ÖZLEM KAYGUSUZ

ÖZLEM KAYGUSUZ

Yeni Soğuk Savaş ve Biden’dan gelmeyen telefon



Türk-Amerikan ilişkilerinde Başkan Biden ile başlayan yeni dönem, haftanın neredeyse her günü ana akım medya kanallarında yayımlanan dış politika programlarında yoğun bir heyecanla tartışılan konu olmaya devam ediyor.

Bu tartışmalarda yeni ABD yönetiminin Türkiye’ye olan ilgisizliği, ya da artık yerleşmiş ifade ile uyguladığı ‘‘kasıtlı ihmal’’ diplomasisi şöyle bir genel çerçeve içine yerleştiriliyor: Biden yönetimi ABD’nin küresel üstünlüğünü onarmayı ve güçlendirmeyi hedefliyor ancak bunun için Trump döneminden oldukça farklı stratejiler kurguluyor.

Bu yeni stratejiler de Orta Doğu ve Avrupa’dan çok Doğu Asya ve Pasifik bölgesini ilgilendiriyor. Daha göreve gelmeden önce Başkan ve çevresindekilerin Çin ile ilgili yaptıkları değerlendirmeler ve son olarak da Dışişleri Bakanı Blinken’ın ‘‘Amerikan halkı için bir dış politika’’ başlıklı konuşmasında kullandığı ifade ile ‘‘Çin’in ABD’nin 21. yüzyıldaki en büyük jeopolitik sınavı’’ olarak değerlendirilmesi bize bunu net bir şekilde gösteriyor.

Evet, Türkiye ve ABD arasında çok önemli sorunlar var ve Biden yönetiminin bu sorunlara yaklaşımı mevcut hükümetin iç ve dış siyasette ciddi ölçüde sıkışmasına neden olabilir. Ancak esas mesele, ABD dış politikası açısından Orta Doğu’nun artık öncelikli ve hızlı adımların atılacağı bir bölge olmaması.

Dolayısıyla yeni Amerikan yönetiminin bu bölgeyle ilgili konuları zamana yayması normal karşılanmalı. Hatta biraz da bu nedenle, Biden yönetimi bir süre daha Türkiye’yi ilgilendiren somut bir adım atmayabilir ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı bir süre daha aramayabilir.

Bu yorum elbette tamamen yanlış sayılmaz; ancak uluslararası politika analizlerinde sık karşılaştığımız temel bir sorunu barındırıyor. Şöyle ki, bu tür bir yaklaşım dikkatimizi iktidarların karar ve eylemlerini belirleyen daha geniş ölçekli dönüşüm ve süreçlerden uzaklaştırarak, meseleleri sadece gündelik siyasette atılan adımlar ve söylenen sözlerden hareketle okumaya çalışmak gibi bir yanılsamaya neden olur.

Asıl odaklanmamız gereken süreç ve dinamikleri görünmezleştirir. İlk bakışta yanlış diyemeyeceğiniz, ancak aslında oldukça çarpıtılmış ve en hafif deyimle eksik değerlendirmeler yapılmasına neden olur ki, bu tür değerlendirmeler anlama / yorumlama çabasını bir adım dahi öteye taşımaz; analizler de somut bir sonuca ulaşmaz.

Son günlerde Türk-Amerikan ilişkilerine dair tartışmaların büyük bir çoğunluğu bu minvalde seyrediyor. İşin ilginç tarafı, Türk-Amerikan ilişkilerindeki sorunu bu tür bir çerçeveye yerleştirmek, aslında mevcut hükümetin siyasetlerini olumlayan ve biçimlendirmeye çalışan çevrelerin çok da işine geliyor.

Konjonktürel bir gerilim mi?

Çünkü bu sayede, Türkiye’nin her zaman olduğu gibi hala küresel siyasetin merkezinde ve büyük güçlerin politikaların etkileyebilecek güçte bir ülke olduğu; ancak ABD’nin şu anki küresel stratejilerinin Türkiye’nin durumunu biraz zorlaştırdığı iddia edilebiliyor.

Diğer bir deyişle Türk-Amerikan ilişkilerindeki sorun konjonktürel bir gerilim olmaya indirgenebiliyor. Buna göre kasıtlı ihmal diplomasisi, mevcut hükümetle ilişkilerin pek iyi olmadığının bir göstergesi değil; ABD’nin küresel stratejilerindeki farklı önceliklerin bir sonucu. Türkiye büyük güçler tarafından yok sayılamayacak, etkilenen değil etkileyen bir ülke olmaya devam ediyor.

