İBRAHİM EKİNCİ

İBRAHİM EKİNCİ

Bu yazıyı soldan boykotçu arkadaşlar için yazdım: Bu seçim o seçim değil

Bugün, “cumhurbaşkanlığı sistemi” dedikleri şeyi, günlük icraatta nasıl yürüdüğüne bakarak tarif edersek, onun aslında “Erdoğan ne derse o olur” rejimi olduğunu söyleyebiliriz. “Tek adam rejimi” de diyoruz.

Bu önemli. “Tek adam rejimi.”

Tartışmak istediğim de bu. Tek adamlık çağcıl mıdır?

Yoksa Türkiye’nin gelecek yüzyılına talip olanlar, bir iki asır öncesinin rejimlerine mi öykünüyor?

Bunu tartışalım.

Hemen öncesinden başlayalım. Öncesinde de Türkiye’nin bir rejimi yok muydu?

Vardı. Tek adam rejimi değildi ama… Çok adamlıydı, çok kurumluydu.

Darbeler dışındaki sivil siyasette Demirel gider Ecevit gelirdi.

Ya da bu iki ana akımdan (merkez sol – merkez sağ) birisinin etrafında koalisyonlar olurdu. Yer yerinden oynamaz, temelde fazla bir şey değişmezdi.

Çünkü her iki siyasi akım da cumhuriyetin temel niteliklerinde, en önemlisi laiklikte mutabıktı.

Çok partili hayata geçişten sonra sistemi ilk zorlayan Menderes oldu. Muhalefeti ezmeye girişti. Ama Menderes de sistemle mutabıktı.

Menderes’in iktidara gelişi, ABD’nin tarih sahnesine dünyanın en büyük emperyalist gücü olarak çıkması, dünyanın patronu olması konjonktürüne oturuyor. CHP ile DP’nin kapışmasının uzandığı arka plan budur. Ondan serttir zaten. Menderes Amerikancıdır. CHP Avrupacıdır, “muassır medeniyet” ile Avrupa’yı tarif eder.

Sonra 1960 Darbesi ve ardından gelen DP çizgisinin yeni temsilcisi Demirel (AP) aşırı Amerikancı çizgiye hafif bir ayar verir ve sistem oturmaya başlar. Takip eden bütün partiler, hükumetler çok partili sistemle mutabıktır.

Kader, tarih, fırsat ne derseniz deyin. İlk defa Erdoğan’la birlikte sistemle mutabık olmayan bir parti hükümet oldu.

Bunu bugün söyleyebiliyoruz ama işin başında söylemek zordu. Çok az kişi bu görüşteydi. Çünkü Erdoğan ve partisi, “milli görüş gömleğini çıkardık” filan laflarıyla sistemle mutabık olduğunu ileri sürüyordu. Görüntü de öyleydi.

Karşımızda Erdal Eren için kürsüde ağlayan bir başbakan vardı.

1 Mayıs’ı resmi tatil günü yapmış,

Nazım’a vatandaşlık vermiş,

Cumartesi Anneleri ile görüşüyor,

12 Eylül paşalarını yargılıyor,

Askeri vesayeti de kaldıracak,

AB’den müzakere tarihi almış…

Dahası var… Kürde, Alevi’ye, Romanlara, Ermenilere… açılım süreçleri var.

Dersim 38 için devlet adına özür diliyor.

Ermenilere mesaj yayımlıyor. “Yüzyılın başındaki koşullarda hayatlarını kaybeden Ermenilerin huzur içinde yatmalarını diliyor, torunlarına taziyelerimizi iletiyoruz" diyor.

Yanaşma ünlü aydınlar neşe içinde alkışlıyorlar: Müjde! Askeri vesayet bitiyor, Türkiye’ye demokrasi nihayet geliyor. AKP– FETÖ ittifakının en korktukları güç odağından kurtulma hesabını bize “askeri vesayeti kaldırma” olarak pazarlama görevi onlarda.

“Ya bunlara inanmayın” diyenlerin cılız sesi kutlama gürültüleri içinde kayboluyor.

Oysa ki Erdoğan, “Demokrasi trendir” de demişti

Hatta, “Benim emir komuta merkezim diyorsa papaz elbisesi giyeceksin, giyerim. Niye? Çünkü bizim mücadelemiz sıradan bir mücadele değil” de demişti.

Ama bunları da söylememiş gibi yaptılar.

