SAMİM AKGÖNÜL
NATO’nun yeniden doğuşu ve Fransa-Türkiye ekseni
Dün gibi hatırlıyorum. 2019’da, Fransa’nın eski İstanbul başkonsolosu Muriel Domenach (ki eşi çok önemli Osmanlı tarihçisi Olivier Bouquet’dir), İstanbul ve Paris’teki görevlerinden sonra Brüksel’e, Fransa’nın NATO nezdindeki daimî temsilcisi olarak atanmıştı. İçimden, “ne kadar sıkıcı” demiştim. Hem heyecanlı İstanbul ve Paris’ten sonra kaşları çatık Brüksel’de yaşayacak, hem de… NATO işte… ne denir ki? İşlevi fazla kalmamış bir kurumda Büyükelçi olmak çok çekici gelmemişti. Yanılmışım.
UNUTMUŞTUK...
Unutmuştuk NATO’yu. Sanki Temmuz 1991’de kendini fesheden Varşova Paktı ile birlikte Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü de tarihe karışmış ya da en azından sembolik bir amblem haline gelmişti. 1991’den sonra elbette bir takım askeri operasyonlara katıldı NATO.
Örneğin 1993-1995 arası Bosna’ya girdi ama seyretmekle yetindi. 1999’da Yugoslavya ordusunu bombalayarak savaşın bitmesine ön ayak oldu.
Doğrudur. 2003’ten sonra rica minnet Afganistan koalisyon güçlerinin komutasını da aldı. 2008-2014 arası NATO International Security Assistance Force (Uluslararası Güvenlik Destek Gücü) NATO liderliğinde Afganistan’a 50 000 askerle konuşlandı. Maksat Kabil’i Taliban’dan korumaktı. Sonucu 2022’de hepimiz biliyoruz.
Bu iki görev dışında aklıma dişe dokunur fazla bir şey gelmiyor. Haliyle karşıda rakip olmayınca kurumun albenisi de azalıyor. Ama meğer derinden gidiyormuş. Meğer 1999’dan 2020’ye sessizce eski doğu bloğunu bünyesine dahil etmiş ve dolayısıyla Rusya’yı korkutmuş. Ama gene de kendini unutturmayı başarmış.
Böyle düşünmemde Fransa’nın NATO ile fırtınalı ilişkisi de vardı elbette. Fransa 1949’da NATO’yu kuran 12 devletten biri. Bu doğru. Ancak 1960’larda, özellikle Fransa’nın iç meselelerinden dolayı (örneğin Cezayir’in bağımsızlık savaşı) dönemin Cumhurbaşkanı General De Gaulle’ün askerler üstündeki gücü sayesine Fransa 1966’da NATO’nun askeri kanadından çekilme kararı aldı. Bu kararda hem Fransa’nın kendi nükleer caydırıcılığına güvenin her geçen gün artması hem de NATO’nun ABD’nin güdümünde, ABD olmadan karar veremeyecek, dolayısıyla Avrupa’nın güvenliğini SSCB’ye karşısında “karşılıksız” sağlayamayacak bir kurum olduğu algısı da büyük bir rol oynadı.
İlginç bir şekilde ülke NATO’nun nispeten işlevsizleştiği dönemde, 2009’da NATO’nun askeri kanadına döndü. Bu dönüşte elbette ABD hayranı Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin rolü kadar Fransa’nın kendi savunma sistemine duyulan güvensizlik de rol oynadı.
Son dönemde Fransa’nın askeri anlamda bir nevi atağa geçtiğini söyleyebiliriz. Her şeyden önce sembolik olarak ilk Macron döneminde Savunma Bakanlığı'nın ismi “Ordular bakanlığı” olarak değiştirildi. 2017-2022 arası bakanlık yapan Florence Parly siyasi geçmişi olan bir kişi değil. Daha çok hem özel sektörde hem de kamu sektöründe üst düzeylerde görev yapmış bir memur.
Bu durum “kralın dokunulmazı” olarak görülen savunma (ve saldırı) alanının bir siyasi figüre verilmeyip Cumhurbaşkanı’nın tekelinde kaldığını gösteriyor. Cumhurbaşkanı Macron birinci döneminde (2017-2022) Fransa ordusunu fazla kullanmış biri değil. Tam aksine. Cumhuriyetin başından beri gerçekleşen orta doğudan adım adım çekilme politikasını sürdürdü. Bu yüzden de tarihsel olarak kuruluşunu gerçekleştirdiği Suriye’nin ya da Lübnan’ın geçirdiği krizlerde aktör olmayı reddetti.
