MEHMET DEPREM
SQUID GAME VEYA ISKARTA HAYATLAR
Yayınlanma:
Güncelleme:
Netflix’in veri yayınlamada fazla şeffaf davranmadığı biliniyor. Konunun uzmanlarının özellikle bildiği gibi, Netflix izlenme verilerini Nielsen veya Kantar gibi reyting ölçüm şirketleriyle paylaşmıyor.
Dolayısıyla her zaman en çok izlenenleri değil, “bize göre seçilen en çok izlediklerimizi” izlemeye devam ediyoruz.
Bir süre sonra seçmekten çok çoğunlukla sunulanların çemberi içinde bir laboratuvar faresi gibi aynı içeriklerin değişik versiyonlarının içinde dönüp duruyoruz.
Şöyle düşünelim: Eskiden basılı bir gazeteyi elimize aldığımızda elbette tercihlerimize göre çeşitli bölümlerini okuyorduk ama tercihlerimizi arka planda çalışan bir algoritma yönetmiyordu.
Şimdi ise yapay zekâ bizi bir kalıba sokuyor ve sürekli aynı tip haberlerle beslenmekten yavaş yavaş belki de bir prototip’e hapsediyor. Uygun rafa kaldırılıyoruz ve ayak altında dolaşmıyoruz. Sistemler tanımsız insan sevmez. Sistem için tanımlanabilir bir rakamsınız artık. Bu Spotify müzik listenizden, aldığınız haberlere veya market alışveriş alışkanlıklarına kadar böyle.
Takip ediliyoruz ve bıraktığımız dijital ayak izlerimiz bizi bir çembere hapsediyor.
Fütürist Murat Şahin’in Bilişim zirvesinde belirttiği gibi “Hayatımıza giren ilginç şeyler var, bunlardan biri ‘reytokrasi’. Reyingi sevdik ve her şeyi değerlendirmeyi seviyoruz. Taksiye bindikten sonra şoförü değerlendiriyoruz. İşte orada demokrasi devreye giriyor, taksi şoförü ya da kurye de bize puan veriyor…”
Bu tam olarak böyle işliyor mu emin değilim. Bizi ölçenleri biz de ölçebiliriz ama bizi ölçtüren VİP’leri (küresel şirketleri, devletleri, finansal imparatorlukları vb.) ölçebilir miyiz? ‘Reytokrasi’ de demokrasi gibi bir yere kadar.
Son yıllarda vatandaşlarını puanlayan ve ona göre onlara adeta dijital kaderler çizen Çin gibi devletleri düşündüğümüzde bunun çok kolay olmayacağı aşikâr.
Sosyal medya hesaplarımız, bizi, gönüllü paylaşımlarımızda, yazışmalarımızdan veya takiplerinden kaynaklı olarak muhtemelen bizi eşimizden, dostumuzdan daha iyi tanıyor.
Vox Media Code Konferansı’nda konuşan Netflix CEO’su Ted Sarantos daha önce tam olarak yayınlanmayan izlenme verilerini ilk kez paylaştı. Buna göre dizilerde Bridgerton’un ilk sezonu zirvede yer aldı. Ancak Netflix CEO’su Güney Kore yapımı ‘Squid Game’ yakında zirveye çıkabileceğini belirtti.
Dizinin ana fikriyle birlikte bu “ilk veri paylaşımı” bana çok manidar geldi.
İzleyenleri izledik
Squid Game dizisinin konusu ne? Maddi sıkıntı içinde olan onlarca kişi bir oyuna katılmaları için davet alır. Oyuncular günlük hayatta artık “ıskartaya” çıkmış, sıfırı tüketmiş kişilerden seçilmiştir. Özetle parasızlıktan hemen hepsine en yakınları bile sırtını dönmüştür. (Oyunu kurgulayanlar oyuncuların hayatlarıyla ilgili tüm detaylara hakimdir)
Kazananın 40 milyon dolar ödüle kavuşacağı oyun, katılanlar için ölüm tehlikesini de beraberinde getirmektedir. Oyunlar Kore’nin en geleneksel çocuk oyunlarıdır (Bizdeki saklambaç, çelik çomak, misket vb gibi)
Yaşam şartlarının ağırlığı, başka çıkış bulamamaları ve cazip ödülün hevesiyle oyuna başlayan kişiler, hayatta kalabilmek adına her şeyi yapmak zorunda kalır. Hayatta kalan oyuncular, bir sonraki etaba geçerken, diğer yandan oyuncular arasındaki gruplaşmalar, tehlikenin boyutunu daha da artırır. (Bundan fazlasını anlatmak Spoiler’e girer ki o da bu çağda kul hakkına girmek gibi bir günahtır.)