20 yılda… Adım adım… Bu kadar akıllı geçinen kişi, bu kadar kül yutmaz siyasi, bu kadar zibil “anelezci”, bu kadar tarihi deneyimi olan partilerin, kurumların gözleri önünde, Sarı İnek’ten başlayarak demokrasi treninin penceresinden her gün bir şeyleri attı. Bütün kurumları istila etti, adamlarıyla kontrolüne aldı. Şu “tek adam rejimini” kurdu. Sonunda papaz elbisesine ihtiyacı kalmadı, kendisi de indi trenden: Hayatımızı dinimizi merkeze alarak düzenlemeliyiz diyor. Taliban’la tersliğimiz yok diyor. Faizi nas’a göre belirliyor. Bütün kadın düşmanı şeriatçı tarikatları devlete dolduruyor. Kadın ve özgürlük düşmanı partilerle koalisyon kuruyor.

Geldik bugüne. Seçime gidiyoruz.

“Bu son seçim olabilir” diyor muhalefet liderleri ve başka çok kimse…

Halkı uyarıyorlar. Bu doğru ama üzgünüm ki hala durumu tam anlamadığımızı, olup biteni doğru şekilde tarihi bağlamına oturtmadığımızı düşünüyorum.

Bu bir seçim mücadelesi değil, bir rejim mücadelesi… O yüzden çetin geçiyor.

Bu bir hükümet etme hakkı alma mücadelesi değil, iktidarı, devleti kapma, alma mücadelesi… Bu Demirel – Ecevit seçim oyununa benzemiyor, başka bir boyuta oturuyor.

Bu iktidar mücadelesinin bir tarihi var. 150 – 200 yıldır bitmemiş bir mücadele bu. 31 Mart Vakası’na, Topçu Kışlası’na, Abdülhamit’e, Kurtuluş Savaşı’nı başlatan ve yürütenlerle padişahçılar, hilafetçiler, işbirlikçiler arasındaki mücadeleye kadar gidiyor kökü. O savaşı cumhuriyetçiler kazandı. O nedenle 80 yılı kendileri için bir zulüm dönemi olarak anlatıyorlar. O nedenle “reklam arası” diyorlar.

Ve 80 yıl sonra dönerek Türkiye’nin paçasına yapıştılar.

Nasıl oldu da, Cumhuriyet’in kuruluşundan 80 yıl sonra laiklik karşıtı, padişahçı, hilafetçi akım bu kadar ciddi bir destek görebildi?

İstisnai bir şey gibi görünüyor. Değil. Yazdım daha önce…

Mesela Almanya’da, feodaliteyi 300 yıl önce tasfiye etmiş, Avrupa kıtasının en gelişmiş ülkesinde, Habsburglar’ın, yeniden imparatorluk koltuğuna oturmasını istemenin, yeniden imparatorluk kurulmasını talep etmenin kitlesel bir karşılığı olabilir mi? “Tebaa” olmayı, serfliği özleyen bir Alman köylü var mıdır acaba? Fransa’da, “Ah Ah! Napolyon zamanı bütün Avrupa’yı fethetti ecdadımız. Yeniden Bonapartist rejime dönmeliyiz” diyen bir Fransız çıkar mı acaba? İngilizler mesela, hazır krallık da bir kurum olarak varlığını sürdürüyorken, “Üzerinde Güneşin batmadığı krallıktan, sümsük bir devlete dönüştük. Krallık sistemine dönmeliyiz, Hindistan’ı yeniden sömürge etmeliyiz, Krallık varken dünyanın yarısı bizimdi, adaya sıkışıp kaldık. Krallığa dönelim. Ya kuzgun leşe ya Kraliçe başa” diyen var mıdır acaba?

Uzak, olanaksız ve gülünç!

Ama daha ortaçağını aşamamış ülkelerde krallık pek de sakil ve kararsız durmuyor. Suudi Arabistan Kralı! Umman Kralı!

Bilinir bunlar… Padişahlık, imparatorluk, krallık, sultanlık rejimleri kapitalizm öncesi toplumsallığa denk düşer. Feodalitenin, tarım toplumlarının, dinin (papalığın, hilafetin) rejimleridir. Ortaçağda uç verip gelişe gelişe feodaliteyi oyan ve yıkıp tüketen kapitalizm endüstri toplumları dönemini açar. Padişahlık, imparatorluk, krallık, sultanlık rejimleri çöker. Kapitalist laik ulus devletler çıkar ortaya. Tarihte olan budur. Ticaret ve endüstrinin zenginleri burjuvalar, siyasal güç edinirler, bu güç, kralların, imparatorların, sultanların sınırsız – sorumsuz yetkilerini kemirir, kurumsallaştıkça (meclisler, kamaralar, senatolar…) ortaçağın rejimleri meşruti monarşiye evrilirler. Karmaşık, özgün koşullar, büyük rastlantılar çok yerde silsile dışı gelişmelere yol açar mutlaka. Bir şablondan söz edilemez. Ancak, kaba akım, ‘meşruti monarşilerin’ geçiş rejimleri olduğunu göstermektedir. Üretim tarzı olarak feodaliteden kapitalizme, rejim olarak krallıklardan cumhuriyetlere geçiş dönemine denk düşerler.

