TEZCAN KARAKUŞ CANDAN
Ormanın efsanesi ve laneti
Efsaneler yaşanmışlıkların abartılarak kuşaktan kuşağa aktarıldığı, geleceğimize dair mesajlar veren öykülerdir. Efsaneler içerisinde gizemi de barındırır, inanılmaz bir ilgi ve heyecan yaratır. Anadolu’nun her bir parçasında birçok efsane vardır. Çocukluğumda bana anlatılan, biraz korku biraz gizem ile bugün yaşam varlıklarını korumanın bir parçası olarak kulağıma küpe olan Çamkoyak’ın dilden dile anlatılan hikayesini paylaşmanın zamanı geldi.
Göçle kente gelenler köyle bağlarını hiç kesmediler. 1970li yıllarda Başkente göçen bir ailenin çocuğu olarak her yaz okul tatilinde kuzenlerle birlikte anneannemizin yanına gönderilirdik. Alabildiğine özgür olduğumuz günlerdi. Bir çocuk için doğada dağ bayır, dere tepe dolaşmak, derelerde yüzmek, dağlarda kenger sakızı kanatmak, dut toplayıp kurutmak, pekmez yapmak, odun toplamak, çimenlerde yuvarlanma yarışı yapmak, ata, eşeğe binmek, sabah folluklardan yumurtaları toplamak, inekleri sağmak, yoğurt yapmak, yayıkla tereyağı elde etmek bulunmaz bir fırsatmış.
Bir doğa öğretmeni Şirinanne
Anneannemiz nam-ı diğer Şirinannemiz -ki köylüler ona Şirin Hatun derlerdi- bize her yaz doğayla yaşamayı öğretir, ağaçları bitkileri tanıtır, zararlı ve faydaları olanlarını seçmemizi sağlar, doğada nasıl hayatta kalınır, nasıl ev yapılır, kerpiç dökülür, doğayla canlı bir insanmış gibi nasıl iletişim kurulur onu anlatırdı. “Dallara asılmayın yavrularım, onlar canlı, incitirsiniz” derdi. Bugünden bakınca ilk doğa öğretmenimiz olan Şirinannemizin doğayla ve toprakla hemhal olmuş bedeniyle mutlu bir hayat sürdüğüne olan inancım giderek daha da güçleniyor. Bize aşıladığı doğa ile yaşam sevgisi ise bugün dahi bedel ödemek pahasına direnişe dönüşüyor.
Her yaz köyden bir hikaye, bir öğreti ile dönerdik. İlkokul üçüncü sınıftan dördüncü sınıfa geçtiğimiz yaz yine o çok sevdiğimiz doğayla buluşmak üzere Doğu Ekspresi ile saatlerce süren keyifli tren yolculuğunun ardından Ulukışla İstasyonu’nda trenden indik. Sabah güneş doğmaya hazırlanıyordu. Bizi götürmek için gelen katırlara binerek köyün yolunu tuttuk. Artık kent kargaşasından uzak, doğanın kucağındaydık. Özgürdük. O yaz Şirinannem hepimizin kulağına küpe gibi bir hikaye anlattı: O hikaye kutsal ormanın kendisini nasıl koruduğunun efsanesiydi.
