SERHAT TUTKAL
Wall Street’te korku ve nefret: Latin Amerika’da yükselen sola dair yorumlar
Geçen hafta Panama’daki eylemlere değinen bir yazı yazmıştım. Eylemlerin sonucu olarak hükümet üst üste geri adım atmakta. Hükümet, son olarak 72 temel gıda ürününün fiyatında düzenleme yapmayı kabul etti. Bu düzenleme ürünlerde ortalama yüzde 30 civarında indirim yapılması anlamına geliyor.
Panama’da eylemciler ve hükümet arasındaki görüşmeler devam ediyor fakat eylemcilerin kapattıkları yolların çoğunu trafiğe açtıkları yönünde haberler geliyor. Eylemciler benzin fiyatlarının daha da düşürülmesi, ilaç ve elektrik fiyatlarında indirime gidilmesi ve eğitim bütçesinin artırılması taleplerinde bulunuyor. Bu taleplerin bir kısmının da hükümet tarafından kabul edileceğini öngörebiliriz.
Bunlar ekonomik kriz ortamındaki Panamalılar’ın büyük çoğunluğu için olumlu haberler. Fakat bu gelişmeler herkesi Panamalı eylemciler kadar memnun etmiyor. Bu yazının konusuna 24 Temmuz’da Wall Street Journal’da okuduğum bir köşe yazısının ardından karar verdim. Mary Anastasia O’Grady tarafından İngilizce yazılan bu yazı Panama’daki eylemlere dair bazı değerlendirmeler içeriyor.
LATİN AMERİKA’DA SOLUN YÜKSELİŞİNE YÖNELİK TEPKİLER
Yazar, Latin Amerika’nın dokuz ülkesinde kendi deyimiyle “anti-Amerikan, sosyalist demagogların” yönetime geldiğini belirtmiş. ABD müttefiki Panama’nın sırada olabileceğini belirten yazar, yazının bu noktasında Panama Kanalı’nın ticari öneminin altını çizmeyi ihmal etmiyor. Eylemcileri provokasyonla, ülkeyi felç etmekle, kaos kışkırtıcılığıyla suçlayan yazar Panama’nın kahraman güvenlik güçlerini de tebrik etmekte. Panama üzerinde oynanan oyunlara, Venezuela gibi dış mihraklara dikkat çekmeyi ihmal etmeyen yazarımız, Panama demokrasisinin tehlikede olduğunu vurgulayarak yazıyı sonlandırmış. Yeni Şafak köşe yazısından hallice bu WSJ yazısı Latin Amerika’da yükselen solu demokrasiye yönelik bir tehdit olarak gören tek yazı değil. Son dönemde buna benzer çok sayıda yazı yayımlandı. Bunların birkaçına kısaca değindikten sonra yazarların argümanlarına dair bazı değerlendirmeler yapacağım.
İlk olarak Moisés Naím’in yazısına değineceğim. Naím 14 yıl boyunca ABD’nin meşhur Foreign Policy dergisinin baş editörlüğünü yapmış bir düşünür. Yaklaşık 30 yıl önce Venezuela’da bakanlık yapmışlığı var, eski Venezuela Merkez Bankası başkanı. Dünya Bankası’nda uzun süre üst düzey görevlerde bulundu. Naím, yazısında Kolombiya’nın bölgede norm haline gelen “toksik” ortam doğrultusunda ilerlediğini öne sürüyor. Kolombiya’nın yeni başkanı Petro’yu Meksika başkanı López Obrador’a, Şili Başkanı Boric’e, Peru başkanı Castillo’ya, Arjantin başkanı Fernández’e ve Brezilya’da başkanlık seçimlerinin favori adayı Lula’ya benzeten yazar, bu siyasetçilerin hepsinin yoksulluğu ve eşitsizliği bitirmeyi vaat ettiklerini ama başarısız olacaklarını belirtmiş. Yazara göre bu siyasetçiler aşırı seviyede siyasal ve toplumsal kutuplaşmaya yol açıyor. Dikkat çekilen tehlikeler bir önceki yazıdakilere benzer: ekonominin yanlış yönetimi, demokratik kurumların zayıflaması, siyasal rakiplerin şeytanlaştırılması. Naím, Kolombiya demokrasisinin bu süreçten sağ çıkabilmesi umutlarını ileterek yazıyı bitirmiş. Seçim sürecinde üç başkan adayının öldürüldüğü 1990 başkanlık seçimlerinden sağ çıktıysa buradan da çıkar herhalde, merak etmesin.