Kapitalizmin rejimi, “yönetici partinin seçimini” öngören cumhuriyettir. Ama elbette cumhuriyetle demokrasi ikiz değildir. Burjuva sınıfının gelişmesi çıkar aykırılıklarına vardığında kesimleri arasındaki rekabet, siyasete ‘çok partililik’ olarak yansır. Bu ‘çok partili’ hayatın kurallar bütünüdür ‘burjuva demokrasisi.’ Siyasi rekabet özgürlüğü ile sınırlı kaldıkça, ‘demokratik’ özü de sınırlı, hatta sahte kalır. Ama sivil toplum, sendikalar, yoksul kesimlerin partileri sistemi zorladıkça, sistem kendisini bu kesimlerin talep ve denetimine, siyasetine açmak zorunda kaldıkça ‘demokratik’ özü gelişir. Daha pek çok olayın yanı sıra devrimler, sosyalist ihtilaller ve 68 olayları Avrupa rejimlerine işte bunu dayatır, empoze eder. Bu sayede Avrupa rejimleri, günümüz dünyasının ‘sosyal devletleri’ olurlar.

Türkiye bu tarihi akışın dışında değildir. Gelişmiş ülkelerin serüvenini geriden takip eder ama, kendi tarihi kısıtları içinde takip eder! “Ortaçağ devleti olmaktan, dolayısıyla rejim düzeyinde padişahlıktan (veya sultanlıktan) çıkışı, meşruti monarşi (bizde I. ve II. Meşrutiyet) ve cumhuriyet aşamalarını son 150 – 200 yıl içinde yaşamıştır. Padişahlık rejiminden çıkış, tarihsel olarak düzdür: Padişahlık, meşruti monarşi ve cumhuriyete evrilmiştir. Geriye doğru hamleler yok mudur? Belki de hiç bir ülkede kesintisiz, sürekli, sancısız geçişler olmamıştır. Bir rejim yıkılırken ve bir yenisi kurulurken eskinin ayrıcalıklı sınıfları tutunmaya, karşı hamleler, darbeler geliştirmeye, tarih sahnesine yeniden dönmeye çalışır. Fransa, İngiltere, İtalya… Tarihleri böyledir. Devrimler ve karşı devrimler!... Bizde de öyle oldu. Padişahlık, rejim meşruti monarşiye dönüşürken direndi. Meşruti monarşi, cumhuriyete dönerken direndi. Bugünkü muhtemelen son direnişi.

Sözün özü, arada lokal çarpışmalar da oldu ama 80 yıl sonra, Türkiye, yeniden kendi ortaçağının kalıt kurumları ve kültürü ile geniş bir cephede yüzleşiyor.

Tebaa ve ümmet rızası üzerinde İslamcı karakterde bir tek adam rejimi ve parti devleti… Başka bir ifadeyle kravatlı meşruti monarşi ya da patrimonyal sultanlık ile laik cumhuriyet ve modern yurttaşlık talebi kapışıyor.

Ben, Türkiye’de, mücadelenin rekabetçi kapitalistleşme + modern laik hayat tarzı, yurttaşlık ile yarı – feodal, kapkaççı tüccar kapitalizmi, dinci faşist otoriterlik arasında geçtiğine inanıyorum. Birincisini Kılıçdaroğlu, ikincisi Erdoğan temsil ediyor.

İşler Ecevit’le Demirel arasındaki bir değişime benzediğinde boykot edebilirsiniz. Ama bu tarihsel bir kapışmadır. Yerinizi alır, ileri düşeni desteklersiniz. Boykot edebileceğimiz bir şey değil. Hangi sorundan kalkarak bakarsanız bakın. Türkiye’de demokrasi gelişmedikçe yol alamayız. Gidip oylarınızı kullanmanızı tavsiye ederim.

Önceki ve Sonraki Yazılar
İBRAHİM EKİNCİ Arşivi
SON YAZILAR