“Çamkoyak”
Köyümüzde meşe ağaçları ile çevrelenmiş koyak bir alanda çam ağaçları vardı. Çam ağaçları öylesine sık dikilmişti ki gökyüzü görünmüyordu. Ormanın gölgesi, gizemli ve çocuklar için de ürkütücü bir ortam yaratsa da ihtişamının karşısında eğilmemek mümkün değildi. Orada orman perileri ve cinlerinin yaşadığı, çocuklar arasında hep konuşulurdu. Kimse ormana yaklaşamazdı. Şirinannem odun toplamaya gittiğimiz bir gün sakın Çamkoyak’dan odun getirmeyin dedi. Ormanda ağaçların kuru dalları hep yere düşer ve hiç toplanmazdı. ‘Neden Şirinanne?’ dedik hep bir ağızdan. O orman kutsal dedi. “Ağaçlarını keserseniz ömrünüz kısalır, lanetlenirsiniz, ağaçlarını dallarını getirip yakarsanız eve kocaman bir yılan gelir” dedi. Hepimiz korkmuştuk. Şirinannem böyle bir olayın yaşandığını, odunları getirip yakınca tavanda kocaman bir yılan belirdiğini ve odunları söndürüp geri götürüp ormana atana kadar yılanın gitmediğini bize uzun uzun anlattı. Hepimizin gözleri büyüdü, kalp atışları hızlandı, nefesimizi tutar hale geldik. Biraz korkmuştuk ama ormanı görme, efsanenin bir parçası olma heyecanımız da giderek artmıştı. Çocukken köye her gidişimizde pek çok kez o gizemin bir parçası olmak için, ormanı tepeden gören yerde bulunan kayanın arkasına saklanarak hep bir ağızdan “orman perileri, cinleri biz geldik, neredesiniz?” diye haykırdığımız, haykırırken de korktuğumuz ama ormanı koruyan perileri görmekten hiç vazgeçmediğimiz günlerdi. Bütün köy hikayeyi biliyor ve çocuklarına, gelecek kuşaklara dilden dile anlatarak efsanenin sürekliliğini sağlıyor, orman korunuyordu.
Şimdi bile kimse Çamkoyak’tan ne ağaç keser ne dibine düşen kuru ağaç dallarını toplar, yakar. Ormanın kutsallığı ve ona dokunanı yakan ve lanetleyen efsanesi ile Çamkoyak safları sıklaştırmış ve içerisine güneşi bile almayan gizemi ile köyümüze müthiş bir nefes vermeye devam ediyor. Bembeyaz toprağı, etrafını çevrelemiş asırlık meşe palamutları ile ne düşen dallarına dokunuluyor ne de kimse oradan bir dal parçası alıyor, böylece orman giderek yayılıyor.
Tarifsiz acılar, içerisindeyiz
Hafta sonu Mimarlar Odası örgütleri olarak dayanışma için gittiğimiz Muğla Akbelen’de gözleri, kesilen ağaçların olduğu tepeye dikilen köylülerin, çevrecilerin hüznü ve direnci ile onların etrafını çevrelemiş, kalkanları ile jandarma ve polisleri görünce aklıma çocukluğumda kulağıma küpe olan Çamkoyak’ın efsanesi geldi. Her ormanın koruyucu perileri vardır. Akbelen’de Necla ve Esra Işık, anne-kız Akbelen ormanının perileri haline gelmiş yüreği güzel iki kadın. “Ormanımızı maden çukuruna dönüştürmeyeceğiz. Topraklarımıza gönül verdik, biz buralara aşığız, şehirde yaşamak istemiyoruz, ormanlarımızı derelerimizi sonuna kadar koruyacağız” derken, gözlerindeki kararlılık ile hüzün birbirine karışıyordu. Köylülerin çoğu kesilen ağaçları için yas tutuyorlar evlerinden çıkmıyorlarmış. Binlerce canını kaybetmek ne büyük acı. Akbelen’de tarifsiz acılar içerisindeyiz. Askerler, hukuksuz bir kesim ve bir şirketin ağaç kesimine karşı direnenlerle orman perilerine karşı kalkan oluşturmuşlardı.
Ama Anadolu toprakları ormanların efsaneleri ile dolu. Yaşanmışlıklar ve efsaneler bize bir kez daha gösteriyor ki orman kesen lanetleniyor, ömrü kısalıyor. Şimdi insanlık bu büyük katliam karşısında nerede ve hangi safta olacaklarına karar verecek: Ya yaşanmış ve dilden dile anlatılan bir hikayede perilerden yana olacaklar ya da efsanenin laneti ile yüz yüze kalacaklar. Kulağımızda Şirinannemizin orman efsanesi ile bizim tercihimiz Akbelen’de direnen orman perilerinin yanı. Ya sizin?