendeleyip yere düştüm, düşerken silahım ateş aldı diyordu.
Hemen iki gün sonra klavye bu kez Adana Valiliği’nde yazmaya başladı: “Adana Kriminal Polis Laboratuvarı Müdürlüğü – Uzmanlık Raporu” diye başlıyordu klavyeden dökülen cümleler. Klavye, polisin hakimlikte söylemeyi o an aklına getiremediği cümleleri, onun kaldığı yerden devam ettiriyordu:
“Sonuç: Ali El Hemdan’a ait 1 numaralı tişörtün sol göğüs bölgesinde bulunan yırtılma şeklinde bir adet delinmenin, sert bir yüzeyden (taş, duvar, metal, cam vb) sekerek/çarparak gelen mermi çekirdeği veya mermi çekirdeğine ait parçaların oluşturduğu delinme olduğu ve söz konusu bu delinme üzerindeki atış artıklarının oluşturduğu renk dağılımı göz önünde bulundurulduğunda delinmenin aşağıdan yukarıya doğru gerçekleştiği fikir ve kanaatine varılmış ancak atış mesafesi hakkında kesin bir kanıya varmak mümkün olmamıştır.”
Raporun Türkçesi şuydu: Ali El Hemdan yerden seken kurşunun kalbine isabet etmesi sonucu ölmüştür. Afgan çocuk yaşasaydı, o ülkede yerden seken kurşunların insanları -kendisi gibi- kalbinden vurduğunu bilecekti.
Neyse Hemdan’a dönelim; savcı inanmadı rapora. Belki biraz da Cumhurbaşkanı’nın Hemdan’ın ailesine taziye telefonundan da cesaret almıştı. “Bana sokaktaki kamera görüntülerini getirin” dedi. Görüntüler geldi, CD bilgisayara takıldı, görüntü akmaya başladı. Ne polisin dediği gibi sendeleme vardı, ne yerden seken kurşun. Hemdan ile polisin arasında 12-13 adım vardı Hemdan düşmeden, an öncesinde, polise bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Polise ceza verildi: 25 yıl. Adana Valiliğin o “resmi raporu” da dosyada öylece kaldı.
AMA KURKUT BİLİRDİ
Afgan çocuk da bilmezdi, Suriyeli Hemdan da bilmezdi ama Diyarbakırlı Kemal Kurkut bilirdi ki o ülkede mermiler yerden seker, kalplere, başlara gelir ve öldürürdü. Okumuş yazmış çocuktu, üniversitede okurdu. Ankara Gar katliamından da bilirdi ölümleri; oradan sağ kurtulmuştu.
Kemal Kurkut yine bilirdi ki kurşunlar İzmir’de polis silahından çıkar ve seker, Baran Tursun’u başından öldürürdü. İstanbul Arnavukköy’de koca silahından çıkar, seker ve Tuğba Anlak’ı öldürürdü.
Polisler de “kurşunların sektiğini” bilir, Ankara’da Ethem Sarısülük’ü öldürdükten sonra, “sendeledim, silahım ateş aldı, mermi sekti, Ethem’e değdi” diye savunma yapardı.
Kemal Kurkut hepsini bile bile 2017’nin Nevruz’una katılmak üzere alana geliyordu. Bildiği başına geldi. “Yerden seken mermi” O’nu sırtından düşürdü. Raporlar yazıldı: Canlı bomba olduğu şüphesi… Doğrudan atış… Sert zeminden 130 derecelik açıyla seken mermi… Farklı farklı raporlar.
Raporlar birbiriyle çelişkili olunca iş, bu konuda son sözü söyleyen Adli Tıp Kurumu’na kaldı. Adli Tıp’ın işi de zordu. Yerden seken merminin sırttaki izi nasıl açıklanacaktı? Kurum, yolu “koldan” buldu: Mermi yerden sekecek, kol boyunca ilerleyecek sırtta izi olacaktı.
Klavye yazmaya başladı:
“Kişinin vücuduna isabet eden mermi çekirdeğinin sert bir zemine çarparak sekme sonucu gömleği ayrılarak sol elde oluşan yarayı oluşturarak cilt içerisinde kalmış olduğu, kolun uygun pozisyonunda mermi çekirdeği nüvesinin de sol kolu kat ederek tekrar vücuda girmesinin ve vücuttaki trajeyi oluşturmasının mümkün olduğu oybirliğiyle mütalaa olunur.”
Bilgisayardan çıktı alındı, 24 uzman “tereddüt etmeden” imzaladı. Rapor “gereği için” mahkemesine gönderildi. Kurkut vurulurken Abdurrahman Gök deklanşörüne basıp, o anı görüntülemişti ama mahkeme “resmi raporlar”a inandı. Kurkut’u öldüren kurşunun çıktığı silahın sahibi polis memuru beraat etti.
Siz bu yazıyı okurken Van Emniyeti’ndeki klavye, adını bile bilmediğimiz Afgan çocuk için “resmi raporlar” yazmak üzere sabırsız bekliyor olacak. Belki parmaklar tuşlara dokunmaya başlayıp şöyle cümleler “resmi raporlar”a dökülecek:
“Seken mermi çekirdeği… İç kanamaya bağlı yaralanma…”