İLHAN UZGEL
ABD Körfez’i Çin’e mi kaptırıyor?
İLHAN UZGEL
Daha önceki yazılarda Çin’in küresel olarak ABD’nin alanını daraltmaya çalıştığını, bunu da askeri güce başvurmadan, diplomasi, ticaret, borçlandırma, altyapı yatırımları gibi araçları kullanarak yaptığını tartışmıştım. Çin gerek ABD’nin tarihsel olarak en güçlü olduğu Orta ve Latin Amerika’da, gerek son dönemde Körfez bölgesinde gerekse çok dikkat çekmeyen uluslararası örgütlerde ABD’nin bıraktığı her boşluğu dolduruyor, bazen ufaktan onu iterek kendisine yer açıyor. Çin’in son hamlesi bir süredir ağırlık verdiği Orta Doğu’da, Körfez’de Suudi Arabistan ile İran arasındaki diplomatik ilişkilerin yeniden kurulmasını sağlayan uzlaşmayı gerçekleştirmesi oldu. Bu yazıda söz konusu gelişmenin yalnızca Körfez, Ortadoğu bölgesi değil küresel sistem açısından anlamını tartışacağım.
ABD düşüşte mi?
Bu bitmeyen bir tartışma ve en azından bir 50 yılı var. ABD’nin düşüşte olduğu, gücünün zayıfladığı çoğunlukla bakış açısına göre tanımlanıyor. Düşmesini, zayıflamasını isteyenler düşüşte olduğunu söylüyorlar. Objektif bir analiz yapmak gerekirse mutlak anlamda ABD zayıflamıyor. İktisadi olarak enflasyon yavaşladı, işsizlik oranında tarihi bir rekor yakalandı, şirket karlarında bir azalma yok, büyüme oranı geçen yıl 2.7 ile doygun bir ekonomi için iyi geldi. Savunma harcamalarında düşüş yok, bütün ters yönde çabalara rağmen doların rezerv ve uluslararası ticaretteki kullanım oranında bir azalma görülmüyor.
O zaman sorun ne? Sorun gücün göreli olmasından kaynaklanıyor. ABD kapitalizme içkin bütün sorunlarla birlikte büyümeye devam ederken, Çin daha hızlı büyüdü. Küreselleşmeyi tek yönlü otoyol gibi kullanarak büyük bir ekonomik ivme katetti, devletin kontrolünde bir kapitalist modeli uyguladı, işçi sınıfını baskı altına alarak sermaye birikiminde büyük ilerleme sağladı, küreselleşmenin getirdiği bütün imkanları kullandı vs. Bir de köyden kente yoğun bir göç, yeni orta sınıfların oluşması, tüketim kültürünün yerleşmesiyle 1.5 milyar nüfuslu bir iç pazarın ortaya çıkması gibi avantajları var. Çin adım adım bu gücünü giderek stratejik kazanımlara dönüştürmeye başladı, ABD’nin Çin denizindeki her hamlesine, geçmişte arka bahçesi olarak görülen yerlerdeki karşı hamlesiyle cevap veriyor ve ABD’yi çaresiz bırakıyor.
Şu ana kadar Körfez ülkelerinin ABD ile ilişkilerdeki yapısal unsurların değiştiğine dair bir işaret yok. Geçmişte kurulmuş olan askeri ittifaklar devam ediyor, ABD askeri varlığı da azalmadan sürüyor. Bölge ülkeleri petrol gelirlerini dolar cinsinden tutmaya ve ABD Hazine bonoları almaya devam ediyorlar. Hatta, bu ülkeler ABD’nin Çin’i çevrelemek adına bölgeye olan ilgisinin azalmasından şikayetçiler. En önemli rahatsızlıklarından biri ABD’nin Afganistan’dan hızlı çekilmesiyle yaşandı. Yani, ABD’nin Körfez’de nüfuz sahibi olmasından değil bunun azalmasından endişe ediyorlardı.
