SAMİM AKGÖNÜL
Yeni yeni Türkiye 3 ve son
Yavaş yavaş sonuca yaklaşıyoruz. Üçüncü ve son esin kaynağına da bakıp Türkiye için nasıl bir çerçeve oluşturabileceğimize bakabiliriz. Tekrar ediyorum, üç yazıyı beraber değerlendirin.
3. FEDERATİF, KONFEDERATİF VE OTONOMİST DEVLETLER
Homojen ulus-devlet hülyasından er ya da geç uyanmış olan devletlerin bazıları ya da bu hülyaya somut gerçekler yüzünden hiç kapılmamış devletler, bölgesel farklılıkları baz alarak, ülkenin topraklarını politik birimlere bölerek bütünlüğü sağlamaya çalışan ülkelerdir. Bunlara örnek olarak konfedere bir sistemle, son derece zor bir coğrafyada var olmayı sürdürebilmiş İsviçre, tarihî sebeplerden kimlik farklılıkları fazla olmasa da federal lander sisteminde güçlü bir şekilde varlığını sürdüren Almanya, kimliksel otonomileri çokkültürcü bir yaklaşımla destekleyen Kanada ve Avustralya, dinsel farklılıkları meşru kılan Lübnan ya da Saddam sonrası üç değişik özerk bölgeye ayrılan Irak gösterilebilir. Daha doğuda Hindistan ya da Rusya Federasyonu da bu çerçeveye yerleştirilebilir. Ayrıca Belçika ve Birleşik Krallık da benzer bir sistemi benimsemiştir.
Bu sistemlerden geçmişte Tansu Çiller sayesinde/yüzünden en çok tartışılanı, federal bir sistem olmamasına rağmen bir özerk bölgeler bütünü olan İspanya örneğidir. İspanya’da kimliksel olarak ayrılmış bölgeler yerel yasama ve yerel yürütmede özerkken, (Amerikan sisteminin aksine) yargı birleşiktir. Ayrıca her bölgenin özerkliği farklı çaptadır. Özerk bölgelerin dilleri, bayrakları ve yerel vergi sistemleri olabilir. Özerk bölge hükümetlerinin başkanları yerel parlamentoların önerisi üzerine İspanya’nın bütünlüğünü temsil eden Kral tarafından atanır.
Bu tip bir sistemin Türkiye’ye esin kaynağı olup olamayacağı uzun süredir tartışılmakta. Elbette otonomist ya da federatif sistem Türkiye gerçeklerine adapte edilebilir. Ancak birkaç teknik ve sosyolojik çekincem olduğunu da belirtmeden edemeyeceğim.
Birinci çekincem bu tip sistemlerde keskin kimliksel ayrışımlar olduğu zaman er ya da geç “homojen ulus-devlet” yaklaşımının galip gelmesi, özerk ya da federe varlıklardan bir ya da birkaçının birlikten ayrılma eğilimine girmesidir. 1990’lara kadar süren Bask hareketi, 2010’larda referanduma kadar giden Katalan milliyetçi hareketi bunlara örnek olabilir. Bu ayrışma Çekoslovakya’da olduğu gibi eşit düzeyde gerçekleştirilebilir ya da İskoçya, Katalonya, Bask ülkesi, Belçika’nın Flaman bölgesi gibi örneklerde olduğu gibi sürüncemede kalıp gerginliklere yol açabilir. Özellikle Türkiye gibi Türk Kürt ayrışmasının şiddeti meşru kıldığı bir ülkede otonomist birimlerin tekrar şiddeti doğurmasından endişelenmemek mümkün değil.
İkinci çekincem herhangi bir bölgesel ayrışma sonucu bir baskıcı ulus-devletten, batıda Türkiye doğuda Kürdiye gibi iki baskıcı etno-devlet çıkmasıdır ki, bu var olan kimliksel rekabetin daha da keskinleşmesine yol açar. Bu durum, zaten kimliksel ve siyasal olgunluğuna erişememiş bir Ortadoğu’da yeni kırılma noktaları ve yeni şiddet argümanları üretebilir. Bu açıdan bakıldığında federalist ya da otonomist sisteme çekincelerimin “kutsal” addedilen “Türkiye’nin bölünmez bütünlüğü” şiarından değil, gelecekte yeni şiddet ortamları hakkındaki endişelerimden doğduğunun altını çizmek isterim.
