İLHAN UZGEL
BİDEN GÖRÜŞMESİ ERDOĞAN’I KURTARIR MI?
Erdoğan’ın Biden ile görüşme merakının ikinci ayağı Roma mı, Glasgow mu derken en sonunda Roma’da gerçekleşti. Erdoğan yönetimi altında Amerikan başkanlarıyla görüşme gereksiz yere büyütülen, bir fotoğraf vermekle başlayan, Amerikan başkanlarının vücut dillerine, selamlaşma şekillerine, kullandıkları dile dek her detayın Erdoğan’ın liderlik niteliklerine, büyüklüğüne bağlandığı tuhaf bir iletişim çarpıtmasına maruz kalıyoruz.
Gerek 10 büyükelçiliğin Osman Kavala açıklaması, gerekse devamında yaşanan “persona non grata” (istenmeyen kişi) kriziyle birlikte iki unsurun Türkiye’nin dış ilişkilerinde öne çıkmaya başlayacağını öngörebiliriz. Bunlardan ilki insan hakları ve demokratikleşme konusunun Batı ile ilişkilerde daha çok gündeme gelecek olması, ikincisi de ABD ile AB’nin şimdiye dek olmadığı ölçüde ortak hareket edeceği.
TÜRKİYE KIRILGAN HALE GELDİ
Öncelikle, Türkiye’nin ABD ve genel olarak Batı ile ilişkilerine dair bir kısmı geçmişten gelen ama bir kısmı da AKP iktidarları sırasında oluşmuş bazı yapısal unsurlara değinmek gerekiyor.
Bir defa Türkiye’nin 20 yıllık siyasal İslamcılar altında süren iktidar deneyimi Batı merkezli yönünü değiştirmedi.
İkincisi, 20 yıllık AKP iktidarı Türkiye’nin yönünü değiştirmediği gibi Batı merkezli finans ve yatırım çevrelerine olan ekonomik bağımlılığını daha da artırdı.
Üçüncüsü, stratejik özerklik olarak da görülen bazı dış politika hamleleri Türkiye’yi güçlendirmek yerine kırılgan hale getirdi. Çok sayıda ülkeyi karşısına almasına, yeni ittifaklar oluşmasına neden oldu. Türkiye dış politika tarihinde hem ekonomik kriz, finansal bağımlılık hem de bölgesel yalnızlık içine düştü.
Dördüncüsü, Batı ve özellikle ABD’ye karşı Rusya kozunu oynamaya çalıştı ama bunu hem kendi tarihinden hem de Mısır, Suudi Arabistan, İsrail gibi bazı bölge ülkelerinden daha kötü, daha fazla bedel ödeyerek yaptı.
DİPLOMASİ TARİHİNİN EN ANLAMSIZ KRİZİ
Hem büyükelçi krizi hem de Biden görüşmesi bu arkaplan ekseninde gerçekleşti.
Büyükelçi krizine değinecek olursak: Bu Türkiye’nin diplomasi tarihinin en gereksiz, en anlamsız kriziydi. Gereksizdi çünkü büyükelçiliklerin ortak açıklaması çok sık rastlanan bir uygulama olmasa da, buna ilgili büyükelçiler bakanlığa çağırılarak gerekli tepki gösterilmişti. Bundan sonra verilecek her tepki fazla olacaktı, oldu da.
Anlamsızdı çünkü Erdoğan son derece gelişigüzel hazırlıksız bir şekilde “persona non grata” hazırlığı yapması için Dışişleri Bakanı’na emir verdiğini söyleyerek kendisini bağladı. Bunu şu anki koşullarda yapmayı göze alamayacağı ortada olduğu halde. Böyle de oldu zaten. Bir maç oynanmışçasına skor arayışı içinde kim kazandı, kim geri adım attı tartışmasını tetikledi. Oysa, buna hiç gerek yoktu. Konu insan hakları idi ve kaybedenin temel insan hakları ihlal edilen insanlar olduğu açıktı.
Tabii ki Erdoğan yönetimi büyükelçileri göndermek gibi bir çılgınlığa girişemedi. Ama medyası tek bir ağızdan çıkmış gibi, Erdoğan’ın zaferini ilan etmekte gecikmedi.
Büyükelçiliklerden yapılan Viyana Sözleşmesinin 41. Maddesini hatırlatma manevrasının iki dilde farklı verilmesi gibi kurnazca hamleler Erdoğan’ın kendi seçmen dünyasına kendi anlatısını sunabilmesine imkan tanıdı. Her durumda bu türden malumun ilamı bir bildirinin yayınlanması, eğer karşılığında Kavala’nın tahliyesine yol açmayacaksa, bu kez büyükelçilikler açısından anlamsızdı.