Bu tür dış politika analizleri - yukarıda çizdiğim çerçeveden devam edersek - Türkiye’nin dış ilişkilerini ve küresel siyasetteki durumunu anlamak bakımından şu temel noktanın göz ardı edilmesine, dikkatimizi şu temel meseleden kaçırmamıza neden oluyor: Her ne kadar son dönemde gerçekleştirilen bir çok dış politika hamlesinde umulan sonuçlar elde edilememiş olsa da, Türkiye elbette bir çok bakımdan bölgesel ve küresel siyasette etkili olan/ olabilecek bir ülkedir.

Ancak burada esas üzerinde durmamız gereken konu, Türkiye’nin hala etkili bir aktör olup olmadığı ya da ne kadar önemli olduğunun ABD yetkililerinin değerlendirmeleriyle temellendirilmesi değil; içinde bulunduğumuz yeni konjonktürde ABD’nin küresel stratejilerinde ortaya çıkan değişimlerin Türkiye’yi nasıl etkileyebileceğidir.

Diğer bir deyişle, mesele ABD Başkanı’nın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ne zaman arayacağı ve aradığı zaman bunun ne anlama geleceği değil; ABD’nin önümüzdeki (en az) dört yıla damgasını vuracak yeni stratejilerinin, küresel güç ilişkilerindeki konumunu restore etmek için atabileceği yeni adımların neler olacağı ve bunların Türkiye’nin bölgesel güvenliğini, daha da önemlisi iç siyasal düzenini ve ekonomisini nasıl etkileyebileceğidir.

Yani Türkiye ne kadar etkili bir ülkedir meselesini bir yana bırakıp, aslında Trump döneminde başlayan ve Biden döneminde daha da yoğunlaşarak devam edeceği görülen Yeni Soğuk Savaş’ın Türkiye’yi nasıl etkileyebileceği üzerine düşünmeye başlasak iyi olur.

Bunu yapabilmek için de – yine yukarıda vurgulamaya çalıştığım gibi- uluslararası ilişkilerdeki gündelik gelişmelerle yetinmemek ve küresel siyasette belirmekte olan bu yeni yapısal durumunun, yani Yeni Soğuk Savaş’ın Biden döneminde biçimlenecek nitelikleri üzerine odaklanmak gerekir.

ABD yönetimlerinin temel amacı

Bu yazıyı okuyan Uluslararası İlişkiler öğrencileri için kuramsal açıdan ifade etmem gerekirse, önümüzdeki süreç her ne kadar devlet merkezli büyük güç siyasetinin geri dönüşü gibi görünse de son elli yıldır küreselleşmenin yarattığı iktidar düzeni, bizi neorealist bir bakış açısından çok yapısalcı ve neo-Gramşiyan bir bakış açısına yönlendiriyor.

Yeni Soğuk Savaş’ın Türkiye’yi nasıl etkileyebileceği elbette burada tartışılamayacak kadar geniş bir konu ve buradaki amaç da bu tartışmaya girmekten çok, bu tartışmanın temel mesele olduğunu vurgulamak.

Ancak aslında kısa bir başlangıç tartışması yapmak da mümkün. Şöyle ki, ABD dış politikasına yapısalcı bir perspektiften bakan birçok yazara göre Amerikan devletini aşan bir durum olarak Amerikan hegemonyası en az otuz yıldır istikrarlı bir biçimde geriliyor.

Dolayısıyla son otuz yıldır ABD yönetimlerinin temel amacı bu istikrarlı gerileyişi durdurmak ve bunun da ötesine geçerek ABD’nin küresel üstünlüğünü yeniden tahkim etmektir.  

Burada bir parantezle vurgulamak gerekir ki, son dönemlere kadar bu hegemonik gerileyiş ABD’yi dengeleyebilecek yeni güç merkezlerinin ortaya çıkmasından çok, küresel kapitalizmin sürekli birikim krizleri yaratan doğasına referansla ele alınıyordu.

Diğer bir deyişle bu birikim krizleri, ABD liderliğindeki ekonomik ve finansal güçlerin beklentileri doğrultusunda jeopolitik genişleme hamlelerine neden oluyor; bu hamleler hegemonik kuruluşu kısa bir süre güçlendirebiliyor ancak gerileyişi durduramıyordu.

2001 sonrası Afganistan ve Irak müdahaleleri, 2008 küresel finansal krizinin ardından Libya ve Suriye politikaları elbette ki farklı stratejierle de olsa hep bu temel çerçeve içinde değerlendirildi.

