TEZCAN KARAKUŞ CANDAN

TEZCAN KARAKUŞ CANDAN

Kaybolan bellek: Geçmişin dokusu pazarın kokusu

Bir kentin geçmişini bugüne taşıyan en önemli mekânlardandır eski pazarlar, yani bit pazarları. Avrupa’nın fleamarketleri.

Avrupa ülkelerinin birçoğunda hafta sonları açılan bit pazarları halen etkili bir kültürel ritüel olarak devam ediyor.

Zamanın el değiştirdiği yerler

Berlin’in Mauerpark’ında, iki ayda bir açılan Berlin Duvarı kalıntılarının gölgesinde insanlar geçmişin içinden yürür. Eski Leica kameralar, Doğu Almanya madalyaları, 45’lik plaklar… Her biri bir dönemin suskun tanığı olarak el değiştirir.

Orada her şeyin bir hikâyesi, her eşyanın bir ikinci hayatı vardır.

Lizbon’un Feira da Ladra’sı yani “Hırsızlar Pazarı” yüzyıllardır aynı tepede kurulan bir bellek mekandır. Bir yanda azulejo seramikler, diğer yanda korsan baskı kitaplar, madalyonlar, eski haritalar, el yapımı marangoz aletleri… Hepsinde yaşanmışlık kokusu.



Bir sinema sahnesini andıran Roma’nın Porta Portese’sinde Fellini afişleri, Vespa parçaları, güneşte solmuş giysilerle karşılanırsınız. Roma Porta Portese ‘de adımlarınız tarihin izlerine karışır. Catherine Deneuve, Woody Allen, Jude Law'ın sık sık uğradığı bu mekan salt bir alışveriş değil bir ilham yeridir.

Viyana’nın Naschmarkt’ı ve Brunnenmarkt’ı, düzenin ve dağınıklığın zarif bir karışımıdır.
Kahve kokusuna karışan diller, el yapımı porselenler, ikinci el kitaplar, heykeller, resimler, haritalar, fotoğraflar … Bir eşyayı elinize aldığınızda, kentin belleğine dokunmuş olursunuz.

Ve Paris’in efsanesi: Saint-Ouen Marche aux Puces: Orada yürüdüğünüzde Picasso, Hemingway, Colette, Johny Deep, Karl Lagerfeld ile zaman farkıyla dokunursunuz yaşama. Yaşayan bir müzede sizinde iziniz kalır. Her köşesinde bir dönemin nefesi vardır. Duvara yaslanmış yıllanmış bir aynaya değil, bir zamana bakarsınız.

Geçmişle bağlanılan izler

Bir kentin yaşanmışlık hafızası olan bit pazarları yada Avrupa’nın fleamarketleri beni hep cezbetmiştir. O yüzden bir kenti keşfetmek ve tarihe yolculuğa çıkmak ve yaşanmış hikayelere dokunmak için flea marketlere uğramadan o kentten dönmem. Her açılan sergi her satılan malzemedeki o geçmiş kokusu ve hikayelerin bir kısmını taşırım evime. Evimin başköşesinde izler ile dünya bağlanır.

İsveç pazarından aldığım Karl Marx heykeli, Mauerpark’tan aldığım bir ressamın fırçaları, boyaları, paleti, şövaleye dönüşen aparatı ile ahşap resim çantası, bir mimarın eskiz kalemi, bir sarayın fincanı, Kopenhag’dan aldığım kalemler, İsviçre’den aldığım objeler, Roma’dan aldığım bardak altlıkları ve daha nicelerinde ne hikayeler yaşanmıştı bir bilseniz.

Kaybolan pazarlar

Avrupa kentlerinde geçmişin kokusu sokaklara sinmiştir; Berlin’de bir fotoğraf makinesine, Lizbon’da bir seramiğe, Roma’da solmuş bir afişe dokunursunuz. Hepsinin ortak bir dili vardır: yaşanmışlık. Ve her biri, geçmişle bugünün birbirine karıştığı bir zamansızlığa davet eder.

Peki ya Ankara? Bizim kentimizin belleğini taşıyan eşyalar, anılar, hikâyeler nereye gitti? Bir zamanlar Ankara Kalesi’nin eteklerinde kurulan At Pazarı, sadece eski eşyaların satıldığı bir yer değil, aynı zamanda kentin toplumsal hafızasının kurulduğu bir mekândı. O zamanlarda pazar günü için en önemli buluşma ve keşfetme alanımızdı. Ankara’nın tarihçilerini sanatçılarını arşivcileri ile orada karşılaşırdık.