Daha da muhafazakâr bir yazı örneği olarak Phillip Linderman’ın 27 Haziran tarihli yazısındaki bir vurgu önemli. Linderman Latin Amerika’da önemli görevler üstlenmiş bir ABD’li diplomat. Sandık yoluyla “düşmanlarının” iktidara gelmesinden rahatsız. ABD’nin güvenlik politikalarında artık Kolombiya’yla “işbirliği” yapamayacak olmasından dolayı da dertli. Bugüne dek Kolombiya’ya verilen mali desteğin boşa gittiğini düşünüyor.
Tim Doescher büyük resmi görme konusunda daha da ileri gitmiş. Petro’nun seçimi kazanmasıyla asıl zafer kazananın Çin Komünist Partisi olduğunu iddia ediyor. Venezuela ve Küba gibi “dış mihraklar”ın “oyunları”na değinmeyi de ihmal etmemiş yazar.
Eduardo Porter da Meksika özelinde benzer kaygıları dile getirmiş. López Obrador yönetiminin yabancı şirketler için olumsuz etkiler yarattığını belirten yazarın Meksika’nın enerji konusunda kendi kamu şirketine öncelik veren politikalarından rahatsızlık duyduğu anlaşılıyor. ABD’li özel şirketler daha ucuza daha “temiz” enerji sunarken neden Meksika’nın kamu şirketine öncelik verildiğini anlamakta güçlük çeken yazar en son bu durumun López Obrador’un “muhafazakârlığından” kaynaklandığına kanaat getirmiş.
Peru’nun Nobel ödüllü yazarı Mario Vargas Llosa’yla yapılan bir söyleşiye bakarak kaygıları daha net anlayabiliriz. Vargas Llosa’ya göre oy verme özgürlüğünden önemli olan doğru oy kullanmaktır. Yazara göre Peru vatandaşları, Castillo’yu seçerek yanlış oy kullanmış. Ülkenin felç olduğunu, yatırımların mahvolduğunu belirten yazar doğru yönde oy kullanılsaydı böyle olmayacağını vurgulamış. Konu Kolombiya’ya geldiğinde Petro’ya oy vermenin Maduro’ya oy vermek olacağını da belirtiyor Vargas Llosa. Seçimden kısa süre önce yapılan söyleşiden anlaşıldığı kadarıyla Petro’nun seçimi kazanması demek Kolombiya’nın Venezuela’ya dönmesi demekmiş.
Söyleşide Petro ve Lula gibi sol adaylar demokrasi karşıtı olarak niteleniyor. Vargas Llosa üst üste demokrasi vurgusu yapınca kendisine “Demokrasi nedir?” sorusu da soruluyor. Cevap tam olarak şöyle: “Gerçek demokrasi, her seçim döneminde vatandaşların kendilerini özgürce ifade etmelerine izin vermek olmalıdır.”
Söyleşi buradan sonra Vargas Llosa’nın solcu gençlik günlerine dair günah çıkarması faslına geçtiği için “madem demokrasi sandıktan ibaret, o zaman seçim kazanıp gelen bu hükümetlerin neresi anti-demokratik?” diye sorma fırsatı bulamamışlar kendisine. Neyse ki Vargas Llosa söyleşinin ilerleyen kısmında Kolombiya bahsine dönme imkanı bulup Kolombiya’nın Latin Amerika’yı Venezuela ve Küba’ya karşı savunduğunu, Petro seçilirse Latin Amerika’nın savunmasız kalacağını belirtiyor. Arada López Obrador’un Meksika’nın modernliğe ve özgürlüğe giden sürecini kesintiye uğrattığını belirtmeyi de ihmal etmiyor. Bu yazıların örneği çok, ana argümanlara ve çelişkilere kısaca dikkat çekmek için şimdiye dek verdiğim örnekler sanıyorum yeterli olacaktır.
LATİN AMERİKA KÖTÜYE Mİ GİDİYOR?