Çünkü böyle bir krizden tek tek örneğin ABD, Almanya, Fransa, Hollanda, Kanada, İsveç gibi ülkelerin kaybedeceği fazla bir şey yoktu. Bu ülkeler bir tek kendi büyükelçilerinin geri gönderilmesi ve karşılığında TC büyükelçisinin geri gönderilmesi gibi bir sorunla karşılaşacaklardı. Bu pazarlığın sonucunu Kasım ayı sonundaki biri Kavala davası, diğer Avrupa Konseyi toplantısında göreceğiz.
DIŞ POLİTİKA SIĞINAĞI
Erdoğan hükümeti Türkiye’yi yoğun bir dış politika gündemi içinde tutmayı hep başardı. Uzun bir süredir Türkiye’nin bazen kriz, bazen sorun şeklinde yaşanan yüksek profilli dış ve güvenlik politika gündemi olmayan bir haftası olmadı. Hatta geçen hafta olduğu gibi bir hafta içine iki dış politika olayı sığdığı da oldu.
Yine bu hafta içinde Erdoğan’ın Roma ve Glasgow’da gerçekleşen G-20 ve iklim zirvelerinde Biden ile görüşme olasılığı gündemi doldurdu. Normalde Türkiye’nin bir NATO üyesi olarak o dönem kim yönetiyorsa gerektiğinde ABD başkanıyla görüşmesi artık sıradanlaşmalı, kamuoyunu bu kadar meşgul etmemeli, buradan bir siyasal rant elde edilmesinin önüne geçilmeli.
Daha en başında hükümet Biden ile Erdoğan arasında bir görüşme olup olmayacağı bilmecesi yarattı. Hatta, benzeri bir süreç Erdoğan’ın BM Genel Kurulu açılışı için gittiği New York’ta da yaşandı ve Erdoğan burada Biden’ı görüşmeye ikna edemediği için duyduğu hayal kırıklığını açıkça paylaştı.
Bu bir yandan ABD’ye ve Batı’ya kafa tutan ama aynı zamanda o sistemin lideri ABD Başkanı ile aynı fotoğraf karesi içinde görünmek için uğraş veren patolojik bir vaka. Özellikle de bu birbirine zıt her iki durumu kabullenmeye hazır, her ikisinden de tatmin olan bir seçmen kitlesi için. Burası artık siyaset psikolojisinin alanına giriyor. Sonuçtan Biden ile bir saat görüşmeden prim yapmaya çalışan bir iktidarla karşı karşıyayız.
Toplantıda dışişleri bakanlarının bulunması ise Biden yönetiminin kurumsallığa verdiği önemin bir göstergesi olarak okunabilir. Yoksa, Erdoğan gerek Trump gerekse Putin ve bazı liderlerle kurduğu liderler diplomasisini tercih ederdi. Biden yönetimi ise muhtemelen bu tür liderler diplomasisini tek adamlığı besleyen, kurumları zayıflatan bir yöntem olduğunun farkında ve bir telefon görüşmesi ve NATO zirvesi sırasında yapılan görüşme dışında herhangi bir yüzyüze ya da telefon görüşmesine başvurmadı. Temaslar bu yüzden dışişleri, ulusal güvenlik danışmanları ve savunma bakanları arasında gerçekleşti.
NE HAVA SAVUNMA FÜZESİ ALABİLDİ NE UÇAK
İçerik olarak baktığımızda ise böylesine tek bir görüşmede herhangi bir sorunun çözülmesinin imkan dahilinde olmadığı belli. Yani bu görüşme Türkiye-ABD ilişkilerinde bir dönüm noktası olmayacak. Zaten Erdoğan için toplantının kendisi, Biden ile gülümseyen bir ifadeyle fotoğraf karesine girmesi içerikten daha önemliydi.
O yüzden Roma’da Biden ile görüşen Erdoğan için uluslararası toplantının anlamı bitmiş, maksat hasıl olmuştu. Artık Glasgow’a gitmeye gerek kalmamıştı ve bir protokol bahanesiyle, aslında Biden ile yapılan görüşmeden çok daha önemli olan İklim Zirvesine katılmaktan vazgeçti. Artık süreci takip eden herkesin gayet iyi anladığı gibi eğer Roma görüşmesi gerçekleşmeseydi Erdoğan tabii ki Glasgow’a gidecekti ve eğer yaşanmış olsa bile bizim bu protokol krizinden haberimiz bile olmayacak, sorun teknik ekipler arasında sessizce halledilecekti.
Bu toplantıda Erdoğan’ın F-16 savaş uçağı alımını gündeme getirmesi ve Biden’in bu konuya olumlu yaklaştığını söylemesi ise çok şaşırtıcı.
Türkiye kullanmadığı S-400 füze sistemi, alamadığı F-35 savaş uçağından sonra bu kez de ABD’den F-16 uçağı almak için ricacı oluyor. Burada tuhaf bir durum var. Birincisi Türkiye’nin F 35’ten vazgeçtiği anlamına geliyor bu hamle.