Ancak Çin’in 2010’ların başlarından beri üretim, teknoloji, finans ve nihayet askeri alanda ABD’ye meydan okumaya başlaması ve ortaya koyduğu muazzam performans küresel ekonomide ve iktidar ilişkilerinde yeni yapısal koşullar yaratmaya başladı.  

ABD liderliğindeki Batı kapitalizmi kriz koşullarından bir türlü kurtulamazken, Çin özgün bir kapitalist modele dayanarak özellikle Kuşak-Yol projesi ile jeopolitik yayılma dönemine girdi ve ABD karşısında bir güç merkezi olarak ortaya çıktı. Dolayısıyla Türkiye için ‘sözde müttefik’ ifadesini kullanan ABD Dışişleri Bakanı Blinken’ın Trump’ın Çin politikasının özünde doğru olduğunu kabul etmesi, bize Biden döneminde bu açıdan bir süreklilik olacağını gösteriyor.

Yeni Soğuk Savaş'ın temel özelliği

Yani aslında öncelikle bu süreklilik durumunu görmemiz gerekiyor.

Peki, Çin ile ABD arasında halen şekillenmekte olan Yeni Soğuk Savaş’ın Biden döneminde Türkiye’yi ilgilendirecek temel özelliği ne olabilir?

Bu başlangıç tartışmasında bu soruya verilebilecek yanıt şudur: Başka bazı birçok yorumcu gibi Trump döneminde oldukça sertleşen ABD- Çin rekabetini Yeni Soğuk Savaş olarak adlandıran Ivan Krastev’e göre, bu yeni küresel güç mücadelesi ideolojik değil ticari ve teknolojik bir savaş olacaktı. Diğer bir deyişle bu iki kutup bildiğimiz anlamda birbirini iten, ideolojik olarak karşıt kutuplar olmayabilirlerdi; çünkü Trump’ın kendisi Batı’nın temel değerleri olan liberal demokrasi ve çok taraflılığa meydan okuyordu.

Biden’ın deyimi ile ABD’nin küresel siyasete geri dönmesi ile, işte bu durum değişmiş görünüyor. Biden yönetimi ABD’nin küresel liderliğini yeniden ideolojik bir çerçeve içine almış durumda.  

ABD tekrar ve belki çok daha güçlü bir biçimde liberal değerler, demokrasi ve açık toplum savunusunu küresel stratejilerinin ideolojik çerçevesi olarak tanımlamış bulunuyor. Küresel ticaret ve teknoloji rekabetine ideolojik rekabeti açıkça yeniden ekliyor.

Dolayısıyla 2. Dünya Savaşı sonrasında ABD başkanlarının ‘‘özgür ve esir uluslar’’ arasında yaptıkları ayırımın yeni bir versiyonunun ABD’nin küresel müttefik ve düşmanlarının belirlenmesinde etkin bir biçimde kullanılacağını öngörebiliriz.

Bildiğimiz eski Soğuk Savaş sona erdiğinde birçok yazarın vurguladığı gibi, ABD hegemonyasının gücünü koruyabilmesi için her zaman sert bir şekilde karşısına alacağı bir ‘‘öteki’’ yaratılmak zorundadır. Bu ötekinin sistemsel bir karşıt olması ise en çok istenebilecek bir durumdur. Bu da Yeni Soğuk Savaş’ın ideolojik boyutunun düşündüğümüzden çok daha güçlü olabileceği anlamına gelir.

Burada vurgulamak istediğim elbette ABD’nin müttefiki olan ülkelerin mükemmel demokrasiler olduğu ya da olacağı değil; ABD’nin iş birliği yapacağı ülkeleri demokratikleştirmeye çalışacağı hiç değil. Çünkü esas olarak bu yeni küresel konjonktürü kullanmak, demokrasi isteyen toplumların ve siyasal güçlerin değerlendirmesi gereken bir durum olacaktır.

Ancak ABD, müttefiki olduğunu ispatlamalarını beklediği yönetimlerin bu değerleri sahiplenmesini, belli bir ölçüde yaşama geçirmesini ve siyasal rejimlerinin ABD’nin yeniden temsil etmek istediği küresel ideolojik kimlikle doğrudan çelişmemesini isteyecektir.

Sistemsel karşıtlık bunu gerektirecektir. Bu ideolojik çerçeveyi, zorlamak istediği iktidarlara karşı en etkin bir biçimde kullanacaktır. Yeni Soğuk Savaş ile ilgili olarak -iktidar ya da muhalefette- Türkiye siyasetini biçimlendirme konumunda olan aktörlerin dikkate alması gereken durum budur.

Önceki ve Sonraki Yazılar
ÖZLEM KAYGUSUZ Arşivi
SON YAZILAR