Körfezde Çin etkisi
Körfez bölgesi ABD’den sorulur, Washington gerektiğinde bölgede kimin başa geçeceğini dikte ederdi. Yerleşik algı birkaç on yıldır böyleydi. Toplumsal tabanı zayıf olan rejimlerin ABD sayesinde ayakta kaldıkları düşünülürdü. Bu kısmen doğru ama bu yönetimler 2010’dan itibaren giderek dış politikalarını çeşitlendirmeye başladılar. Bunda Çin’in yükselişi ve Rusya’nın küresel siyasette daha etkin hale gelmesi, eskinin gelişmekte olan ve çevre olarak tanımlanan, günümüzde ise Küresel Güney denen ülkelerin ağırlıklarını artırmaları gibi gelişmeler belirleyici oldu.
Çin bölge ülkelerinin dış politikalarını çeşitlendirme arayışlarına beklendiği gibi karşılık verdi, fırsatı kaçırmadı. Başta Suudi Arabistan, Katar, BAE gibi ülkeler aslında Rusya ve Çin kartlarını ABD ile pazarlıkta ellerini güçlendirmek için kullanıyorlar. Örneğin, Suudi Arabistan’ın fiili lideri Selman bazen Putin ile görüşüp petrol arzını, dolayısıyla fiyatını belirlerken, Çin ile petrol satışında Yuan kullanabileceğini açıklıyor.
Yine Suudiler, İsrail ile ilişkileri daha fazla geliştirmek için ABD’den nükleer enerji konusunda destek bekliyorlar, bu destek gecikince Çinlilerle görüşmeye başlıyorlar. Katar ve BAE, Ukrayna için yapılan oylamada BM Genel Kurulunda çekimser kalabiliyor, ABD’yi karşılarına alıp pazarlık yapabiliyorlar. Çin bir yandan Kuşak ve Yol Girişimi, öte yandan ikili yatırım anlaşmaları ve 2016 ve 2017’de Şi ve Selman’ın karşılıklı ziyaretleriyle bölgedeki ekonomik ve diplomatik bağlarını artırdı. Suudi Arabistan’ın ekonomisini çeşitlendirme çabası olan 2030 vizyonu ile Kuşak ve Yol Girişimini örtüştürmeye başladı. Daha 2013’te Çin Suudi Arabistan’ın en büyük ticaret ortağı oldu. Enerji alanında da Sinopec ile Aramco arasında dev rafineri inşaatı gibi alanlarda işbirliği yapıldı. Bölge ülkeleri ABD’ye rağmen Huawei’nin 5 G teknolojisini kullanma konusunda ısrarcı oldular. Bu arada Müslümanlar için en kutsal iki şehir olan Mekke-Medine arasındaki hızlı tren hattını da Çin firmasının inşa ettiğini hatırlatmak gerek.
Çin’in hamlesinin önemi
Çin’in Suudi Arabistan ve İran’ı Pekin’de bir araya getirebilmesi diplomatik açıdan büyük başarı. Öncelikle tarihsel derinliğinin olmadığı bir coğrafyada bu türden bir diplomasi trafiğini yönetebilmesi, ABD’yi güçlü olduğu bölgeden vurabilmesi, dünya sistemi içindeki yerini güçlendirdi, küresel etkinlik düzeyini artırdı. Pekin’in Suudi Arabistan ile yakınlaşması en büyük tehdit algıladığı ve vakalet savaşı yürüttüğü İran’ı rahatsız ediyordu. Lübnan’dan Yemen’e kadar uzanan gerilim ve çatışma alanlarındaki tüm sorunlar henüz çözülmese de, iki ülke arasında yumuşama sağlanmış olması Çin’in bölgedeki hareket alanını genişletecek. Bölgede en yakın ilişkileri olan İran ise, içte büyük bir toplumsal krizden geçerken, dışarıda elini rahatlatmış oldu. Çin, İran’daki İslami rejime kara gün dostu olduğunu gösterdi. Ayrıca, bütün dünyada barış isteyen ve barışı kovalayan, gerektiğinde sorun çözen bir güç imajı çizdi.
