EMEK EREZ
Resmin ardındaki hikâyeyi görebilmek
Pieter Brueghel’in “Körün Kıssası” veya “Körlerin Yürüyüşü” adıyla bilinen tablosunda altı “kör” insan resmedilir. Tabloda en başta, engele takılıp düştüğünü tahmin edebileceğimiz kişinin ardında, bir kişi de ona takılarak düşmek üzeredir. Arkalarında da birbirlerine tutunarak ilerlemeye çalışan diğer “körler” sıralanır. Bana kalırsa tabloda, yüzlerindeki tedirginlik belirgindir ve karanlık bakışlarında başlarına gelecek olana doğru gidişin, dünyada güvensiz olmanın hissini duyarız. Tablo ayrıca, Rönesans Döneminde “körlerin” gözleri açık şekilde ilk kez temsil edildiği resim olarak biliniyor.
Brueghel’in bu tablosunu hatırlamaya bir kitap vesile oldu. Gert Hofmann’ın “Körler Kıssası” adlı, Jaguar Yayınları tarafından, Gül Gürtunca çevirisiyle basılan metni. Hofmann kitapta, bahsettiğimiz tablonun yapım sürecini hikâye ediyor. Metin, tabloda yer alan bu insanlara nasıl ulaşılmış olabilir, ne hissettiler, ressamın bakışı, neden bu insanları resmetmek istediği, sanatçının nesnesiyle olan ilişkisi, temsile dönüşen ile gerçeklik arasındaki fark gibi sorular etrafında dolaşıyor.
Ayrıca, metnin karakterleri olan, “kör insanlar”ın toplum içindeki algılanışı, onların yaşamda kalmak için verdiği çaba başka şeyleri de tartışmaya açıyor. Öte yandan Hofmann, nesneleri resimle anlatma ve onun hikâyesini yazma arasındaki farkı da düşünmeye araç oluyor. “Körler Kıssası” bana kalırsa her şeyden önce, disiplinler arası geçişlerle anlatmanın başka olasılıklarının bulunabileceğini hatırlatıyor.
O ÂNIN HİKÂYESİ
Berger, “O Ana Adanmış” adlı yazısında, Cézanne’ın şu cümlesini alıntılar: “Dünyanın yaşamından bir dakika geçiyor. Onu olduğu gibi resmedin.” Ressam açısından baktığımızda “dünyanın yaşamından” yakalanan anları çizime dönüştürmenin önemli olduğu söylenebilir. O an, nesnesinin anlık edimlerinin ve kendisinin konusu hakkındaki tahayyülünün belirleyiciliğiyle çizim üzerinde etkili olur. Ressam için o ânı resmederken yaptığı, bir çeşit kayıt altına alma olarak da yorumlanabilir. Yazarı ve ressamı kesiştiren nokta belki de bu kaydetme kısmıdır. Ancak ressam için önemli olan o an, yazar için başka soruların başlangıcı olur.
Resmin nesnesinin neden seçildiği, ressamın hangi kaygılarla konusunu seçtiği, Brueghel’in tablosunda olduğu gibi, resminin yapılacağını öğrenen, toplumdaki önyargıları üstlerinde taşıyan, dışlanmanın her hâlini yaşamış “kör insanlar”ın, ünlü bir ressam tarafından ilgi odağı olmalarının onları nasıl etkilemiş olabileceğinin hikâyesi hakkında düşündüğümüzde, yazarın alanında oluruz. Yazar, tüm bunları hayal edip, dönemi içinde kurgulamaya giriştiğinde belki de yaptığı şey, ressam açısından değerli görülen o ânın genişletilmesi, arkadaki hikâyeye ulaşma olarak yorumlanabilir. Bu elbette ressamın da yazarın düşündüklerinin farkında olmadığı anlamına gelmez ancak bu yazıda hakkında konuşmaya çalıştığımız, Hoffman’ın “Körler Kıssası” kitabında karşımıza çıkanın biraz bu olduğunu, en azından metnin konusunun ve karakter olarak ressam temsilinin bunu düşündürdüğünü söyleyebiliriz.