Son yıllarda Kore popüler kültür alanında ciddi bir yükseliş gösteriyor. 2019 yılında ‘Parazit’ filmiyle Oscar tarihinde ilk kez İngilizce olmayan bir film ‘En iyi film’ ödülünü aldı. Park-Chan Wook veya Kim Ki-Duk gibi daha sanat sineması diyebileceğimiz yönetmenlerin açtığı bu sert-felsefi sinema tarzı, popüler eserler de üretmeye başlamış durumda.
Benzer manifestodaki ‘Das Experiment’ (Deney), ‘13 Tzameti’ ve ‘Platform’ gibi filmleri bazılarımız izlemişizdir. Konularının ana fikrini şöyle özetleyebiliriz: Sıfırı tüketmiş, yani “ıskartaya çıkmış” veya normal hayat yaşayan insanların bir sosyal deney için üst bir güç tarafından yarışmaya zorlanması ve yarışmanın başından finale kadar iyi veya kötü diye öğrendiğimiz tüm kavramların altının tek tek çizilmesi.
Vefa, dostluk, takım oyunu, şans, kan bağı, ihanet, din, inançsızlık, yaş faşizmi, kadın-erkek eşitliği vb…
Vahşi kapitalizmin kanlı bir simülasyonu gibi olan bu bilgisayar oyununa benzer filmlerin oyuncularıyla hepimiz empati kurmaya çalışırız. ‘
Ben olsam ne yapardım?’ Filmlerin başından sonuna kadar bu ahlaki hesaplaşmayla, başarma arzusu içimizi kemirir durur.
Modernitenin sert rüzgarları bugün dünyada milyonlarca insanı en temel barınma, beslenme, güvenlik gibi ihtiyaçlardan uzak tutarken “az kaynaklar” şanslı bir azınlık tarafından faşizanca yönetiliyor.
Sosyolog Zygmunt Bauman bunu “Iskarta Hayatlar Modernite ve Safraları” kitabında bunu şöyle özetliyor:
“Ekonomik ve teknolojik ilerlemenin yan ürünlerinden biri de ihtiyaç fazlası, gereksiz, ıskartaya çıkarılmış, faydası olmadığı gibi sırtımıza yük olan insanlar. Sanayi Devrimi’nde yeni üretim yöntemlerinin bulunması bir yandan da geleneksel mesleklerin gerilemesine, atıkların çoğalmasına, sürekli büyüyen bir “atık insan” ve “insan atığı” sorununa yol açtı. Geçmişte “gelişmiş ülkeler”, “atık insan”larını ihraç edebildikleri uzak, ıssız topraklar bulabildiler. Günümüzde, küreselleşme ve teknolojideki hızlı ilerlemeyle birlikte atık insan ve insan atığı üretimi yeryüzünün bütün köşelerine yayılmış durumda. “Yerel” sorunlara “küresel” çözümler bulmak giderek imkânsızlaşırken, atık insanların göç yolları tersine dönüyor, kendi ülkelerinin atıkları olan sığınmacılar ve göçmenler, siyasetçilerin mahir elleriyle “güvenlik endişeleri”ne kılıf yapılıyor.”
Bugün artık insanlığın ilerlemesi özellikle iki meseleden fazlasıyla etkileniyor: “İnsan atıkları ve atık olarak görülen insanlar”, yani göç ve çevre sorunları.
Özellikle 20. yüzyıldan itibaren insan eliyle yaratılan ekolojik sorunlar ve yeni teknolojiler “işlevsizleşen” insan yığınları yarattı.
Onsekizinci yüzyıldan itibaren artan nüfusa paralel olarak insan yığınları uzak kıtalara gönderildi. Bugünün müreffeh devletleri Amerika, Avustralya veya Yeni Zelanda ana kıtaların safraları diyebileceğimiz insanları tarafından kuruldu ve bugüne getirildi ancak bugün artık muktedirlerin önünde böyle bir “şans” bulunmuyor.
Modernizm biraz da Michelangelo’nun heykel tarifi gibi (Taşın fazlasını aldım) “fazlalıklardan kurtulmayla” başladı. Bugün ise kayıt tutarak devam ediyor. Başta sınıflandırma için yapılan bu kayıt tutma bugün artık faşizan bir data-base yönetimi olma yolunda fazlalıkların tasnifi için kullanılıyor.