Eski radyolar, bakır ibrikler, porselen tabaklar, kitaplar, taş plaklar… Hepsi, Cumhuriyet’in ilk yıllarından bugüne uzanan bir hayatın tanıklarıydı. Pazarda bir satıcının tezgâhındaki fincan, belki bir zamanlar Cebeci’deki bir öğretmenin masasındaydı; bir başka köşedeki daktilo, belki bir gazete bürosunun sessiz tanığıydı.

At Pazarı, sadece nesnelerin değil, hikâyelerin de dolaşıma girdiği bir yerdi.
Sabah erken saatlerde demlenen çayların buharına karışan naftalin kokusu, taş sokaklarda yankılanan ayak sesleriyle birleşirdi. Bugün aynı sokaklardan geçerken, birkaç antikacı vitrini dışında o kokudan eser kalmadı. Naftalin, çay, demir, zaman, hepsi sessizce silindi kentin hafızasından.

İtfaiye Meydanı’nın köhne pazarları, Saman Pazarı’nın küçük dükkânları, bir dönem Ankara’nın hafızasıydı. Ama her biri birer birer ticarileşti, kapandı. Kentin belleği, hız ve “yeni” takıntısı arasında unutuldu. Oysa hatırlamak bir direniştir. Bir eski daktilonun tuşuna dokunmak, bir zamanlar yazılmış bir hikâyeye yeniden nefes vermektir. Bir fincanı eline almak, geçmişle sessiz bir sohbet başlatmaktır.

Nesnelerin devam eden yaşamı

Türkiye’de ikinci el kültürü uzun süre “mecburiyet” sayıldı, bir yoksulluk statüsü olarak ifadelendirildi. “Eskiye rağbet olsa bit pazarına nur yağardı” ile eski ötelendi.

Yeni pohpohlandı. Geçmişin hikayeleri görünür olmaktan uzaklaştı. Oysa bir lokantada binlerce insanın kullandığı tabak çanak ve bardakları kullanıyoruz. İkinci el otomobil ve ev alıyoruz.

Bugün hâlâ, Ayrancı Antika Pazarı bu belleğin son halkalarından biridir. Her ayın ilk pazar günü, eski fotoğraflar, madalyalar, ansiklopediler, plaklar ve lambalar arasında dolaşırken geçmiş, yeniden konuşmaya başlar. Orada yapılan şey alışveriş değil, hatırlamadır. Bir köşede 60’ların ansiklopedileri, diğerinde siyah-beyaz fotoğraflar, plaklar, film makineleri…

Avrupa’da ikinci el kültürü bir yaşam felsefesi :Yeni yerine yaşanmışı, hız yerine devamlılığı seçmek, hafıza ve çevre bilinci ile hareket etmek…

Bizde ise kaybolan bu farkındalık yavaş yavaş yeniden hareketleniyor. İnternet ve whatsapp satışları, genç kuşakların, vintage dükkânlara, sahaflara, antika pazarlarına artan yeniden ilgisi bunun göstergesi.

Kimi için ekonomik bir tercih, kimi için nostalji, kimi için bir kimlik arayışı. Ama her halükârda unuttuğumuz bir değerin geri dönüşü bu.

Bir başkentin hatırlama hakkı

Bir gün yeniden Ankara Kalesi’nin eteklerinde bir eski daktilonun tuşuna dokunduğumuzda, bilin ki geçmiş hâlâ oradadır sadece biraz sessizdir. Hatırlarsak, yeniden kurarız.

13 Ekim’de Ankara’nın Başkent oluşunun 102. yılında, bir kez daha hatırlamamız gereken şey, sadece siyasi bir unvan değil, bir yaşam biçimidir. Cumhuriyet’in başkenti, aynı zamanda belleğin ve kamusal hafızanın da başkenti
Berlin’den Roma’ya, Lizbon’dan Paris’e, Viyana’dan İsviçre’ye, İsveç’den Danimarka’ya Ankara’ya uzanan o pazar zincirinin bir halkası eksik kalmıştı: Bizim kaybolan pazarlarımız…

Bir kentin geçmişini yaşatmak, belediyelerin bir tercihi değil, kültürel bir sorumluluğudur. At Pazarı yeniden canlandırılabilir; eski pazarlar tematik haftalarla, sanatçılarla, koleksiyonerlerle buluşturulabilir. Her tezgâh, bir dönemin hikâyesini anlatır; her eşya, kentin bir zamanlar kim olduğunu fısıldar.

Çünkü bazı şeyler yenilenmez, yaşatılır.

Ve bazı kokular bir kez duyuldu mu bir daha unutulmaz:

Bitpazarı kokusu gibi… Zamanın kokusu gibi…

Başkentte, o kokuyu yeniden duymak; geçmişe değil, geleceğe sahip çıkmaktır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
TEZCAN KARAKUŞ CANDAN Arşivi