“BİZ” ÇÜNKÜ…
“Resmimizin yapılacağı gün -her zamanki gibi yeni bir gün işte!- samanlık kapısının vurulmasıyla uykudan uyanıyoruz. Hayır, kapıya içeriden değil dışarıdan, onlar tarafından vuruluyor.” Metin böyle başlıyor, samanlık olduğu anlaşılan bu yerde yaşayan “körler” için kapılarının çalınmasının pek alışıldık olmadığını hissedebiliyoruz. Kapıyı çalan kişi onlara resimlerinin yapılacağını hatırlatıyor ve “körler” hem yatakları hem de kıyafetleri olduğu anlaşılan elbiselerini giyerek hazırlanmaya başlıyorlar. Bu arada onlar için heyecanlı ve meraklarını cezbeden bir andan bahsedildiği, metnin atmosferinden okura geçiyor. Çünkü genellikle toplum tarafından reddedilmiş olduklarını anladığımız bu insanlar için sadece kendileri var bu nedenle altı kişi bir bütünmüş gibi biz diliyle konuşuyorlar, kitabın şu cümlelerinde açıklandığı gibi: “Hepimiz adına sadece birimiz konuşuyor ama sonuçta herkes kendi acısını yine kendi çekiyor.” Metin boyunca da “körlerin” kendilerine dair anlattıklarına biz dili hâkim oluyor.
Peki, bu neye işaret eder? Kimliğin en basit tanımının kim olduğumuza dair verebildiğimiz cevap olduğu söylenir. Bu cevap kişiye bir aitlik ve biz olabilme konumu sağlar. Bir topluluk için bu, adıyla çağrılmak anlamına gelir böylece kişi ya da grup bir varlık alanı bulur. Bu “kör” insanların bir bütünmüş gibi “biz” diliyle konuşmalarının belki de böyle bir anlamı vardır. Toplumun onlara verdiği “başkalık” konumunu aşmanın bir yolu olarak, birbirlerine sıkıca tutunmuşlar ve bir bütün olmuşlardır. Bunun izini metinden de sürebiliyoruz mesela, ressam için giyindikleri sahnenin şu cümlelerinde bunu görebiliyoruz: “Bellejembe Ripolus’u giydiriyor; Ripolus, Oyukgöz’e yardım ediyor; biz Malente’nin pelerinini giydiriyoruz, Malente de giyinirken bize yardımcı oluyor…” Kimsenin hatırlarını sormak için yanaşmadığı, sokakta tüm önyargılı bakışları üzerlerinde hisseden, dünyayı görmeden yorumlarken; birbirlerinin anlattıklarına, seslerine tutunan bu insanlar için bu nedenle “biz” olmanın hayatta kalmak için elzem olduğunu söyleyebiliriz ki tablodaki temsilde düşenlerin ardında kalanların birbirlerine tutunmaları da belki bunun yansımasıdır.
TOPLUMUN BAKIŞINDA “BİZ”
Kitabın karakteri olan “körler” açısından “biz” olmanın önemli olduğu görülüyor ancak toplumsal göz açısından bu altı insanın “körler” olarak kodlanması da başka bir şey söylüyor. Çünkü bu durum yani onları bir kimliğe hapsetme, başka özelliklerini görmezden gelme, onlara temas etmeme, uzak durma, korkma, tiksinme gibi duyguları besliyor. Bu ilişkilenmeme hâli metinde onları ressama götürmek için gelenlerden biri olan çocuğun meraklı sorularına yansıyor.