Şu anda yeryüzünde yaşayan insanların küçük bir azınlığı bu insan atıkları ve atık insanlar meselesine geçici çözümler bulmak için bağış kurumlarıyla, ikinci el dükkanlarla, fitre-zekât vb çözümlerle “günü kurtarmaya ve ruhsal tatmini” yakalamaya gayret ediyorlar.
Bunları elbette küçümsememek gerekiyor ancak İngiltere’de çöpleri 4 ayrı çöp tenekesine (geri dönüşüm, yemek artığı, kullanılamayacak çöpler ve organik bahçe atıkları) ayırdıktan sonra çöplerin Türkiye’ye gönderildiğini görünce kaçınılmaz olarak “halının altını” görüyoruz.
Çevre meselesini fazlasıyla bireylerin kişisel tatmin ibadetine çevirip çevreyi asıl mahveden küresel şirketleri ve devletleri görmemek biz fanilerin büyük çaresizliği olsa gerek.
Yere çöp atan insanlara sinir olmak yerine, hala kömür santrallerinden medet uman devletlere ve şirketlere karşı bir araya gelmedikçe bu ekolojik mastürbasyon daha çok atık üretiyor.
Sistemin ıskartaya çıkardığı insanları, yani işlerini kaybedenleri, göçmenleri veya kaynakları tamamen sömürülerek bitirilmiş toplumları yeniden hayata katmak için meseleye bir geri dönüşüm meselesi gibi (bağış yaparak vb) yaklaşmak çare değil. Bu ancak olsa olsa bağış yapanları biraz olsun geçici bir huzura kavuşturur.
Çare toplumun yarattığı en üst kurum olan devletleri, küresel şirketleri ve finansal güçleri topluma hizmetkar etmekten geçiyor. Bunun da ricayla değil toplumsal güçle olacağı aşikâr.
Yoksa hepimiz Squid Game’deki gibi VIP’lerden gelecek o telefonla bir gün aranabiliriz.
Çünkü hepimizin göçmen adayıyız veya yaptığımız iş işlevsizleşip “ıskartaya” çıkabiliriz.
Dolayısıyla her zaman en çok izlenenleri değil, “bize göre seçilen en çok izlediklerimizi” izlemeye devam ediyoruz.
Bir süre sonra seçmekten çok çoğunlukla sunulanların çemberi içinde bir laboratuvar faresi gibi aynı içeriklerin değişik versiyonlarının içinde dönüp duruyoruz.
Şöyle düşünelim: Eskiden basılı bir gazeteyi elimize aldığımızda elbette tercihlerimize göre çeşitli bölümlerini okuyorduk ama tercihlerimizi arka planda çalışan bir algoritma yönetmiyordu.
Şimdi ise yapay zekâ bizi bir kalıba sokuyor ve sürekli aynı tip haberlerle beslenmekten yavaş yavaş belki de bir prototip’e hapsediyor. Uygun rafa kaldırılıyoruz ve ayak altında dolaşmıyoruz. Sistemler tanımsız insan sevmez. Sistem için tanımlanabilir bir rakamsınız artık. Bu Spotify müzik listenizden, aldığınız haberlere veya market alışveriş alışkanlıklarına kadar böyle.
Takip ediliyoruz ve bıraktığımız dijital ayak izlerimiz bizi bir çembere hapsediyor.
Fütürist Murat Şahin’in Bilişim zirvesinde belirttiği gibi “Hayatımıza giren ilginç şeyler var, bunlardan biri ‘reytokrasi’. Reyingi sevdik ve her şeyi değerlendirmeyi seviyoruz. Taksiye bindikten sonra şoförü değerlendiriyoruz. İşte orada demokrasi devreye giriyor, taksi şoförü ya da kurye de bize puan veriyor…”
Bu tam olarak böyle işliyor mu emin değilim. Bizi ölçenleri biz de ölçebiliriz ama bizi ölçtüren VİP’leri (küresel şirketleri, devletleri, finansal imparatorlukları vb.) ölçebilir miyiz? ‘Reytokrasi’ de demokrasi gibi bir yere kadar.
Son yıllarda vatandaşlarını puanlayan ve ona göre onlara adeta dijital kaderler çizen Çin gibi devletleri düşündüğümüzde bunun çok kolay olmayacağı aşikâr.