Bu yazılarda temel vurgular aslında sabit. Sol hükümetlerin göreve gelmesi olumsuz görülüyor çünkü a) Anti-demokratik oldukları ve yönetime geldikleri ülkede demokrasiyi bitirecekleri ileri sürülüyor; b) Yönetime geldikleri ülkenin ekonomisini batıracakları savlanıyor; c) Kutuplaşmaya yol açacakları ileri sürülüyor; d) ABD karşıtı politikalar izleyecekleri (en azından ABD’yle işbirliği içinde hareket etmeyecekleri) öngörülüyor.
Bunların ilk üçü ilginç argümanlar çünkü Kolombiya, Peru, Meksika, Honduras, Brezilya gibi ülkelerde güçlü demokratik kurumların ve demokrasi kültürünün varolduğunu varsayıyor. Yani, Kolombiya gibi her yıl 1000’in üzerinde insanın siyasal gerekçelerle öldürüldüğü, ülkenin belirli kısımlarının paramiliter örgütler tarafından desteklenen uyuşturucu tüccarlarının kontrolünde olduğu bir ülkeyi Venezuela’ya dönüşmekle korkutmanın ülkenin sınırlı sayıdaki siyasal ve ekonomik eliti ve şehirli orta-üst sınıf nüfusun küçük bir kısmı dışında pek etki yaratmayacağı ortada.
Kolombiya’nın 19. yüzyılın başlarından bu yana son derece kutuplaşmış bir ülke olduğu, bu kutuplaşmanın aşırı sağcı eski başkan Uribe döneminde (2002-2010) daha da şiddetlendiği yine pek iyi biliniyor. Kolombiya’daki ekonomik koşulların da hiç olumlu olmadığı, ülkede on binlerce insanın sokakta yaşadığı, aşırı yoksulluk yüzünden vatandaşların önemli bir kısmının en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamadığı da Kolombiya’ya dair çeşitli çalışmalarda belirtiliyor. Irkçılık, emek sömürüsü, cinsiyetçilik gibi yapısal sorunlar bugüne dek Kolombiya’yı yöneten sağcı hükümetlerin mirasıyken anti-demokratik olanın henüz göreve dahi başlamamış Petro olması pek anlaşılır değil.
Meksika örneğinde de Vargas Llosa’nın iddia ettiği ve sol hükümetle kesintiye uğrayan muhteşem modernleşme sürecinin izlerine rastlamak açıkçası çok da kolay değil. Bir yandan demokrasi övgüsü yaparken bir yandan da Şili’nin eski diktatörü Pinochet ile çok yakın çalışan neoliberal düşünür Hayek’ten üst üste alıntılar yapmakta bir çelişkili olduğu da aşikâr. Bu çelişkinin sebebinin tüm bu yazarların asıl dertlerinin demokratik kurumlar, kutuplaşma veya yoksulluk olmayışından kaynaklandığını düşünüyorum. Bugüne dek sağ hükümetlerin yolsuzluğu karşısında pek sesi çıkmamış, yolsuzluktan hapis yatmış Keiko Fujimori ve aleyhinde yolsuzluk suçlamaları olan Rodolfo Hernández gibi başkan adaylarını desteklemekten çekinmemiş, Bolivya ve Honduras’taki darbelere dair doğru düzgün bir eleştiri getirmemiş olan ABD merkezli bazı liberal düşünürlerin Latin Amerika yoksullarının derdiyle dertlendiklerine inanacak halimiz yok.
Asıl mesele dönüp dolaşıp yukarıda belirttiğim “d” maddesine dayanıyor. Latin Amerika’da göreve gelen sol hükümetlerin ABD’yle kuracakları ilişkinin farklı olacağından duyulan korku. 19. yüzyıldan bu yana ABD’nin arka bahçesi olarak görülen bu coğrafyada ABD ile bölge hükümetleri arasında eşitlikçi olmayan bir ilişki kuruldu. ABD yeri geldiğinde Şili’de darbe yaptırarak, yeri geldiğinde Honduras’ı paramiliterlerle doldurarak, yeri geldiğinde Panama’yı doğrudan işgal ederek bu eşitliksizci ilişkiyi sürdürdü.
Soğuk Savaş sonrasında siyasal öncelikler kademeli olarak değişti. Latin Amerika’daki askeri üsler ve paramiliter örgütler önemini bir ölçüde kaybetti. Yine de bu eski ilişkiler ABD ve Kanada merkezli bazı şirketlerin özel çıkarlarını korumak için kullanılmaya devam etti. Bu politikalar çerçevesinde Latin Amerika’da küçük bir elit iş insanı grubu ciddi ekonomik kazanımlar elde etti. Forbes’un “dünyanın en zengin insanları” listesinde 13. sırada bulunan Meksikalı Carlos Slim bu iş insanlarının örneklerindendir.