En büyük askeri varlığı Afrika’da özellikle Mali’deydi ancak 2012’den beri Serval operasyonu, 2014’den beri ise Barkhane operasyonu olarak adlandırılan askeri operasyonu 2021’de Macron durdurdu ve 2022 boyunca 5 000 Fransız asker Mali’den çekildi. Elbette Fransa, Mali de yönetimi 2021’de ele geçiren askeri cunta ile mücadele edebilir, kalmaya çalışabilirdi ancak Paris bu yolu seçmedi.
İkinci Macron döneminde (2022-2027), Paris’in dış politikaya ve askeri işbirliğine daha fazla önem vereceği düşünülebilir. Avrupa Birliğinin lokomotifi triumvirat, yani İngiltere, Fransa Almanya üçgeninde İngiltere kendini dışarı attı ve Almanya’da Merkel dönemi kapandı.
Bu dönemde Fransa daha etkin bir rol oynamak isteyebilir. Keza NATO’da da Paris, örgütün Avrupa ayağının en güçlü temsilcisi olmak isteyecektir. Tam da bu yüzden İsveç ve Finlandiya’nın adaylıklarını destekleyen Paris potansiyel yeni üyelerin bir nevi hamisi rolüne soyunmakta. Elbette bu senaryo Macron genel seçimlerde çoğunluğu elde edebilirse geçerli zira sol birliğin adayı Mélenchon’un NATO’ya ve AB’ye bakış açısı çok farklı. Sol “cohabitation”u sağlayıp yasama ve yürütme gücünü ele geçirirse, AB’den ya da NATO’dan çıkamasa da araya soğuk bir dönem gireceği kesin.
KÜLLERİNDEN DOĞUYOR
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sonrası ortaya çıkan yeni dönemde NATO’nun Simurg misali küllerinden yeniden doğduğunu görüyoruz. Elbette bu durum, ordusu güçlü ve rejimi agresif Türkiye için bir fırsat olarak görülebilir. Ankara AB’den çok uzaklaştı ve Avrupa Konseyi’ndeki durumu sistematik insan hakları ihlalleri, demokrasinin asgari ilkelerine saygısızlık ve hukuk devletinin yerle bir edilmesinden dolayı çok sorunlu. Yani bağlam, Türkiye’yi uluslararası politikanın kalbine NATO aracılığı ile çekmek için uygun görülebilir.
Kaba kuvvetin yeniden değerlendiği dönem Türkiye’de bir fırsat olarak algılanabilir. Ancak birkaç sorun var. Birincisi bu dönem uzun sürmeyebilir. Yani bütün yatırımını NATO ve askeri güce yapan bir Türkiye, ifade özgürlüğü gibi değerlerin geri gelmesiyle kendini iyice dışlanmış bulabilir.
İkincisi Türkiye’nin veto hakkını İsveç ve Finlandiya aleyhine kullanıp NATO’yu bloke etmesi ABD’nin tavizler vermesini sağlasa da (o da belki) Avrupalı ortakların gözünde zaten düğünlere davet edilmeye utanılan akraba muamelesi gören Türkiye kendini iyice ailenin dışında bulabilir.
Elbette, ben de biliyorum realist teoride devletlerin çıkarlarının her zaman önde olduğunu ve Ankara’nın durumdan faydalanıp Kürtlere (Ankara’ya göre PKK’ya) karşı bir zafer kazanmak istediğini. Ancak yapısal olarak bu inat daha büyük hasarlara yol açacak, Ankara’yı daha da izole edecektir.
Böyle bir ortamda, 2023’ten sonra, NATO çerçevesinde yeni bir triumvirat, Paris, Washington, Ankara üçgeni önümüzdeki 50 yıllın kaderini çizmeye aday. Fransa, Türkiye ikilisi bu yeni dönemin Batı ve Doğu Avrupa, Kafkasya ve Kara Deniz, Ortadoğu ve Orta Asya hatta Afrika alanlarında lokomotifi olmaya aday.