Bu kazanımlar ortada olmakla birlikte, diplomatik uzlaşının büyük bir barış anlaşması olmadığını da belirtmek gerek. Çin hamlesinin önemi ilk kez Ortadoğu bölgesine bu kadar doğrudan nüfuz edebilmiş olmasında yatıyor. Yoksa bununla yeni bir bölgesel düzen kurulmuş değil. İran ve Suudi Arabistan arasında zaten bir süredir Irak ve Umman’ın girişimleriyle görüşmeler sürüyordu. Dolayısıyla, Çin’in ağırlığını koyarak, çeşitli ödüllendirme ya da dayatmalarla tarafları barışa, uzlaşmaya zorladığı bir anlaşma süreci değil yaşanan. Çin burada bir bakıma kolaylaştırıcı bir rol oynadı. Şimdilik 2016’da kapatılan büyükelçiliklerin açılmasıyla sınırlı bir süreç söz konusu. Suudilerin ABD’ye seçeneklerinin olduğunu göstermek istemesi de Çin’in işini kolaylaştırdı. ABD’nin daha önceki Mısır-İsrail anlaşması Camp David ya da İrlanda Sorununu bitiren Hayırlı Cuma, Bosna’da savaşı bitiren Dayton anlaşmaları gibi gibi düzen kurucu rol oynadığı anlaşmalardan söz edemiyoruz. Eğer İran-Suudi uzlaşısı Yemen’de savaşı sonlandıran (şu an yalnızca bir ateşkes var) kalıcı bir barış sağlayan bir süreci başlatsaydı, Çin’in Ortadoğu’da düzen kurucu bir ağırlığa sahip olduğundan söz edebilecektik. Ama Çin henüz o noktada değil, küresel siyasette stratejik bir sabırla hareket eden Çin’in bu ilk adımlarından biri. Muhtemelen devamı gelecektir.
Bu süreçlerde Çin’in birkaç avantajı var.
İlki geçmişe dair bir yükü yok. Yeni, taze bir güç.
İkincisi herhangi bir tarafa doğrudan bir angajman içinde değil. Bu unsurlar hareket alanını genişletiyor. Örneğin, bölge ülkelerini, ABD gibi küresel krizlerde taraf tutmaya zorlamıyor.
Üçüncüsü, Körfez ülkeleri, ABD’den zaman zaman gelen insan ve kadın hakları konusundaki baskılar gibi sorunlarla uğraşmıyorlar ve Çin bu durumun gayet iyi farkında. Buradan ilerlemeyi büyük bir avantaj olarak görüyor. Örneğin, Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesi konusunda Çin hiç tepki göstermedi, Suudi Arabistan da Uygur’daki Müslümanlara yapılan baskılar konusunda sessiz kaldı. ABD’nin Ortadoğu ve Körfez’de insan hakları odaklı ve demokrasiyi önceleyen bir politika izlediğini söyleyemeyiz ama dönem dönem geçmişte Kennedy yönetimi yasal olan köleliğin sona erdirilmesi, Clinton kadın hakları konusunda, sonrasında Bush yönetimi demokratik reformlar yapılması konusuna girişimlerde bulundular. 2000’li yıllarda bölge ülkeleri ABD’den artan şekilde gelen bu tür baskı ve telkinleri genelde kozmetik reformlarla geçiştirdiler. Çin bütün diplomatik temas ve anlaşmalarında içişlerine karışmama ilkesini özellikle vurgulayarak bu türden rejimlere cazip gelecek bir ilişki şekli sunuyor, alıcısı çok olan bir modeli hem kendisi hem de muhatapları için hayata geçiriyor.
ABD, resmi açıklamasında varılan uzlaşıdan memnuniyet duyduğunu ama İran’a güvenilmemesi gerektiğini söyleyerek durumu geçiştirdi. Beyaz Saray Suudi Arabistan’ın kendilerini uzlaşma öncesinde bilgilendirdiğini de ekledi. Genelde ABD’de Körfez ülkelerinin kendisinden başka bir seçeneği olmadığı, kurulan bağların kopmayacağına dair yerleşmiş bir inanç var. Bu türden hamleleri ABD yörüngesinden çıkma değil, kendisine bağımlı Körfez ülkelerinin dış politikalarını çeşitlendirme çabası olarak görüyor. Her durumda Çin şimdilik ABD’ye diplomatik bir gol atmış oldu. Bunu Ukrayna savaşındaki arabuluculuk izlerse ABD’yi küresel diplomatik bir hezimete uğratabilir.