Sosyal medya hesaplarımız, bizi, gönüllü paylaşımlarımızda, yazışmalarımızdan veya takiplerinden kaynaklı olarak muhtemelen bizi eşimizden, dostumuzdan daha iyi tanıyor.
Vox Media Code Konferansı’nda konuşan Netflix CEO’su Ted Sarantos daha önce tam olarak yayınlanmayan izlenme verilerini ilk kez paylaştı. Buna göre dizilerde Bridgerton’un ilk sezonu zirvede yer aldı. Ancak Netflix CEO’su Güney Kore yapımı ‘Squid Game’ yakında zirveye çıkabileceğini belirtti.
Dizinin ana fikriyle birlikte bu “ilk veri paylaşımı” bana çok manidar geldi.
İzleyenleri izledik
Squid Game dizisinin konusu ne? Maddi sıkıntı içinde olan onlarca kişi bir oyuna katılmaları için davet alır. Oyuncular günlük hayatta artık “ıskartaya” çıkmış, sıfırı tüketmiş kişilerden seçilmiştir. Özetle parasızlıktan hemen hepsine en yakınları bile sırtını dönmüştür. (Oyunu kurgulayanlar oyuncuların hayatlarıyla ilgili tüm detaylara hakimdir)
Kazananın 40 milyon dolar ödüle kavuşacağı oyun, katılanlar için ölüm tehlikesini de beraberinde getirmektedir. Oyunlar Kore’nin en geleneksel çocuk oyunlarıdır (Bizdeki saklambaç, çelik çomak, misket vb gibi)
Yaşam şartlarının ağırlığı, başka çıkış bulamamaları ve cazip ödülün hevesiyle oyuna başlayan kişiler, hayatta kalabilmek adına her şeyi yapmak zorunda kalır. Hayatta kalan oyuncular, bir sonraki etaba geçerken, diğer yandan oyuncular arasındaki gruplaşmalar, tehlikenin boyutunu daha da artırır. (Bundan fazlasını anlatmak Spoiler’e girer ki o da bu çağda kul hakkına girmek gibi bir günahtır.)
Son yıllarda Kore popüler kültür alanında ciddi bir yükseliş gösteriyor. 2019 yılında ‘Parazit’ filmiyle Oscar tarihinde ilk kez İngilizce olmayan bir film ‘En iyi film’ ödülünü aldı. Park-Chan Wook veya Kim Ki-Duk gibi daha sanat sineması diyebileceğimiz yönetmenlerin açtığı bu sert-felsefi sinema tarzı, popüler eserler de üretmeye başlamış durumda.
Benzer manifestodaki ‘Das Experiment’ (Deney), ‘13 Tzameti’ ve ‘Platform’ gibi filmleri bazılarımız izlemişizdir. Konularının ana fikrini şöyle özetleyebiliriz: Sıfırı tüketmiş, yani “ıskartaya çıkmış” veya normal hayat yaşayan insanların bir sosyal deney için üst bir güç tarafından yarışmaya zorlanması ve yarışmanın başından finale kadar iyi veya kötü diye öğrendiğimiz tüm kavramların altının tek tek çizilmesi.
Vefa, dostluk, takım oyunu, şans, kan bağı, ihanet, din, inançsızlık, yaş faşizmi, kadın-erkek eşitliği vb…
Vahşi kapitalizmin kanlı bir simülasyonu gibi olan bu bilgisayar oyununa benzer filmlerin oyuncularıyla hepimiz empati kurmaya çalışırız. ‘
Ben olsam ne yapardım?’ Filmlerin başından sonuna kadar bu ahlaki hesaplaşmayla, başarma arzusu içimizi kemirir durur.
Modernitenin sert rüzgarları bugün dünyada milyonlarca insanı en temel barınma, beslenme, güvenlik gibi ihtiyaçlardan uzak tutarken “az kaynaklar” şanslı bir azınlık tarafından faşizanca yönetiliyor.