Latin Amerika’daki yandaşlarına büyük imkânlar sunan “gelişmiş dünya” elitlerinin arzuladığı politikalar halklar için genel olarak pek olumlu etkiler yaratmadı. Kuruluşundan bu yana sağcı hükümetler tarafından yönetilen Kolombiya’nın içinde bulunduğu durum bunun örneklerindendir. ABD’nin bölgedeki en güvenilir müttefiki olmanın ödülü olarak Kolombiya dünyanın en tehlikeli ve eşitliksizci ülkelerinden biri oldu. Çokuluslu şirketlerin faaliyetlerine her türlü kolaylığı sağlayan Kolombiya bunun sonucunda bir refah ülkesi olmak yerine Suriye’den sonra dünyada en çok zorunlu iç göç vakası yaşanan ülke oldu. ABD’nin Venezuela politikalarını tereddütsüz desteklemenin ödülü olarak Türkiye’den sonra dünyada en fazla sığınmacının yaşadığı ülke Kolombiya oldu.
Kolombiya ve Meksika gibi Latin Amerika ülkeleri başta ABD olmak üzere “merkez” ülke elitlerinin ekstraktivist politikalar çerçevesinde doğal kaynaklarını sömürdükleri, birbirini öldüren yoksul mahalle gençlerinin kanı pahasına çocuklarının kokainini temin ettikleri, yer yer bol fuhuşlu tatil ihtiyaçlarını gidermeye geldikleri birer “arka bahçe”ye dönüştü. Bu durumun sonlanması ihtimalinin bölgedeki elitleri tedirgin etmesi de gayet anlaşılır.
BİTİRİRKEN
Venezuela’daki siyasal yönetimin övülecek tarafını bulmanın çok güç olduğu ortada. Bununla beraber, Kolombiya’nın veya Meksika’nın Venezuela olmasından korkanlara bu ülkelerin de dünyanın büyük kısmında pek olumlu biçimde anılmadıklarını hatırlatmak gerekiyor. Latin Amerika’da yönetime gelen sol hükümetler büyük ihtimalle çoğu vaatlerini yerine getiremeyecekler. Bunu yapacak ekonomik ve siyasal kapasiteleri, yetişmiş kadroları yok. Maddi koşullar bu vaatlerin yerine getirilmesine uygun değil. Peru’da Castillo’nun bir yılda atadığı bakanların sayısı 50’ye ulaştı, Şili’de de durum bu kadar kötü olmasa da beklendiği gibi gitmiyor. Bunlar hiç kuşkusuz doğru. Dünyanın en sorunlu coğrafyalarından birini birkaç yıl içerisinde dönüştürmenin mümkün olmadığı açık. Fakat bunun alternatifi çokuluslu şirketlerin desteklediği sağcı hükümetlerle yönetilmek değil.
Latin Amerika’da demokratik bir kültürün inşa edilmesi gerekiyor. Bu inşa sürecini yürütenler hükümetler değil toplumsal hareketler. Seçilen hükümetler bu hareketlerin işini ne kadar kolaylaştırırsa o kadar iyi olur. Şili ve Peru örneklerinde şimdiye dek izlenen politikalar toplumsal hareketlerin beklediği yönde olmadı. Vargas Llosa’nın içi biraz olsun rahatlamıştır sanıyorum. Yine de umutlu olmakta fayda var. Latin Amerika’da bugüne dek benzeri görülmemiş bir siyasal dönüşüm gerçekleşiyor. Dünyanın içinde bulunduğu çok katmanlı kriz ortamında bu dönüşümün olumlu etkilerinin olumsuz etkilerinden çok daha fazla olacağını düşünmek bana uygun geliyor.
Bir film önerisi: Sömürge döneminde Latin Amerika yerlilerinin uğradığı zulümden 20. yüzyılın diktatörlüklerine bölge halklarının yaşadıklarını okyanus üzerinden anlatan 2015 tarihli Şili yapımı belgesel İnci Düğme’nin (El botón de nácar) izlenmesini tavsiye ediyorum.