İkinci olarak Cumhurbaşkanı’nın bir NATO müttefiğinden parasını ödeyerek silah almak için ricacı olması, onun desteğini araması Türkiye’nin içinde bulunduğu acziyeti gösteren bir durum.
ABD bunları hibe etmeyecek ve TR bunun için 10 milyar dolar ödeyecek. Yani, hem müttefikine artık kendisini amorti etmiş eski dizayn (aviyonik ve taarruz sistemleri yenilenmiş Blok 70 modelleri talep üzerine yeniden üretilmeye başlandı) F-16’ları satacak, bundan da hem şirketleri kar edecek hem de uzun vadede kendi müttefiğini güçlendirmiş olacak. Ama ricacı olan taraf Türkiye.
Bu arada araya tekrar İtalya Fransız üretimi Sampt füzesi alınabileceği söylemi sıkıştırıldı ki, daha önce pahalı da olsa Patriot alabiliriz, ikinci paket S-400 alabiliriz gibi açıklamalar da yapıldı.
Bu hükümet sonuçta ABD’den uçak almayı da genel olarak hava savunma sistemi almayı da beceremedi. Sonuçta ne kullanılabilecek hava savunma füzesi ne de uçurulabilecek uçak almayı başarabildi bu yönetim.
Erdoğan-Biden görüşmesinde en önemli hususlardan biri ABD Dışişleri Bakanlığı'nın yayınladığı açıklamanın sonuç cümlesinde Biden’in “güçlü demokratik kurumların, insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne saygının önemine vurgu yaptığını ifade etmesiydi. Bu Biden yönetiminin daha seçim kampanyası sırasındaki söylemini devam ettirdiğini ve Türkiye ile ilişkilerde artık insan hakları ve demokratikleşme konusunun en üst sırada olmasa da gündem maddelerinden biri olacağını gösteren bir işaret. Bir bakıma büyükelçiler çıkışının devamı ve arkası gelecek bir sorun adayı olacak. Biden yönetimi bir demokratik dalga başlatmak istiyor ama bütün insan hakları ve demokratikleşme konularında olduğu gibi süreç yavaş ilerliyor. Trump döneminden radikal bir dönüşüme işaret eden bu politika farklılığını daha sonra kapsamlı ele almak gerekecek.
ABD başkanıyla bir fotoğraf vermek, bir görüşme yapmak neden bu kadar önemli?
Bu Türkiye için değil neredeyse bütün liderler için önemli ama çok az ülke bu konuyu bu kadar detaylı ele alıyor. Örneğin, Ukrayna’nın yeni seçilmiş başbakanı Zelenski, Trump ile yaptığı telefon görüşmesinde, rakibi Biden’in oğlunun Ukrayna’daki işleri hakkında kirli dosyaları açığa çıkarması karşılığında yardım yanında bir de Beyaz Saray’da görüşme sözü veriyor, Zelenski Beyaz Saray’da kabul edilmek için neredeyse yalvarıyor.
Bu tür siyasetçiler için Amerikan başkanıyla görüşmek hele Beyaz Saray’da kabul edilmek, dünya ligine çıkmak, dünyanın en güçlü ülkesinin lideriyle aynı seviyeye ulaşmak olarak yansıtılıyor. Bir dünya lideri imajını kurmak için kestirme bir yol olarak görülüyor ABD başkanları ile fotoğraf ve görüşme.
Biden, eğer gerçekten Erdoğan’a çok ihtiyaç duymazsa, onu Beyaz Saray’da kabul etmeyecek. Tıpkı Sisi, Muhammed bin Selman, Dutarte, Orban gibi geçmişte Trump’ın beğendiği, takdir ettiğini açıkça dile getirdiği bu otoriter liderlere mesafesini koruyacak. Erdoğan da bunlardan biri olacak. Eğer anlık çözülmesi gereken bir kriz, Türkiye’nin aktif desteğini gerektiren bir konu olmadığı sürece başbaşa telefon görüşmesi de yapılmayacak, ilgili bakanlar, danışmanlar devrede olacak, şimdiye kadar olduğu gibi.
Erdoğan Biden ile görüşerek hem içerde kaybettiği zemine dışarıdan dayanak yapmaya çalışıyor ki bu işe yaramayacak, hem de seçmenine yine hem ABD’ye kafa tutan gerektiğinde onunla masaya oturan dünya çapında lider imajını parlatmaya çalıştı.
Ne var ki, Türkiye’nin içinden geçtiği ekonomik ve siyasal koşullar artık hareket alanını daha da daralttı. İster Biden ile görüşme olsun, isterse çok konuşulan olası Suriye operasyonu olsun bunların Erdoğan’ın popülaritesini, zemin kaybını durdurma olasılığı kalmadı artık.