“ ‘Kör olduklarına inanmıyorum’ diyor çocuk ve biraz daha yaklaşıp, yüzlerimize derin derin soluyor. Sonra da bize dokunmak için izin istiyor. ‘Nerelerine’ diye soruyor kapıyı çalan adam. ‘Yüzlerine’. ‘Tamam, dokun’, diyor adam. O an, sabah serinliğini yarıp gelen sıcacık bir çocuk eli, sağ ve sol yanağımızı okşuyor, kulaklarımızın içine kadar ulaşıyor.”
Çocuğun soruları sürüp gidiyor ve bir türlü onların “kör” olduklarına inanamıyor, sanki dünyanın en ilginç olayıyla karşılaşmış gibi bir yabancılıkla merak ediyor çünkü onlar hakkında bildiği tek şey “hırsız” oldukları ya da yaşadıkları toplumda yayılmış, bir damga gibi onların bedenlerine yapıştırılmış önyargılar.
Hofmann, anlatısında devamlı tekrar eden diyaloglara yer vermiş bu da bir türlü dertlerini anlatamayan altı “kör” insanın ifadesiz bırakılmışlığının yansımasına dönüşmüş çünkü bir şeyi bir türlü anlatamıyorsanız tekrar edersiniz, anlatıda tekrara düşmek genellikle olumsuz algılansa da bu metinde karakterlerin durumunu kavramak için işlevselleştirilmiş.
ZAVALLI KİM?
Kitabın ressam üzerine düşündüren kısmı sanatçı ve nesnesi arasındaki ilişkiyi görmeye vesile oluyor. Bir süredir tıkanmış olan ressam öyle bir resim yapmalıyım ki hem tekrar sanatımı icra edeyim hem de dünyada iz bırakayım fikriyle hareket ediyor. Onun için nesnesi olarak gördüğü, “körlerin” pek bir önemi yok, kitap bunu epey hissettiriyor. En azından metnin karakter olarak yaratılan ressamında bunu görüyoruz. Ressam, başta onları görmeye bir türlü ikna olmuyor, onların gerçekliği zihninde sadece bir imge olarak yer ettiği için, fakirlik, “körlük”, umutsuzluk, hiçlik ve sefalet dolu yaşamın gerçekliği karşısında cesaretini toplayamıyor belki de.
Resimlerinin yapılacağı gölet kenarındaki eve bin bir güçlükle ulaşan “körler”, başlarına ne geleceğinin farkında olmadan, resmedilecekleri ânı heyecanla beklemeye başlıyorlar. Ve zaman geliyor, ressam onların tuzaklarla dolu bir köprüden geçmelerini istiyor, yüzlerindeki korku ânını ve çeşitli düşme biçimlerini yakalamak için. Defalarca düşüyorlar, kaldırılıp tekrar düşürülüyorlar. “Bize nasıl bu şekilde davranırlar, bizleri insan yerine koymuyorlar mı? Nasıl olup da öylece nehre itebiliyorlar ya da düşmemize izin veriliyor?” Serzenişleri yükselerek boşlukta dağılıyor. Ne tanrı ne de el uzatacak bir insan var her şey hiçliğin derinliğinde olup bitiyor.
Çünkü onlar sanatçının konusu olduğunda bile sadece bir temsilin nesnesi olabiliyorlar. Yoksullukları, yaşadıkları hayat sadece gösterinin alanında işlevselse anlam buluyor ve bu sadece “Körler Kıssası” kitabının değil, şimdi yaşadığımız dünyanın meselesi. Bu nedenle, Belçika’da bir orta çağ kasabasından yükselen bu hikâye yakınınızda bir yerde hâlen anlatılıp duruyor.
Hoffman açısından düşününce ise bu metin, bir “zavallılar” hikâyesi değil, gerçekten “zavallı olan”, gerçekten “kör olan” kim? Bana kalırsa, “Körler Kıssası” kitabının asıl sorusu bu.
Tablo hakkında bknz. http://yenie.net/korler-kissasi/
Berger, J., “O Ana Adanmış”, Haz. Yurdanur Salman, Müge Gürsoy Sökmen, Metis Yayınları: 2011.