Sosyolog Zygmunt Bauman bunu “Iskarta Hayatlar Modernite ve Safraları” kitabında bunu şöyle özetliyor:
“Ekonomik ve teknolojik ilerlemenin yan ürünlerinden biri de ihtiyaç fazlası, gereksiz, ıskartaya çıkarılmış, faydası olmadığı gibi sırtımıza yük olan insanlar. Sanayi Devrimi’nde yeni üretim yöntemlerinin bulunması bir yandan da geleneksel mesleklerin gerilemesine, atıkların çoğalmasına, sürekli büyüyen bir “atık insan” ve “insan atığı” sorununa yol açtı. Geçmişte “gelişmiş ülkeler”, “atık insan”larını ihraç edebildikleri uzak, ıssız topraklar bulabildiler. Günümüzde, küreselleşme ve teknolojideki hızlı ilerlemeyle birlikte atık insan ve insan atığı üretimi yeryüzünün bütün köşelerine yayılmış durumda. “Yerel” sorunlara “küresel” çözümler bulmak giderek imkânsızlaşırken, atık insanların göç yolları tersine dönüyor, kendi ülkelerinin atıkları olan sığınmacılar ve göçmenler, siyasetçilerin mahir elleriyle “güvenlik endişeleri”ne kılıf yapılıyor.”
Bugün artık insanlığın ilerlemesi özellikle iki meseleden fazlasıyla etkileniyor: “İnsan atıkları ve atık olarak görülen insanlar”, yani göç ve çevre sorunları.
Özellikle 20. yüzyıldan itibaren insan eliyle yaratılan ekolojik sorunlar ve yeni teknolojiler “işlevsizleşen” insan yığınları yarattı.
Onsekizinci yüzyıldan itibaren artan nüfusa paralel olarak insan yığınları uzak kıtalara gönderildi. Bugünün müreffeh devletleri Amerika, Avustralya veya Yeni Zelanda ana kıtaların safraları diyebileceğimiz insanları tarafından kuruldu ve bugüne getirildi ancak bugün artık muktedirlerin önünde böyle bir “şans” bulunmuyor.
Modernizm biraz da Michelangelo’nun heykel tarifi gibi (Taşın fazlasını aldım) “fazlalıklardan kurtulmayla” başladı. Bugün ise kayıt tutarak devam ediyor. Başta sınıflandırma için yapılan bu kayıt tutma bugün artık faşizan bir data-base yönetimi olma yolunda fazlalıkların tasnifi için kullanılıyor.
Şu anda yeryüzünde yaşayan insanların küçük bir azınlığı bu insan atıkları ve atık insanlar meselesine geçici çözümler bulmak için bağış kurumlarıyla, ikinci el dükkanlarla, fitre-zekât vb çözümlerle “günü kurtarmaya ve ruhsal tatmini” yakalamaya gayret ediyorlar.
Bunları elbette küçümsememek gerekiyor ancak İngiltere’de çöpleri 4 ayrı çöp tenekesine (geri dönüşüm, yemek artığı, kullanılamayacak çöpler ve organik bahçe atıkları) ayırdıktan sonra çöplerin Türkiye’ye gönderildiğini görünce kaçınılmaz olarak “halının altını” görüyoruz.
Çevre meselesini fazlasıyla bireylerin kişisel tatmin ibadetine çevirip çevreyi asıl mahveden küresel şirketleri ve devletleri görmemek biz fanilerin büyük çaresizliği olsa gerek.
Yere çöp atan insanlara sinir olmak yerine, hala kömür santrallerinden medet uman devletlere ve şirketlere karşı bir araya gelmedikçe bu ekolojik mastürbasyon daha çok atık üretiyor.
Sistemin ıskartaya çıkardığı insanları, yani işlerini kaybedenleri, göçmenleri veya kaynakları tamamen sömürülerek bitirilmiş toplumları yeniden hayata katmak için meseleye bir geri dönüşüm meselesi gibi (bağış yaparak vb) yaklaşmak çare değil. Bu ancak olsa olsa bağış yapanları biraz olsun geçici bir huzura kavuşturur.
Çare toplumun yarattığı en üst kurum olan devletleri, küresel şirketleri ve finansal güçleri topluma hizmetkar etmekten geçiyor. Bunun da ricayla değil toplumsal güçle olacağı aşikâr.
Yoksa hepimiz Squid Game’deki gibi VIP’lerden gelecek o telefonla bir gün aranabiliriz.
Çünkü hepimizin göçmen adayıyız veya yaptığımız iş işlevsizleşip “ıskartaya” çıkabiliriz.
Unutmayın bu yalnızca bir diziydi ancak çok acayip bir şey oldu. Squid Game'de kullanılan telefon numarası gerçek çıktı. Numaranın gerçek sahibi bu ölümcül oyuna katılmak için günde 4 bin arama geldiğini açıkladı.
Ülkenin cumhurbaşkanı ise numarayı satın alabilmek için para teklif etti.
Belki de sizi arar…