Bununla bağlantılı olarak, herhangi bir siyasal bölge bölünmesinin doğacak olan iki (ya da daha fazla) yeni varlıkta yeni azınlıklar yaratacağına ve bu grupların eskimiş düşmanlıkların verdiği sosyo-psikolojik baskıyla ezileceklerine de hemen hemen kesin gözüyle bakıyorum. Daha açık söylemek gerekirse, doğudaki Türklerle, batıdaki Kürtlerin gene birinci sınıf vatandaş olamayacaklarından ve bölgenin gene bir şiddet ortamına sürükletilmesinden endişe duymak herhalde abartılı olmaz. Etnik homojenliği hedef alarak yapılacak bir zorunlu ya da gönüllü trampanın yani nüfus mübadelesinin ise, 1923 Mübadelesi sonrasında olduğu gibi on yıllarca silinmeyecek yeni bir Küçük Asya Felaketi’ne yol açma ihtimali de az değil.
Bütün bu ciddi çekincelerimden de anlaşılacağı gibi üçüncü modelin Türkiye’ye uygulanabilirliğini düşünmüyorum. Ancak federatif ya da otonomist bir Türkiye’yi, etnik ve sosyal şiddetin devam ettiği, her sene binlerce gencin öldüğü, sürgünlerin yaşandığı, bir etno-sınıfın ezildiği, ırkçılığın sembolik ve fiziksel şiddete yol açtığı, bir siyasal hareketin devamlı kriminalize edildiği Jakoben bir Türkiye’ye tercih ettiğimi de belirtmek isterim.
SONUÇ
Elbette gelecek yüzyılın Türkiye’si bu üç örnek arasında kendi yolunu bulacaktır. Ortaya çıkacak olan çözüm bu üç örnekten biri olacağı gibi, üçünün sentezinden de oluşabilir. Ancak açık olan nokta 21. yüzyıl Türkiye toplumsal ve siyasal yapısının 20. yüzyıl Türkiye’sinden çok farklı olacağı konusudur. Artık kimliksel ve sosyal çeşitlilik Türkiye’nin gerçekleri arasında yerini almış, meşrulaşmıştır. Bundan sonra bir eksterminasyon ya da asimilasyon politikasının başarılı olacağını düşünmek geri kalmışlıktan başka bir şey olamaz. Bu Kürtler ya da Aleviler gibi eski azınlıklar için geçerli olduğu kadar Suriyeliler gibi yeni azınlıklar için de geçerlidir.
İkinci sonuç daha da önemli. Herhangi bir sistem değişikliği eğer kimliksel farklılıklar uğruna bireysel özgürlükleri kısıtlar, bireyleri kimliklerine hapseder ve bireylerin çoğul kimliklerini dinsel ya da etnik baskılara feda ederse, ortaya gene demokratik bir toplum çıkamaz. Her toplumda olduğu gibi bireyler Türkiye’de de çoğul sosyal kimliklere sahiptir ancak ezilen kimlik diğer kimliklerin üstüne çıkar. Daha açık söylemek gerekirse Kürtler sadece Kürt değildirler. Kadın, erkek, eşcinsel, fakir, zengin, işçi, memur, işveren, tüccar, ırgat, ağa, genç, yaşlı, milliyetçi, sosyalist vs. gibi birçok kimliğe sahiptirler ve bu kimliklerin hepsine ait olma özgürlüğüne de sahip olmalıdırlar. Aynı Türkler ve diğer etnik gruplar gibi.
Ve son sonuç: Kimliksel talepler elbette meşrudur ve her kimlik talebi, dinsel talepler, dinsizlik talepleri, dilsel talepler, kültürel talepler vs. cevap bulmalıdır. Ancak, modern bir toplumda bireyin bir gruba ait olma hakkı olduğu gibi bir gruba ait olmama ve grup değiştirme hakkı da vardır. Erving Goffman’dan esinlenerek, bireylerin görünür olma hakları kadar görünmez olma hakları da olmalıdır. Kaldı ki kimliksel talepler sosyal, sınıfsal ve cinsel eşitlik ihtiyaçlarını gölgelememeli, demokratikleşme sürecinde kimliksel eşitlik kadar refahın adil paylaşımının da toplumların mutluluğunun olmazsa olmazı olduğu unutulmamalıdır.