
ÜNAL ÇEVİKÖZ
Keşke bize de sorsalar...
2025 yılı sancılı başladı. ABD'de Donald Trump'ın seçilmesi bir sürpriz olarak görülmese de Kamala Harris ile arasındaki farkın bu kadar büyük olacağı beklenmiyordu. Bu büyük farkın, zaten özgüveni yüksek olan Trump'ı daha cesur davranmaya ve "ben bilirim" yaklaşımına ittiği anlaşılıyor. Siyasette bu eğilimler tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Ancak bu şekilde davranan yöneticilerin artmasını dünyada bir dönüşümün habercisi olarak yorumlamak da artık kaçınılmaz oldu. "Yerleşik düzen karşıtlığı" bu dönüşümün en önemli özelliği olarak öne çıkıyor.
Yerleşik düzen karşıtlığı elbette laf olsun diye yönelinen bir davranış değil. Bu eğilimin sebeplerinin başında toplumların karşılaştıkları sorunlara artık yöneticilerin çözüm bulmakta zorlanmaları geliyor. Yerleşik düzen sadece hükümetlerin değil aynı zamanda uluslararası kuruluş ve örgütlerin de sürdürülmesine çabaladıkları ancak sorunlara çözüm bulamadıkları için artık onların da varlık ve işlevlerinin sorgulandığı bir duruma yol açıyor.
Peki, sorunlar ne? Birçok ülkedeki seçim sonuçları ve seçimler için siyasi parti ve siyasi liderlerin yaptıkları kampanya çalışmaları göç ve ekonomik sıkıntıların öne çıktığını gösteriyor. Bu iki sorun birbiri ile bağlantılı. Göç alan, almayı tercih eden ya da almak zorunda kalan ülkelerde refah düzeyi olumsuz etkileniyor. Eskiye oranla refah düzeyindeki gerilemeyi hisseden toplumlar, bu olumsuzluğun sebebi olarak doğal bir nüfus artış olgusunu bozan unsurların başında yabancıların göç ile ülkelerine gelmelerini görüyor, iş piyasasının, konut ve gıda fiyatlarının, gelir dağılımının bu nedenle olumsuzlaştığını düşünüyorlar. Sonuç, göç ve yabancı karşıtlığı, artan "yerli ve milli"cilik, milliyetçilik oluyor, göçü engelleyemeyen, ekonominin dengelerini koruyamayan yönetimlerin karşısında sanki bu gelişmeleri engellemeye daha muktedirmiş gibi görülen radikal ve aşırı akımlara teveccüh artıyor. Bu tür siyasi akımların demokratik ilke ve uygulamalardan uzak olmaları kitleleri çok da ilgilendirmiyor. Dolayısıyla demokratik kurumların ve yönetimlerin karşısında otoriterlik ve anti-demokratik tercihler işte bu toplumsal dönüşümün temel dürtüsü haline geliyor.
Trump, ABD Başkanlarının alışılmış uygulamalarını devre dışı bırakarak, kendi yönetim anlayışını dayatan bir yaklaşım içinde olacağını gizlememişti. Şimdi bu anlayışı uygulamasına yardımcı olan bir ekibi ve Elon Musk gibi sözde "hükümetin işlevselliğini" yönettiği ileri sürülen bir yardımcısı var. "Çalışmayan gider" uygulamasına dayanan Musk yaklaşımının yakında ters tepme ihtimali oldukça yüksek. Daha şimdiden, ABD'de dört yıllık Trump yönetiminin sonunda işsizlik oranlarının yükseleceğini tahmin etmek zor değil. Öte yandan, göçmenlerin gönderilmesi, göçün engellenmesi, ABD topraklarında doğanların ABD vatandaşlığı almalarının engellenmesine yönelik çalışmalar yapılması da yukarıda sözünü ettiğimiz dürtülere dayanıyor.
Avrupa'da aşırı sağ partilerin siyasi yelpazede giderek daha etkili bir konuma gelmeleri de farklı bir sosyal ya da sosyo-ekonomik sebepten kaynaklanmıyor. Fransa, Hollanda, İtalya, İsveç ve son olarak Almanya seçimleri bu ülkelerde aşırı sağ eğilimleri temsil eden siyasi partilerin iktidar ya da iktidar alternatifi olarak yükselmelerine yol açarken, bunların hemen hepsinin yabancı karşıtlığı, göç olgusu ve ekonomik sıkıntılar üzerinden kurgulanan siyasi söylemler ve görüşlerle etkinliklerini artırdıkları görülüyor.
Peki, çare ne? Çare zor, zira sorunların temelinde göç alan ülkelerdeki durum değil göç veren ülkelerdeki durum yatıyor. Yani, göçe tepki verdikleri için aşırı sağa, otoriterliğe meyletmek aslında kökü başka yerlerde yatan sorunların göçü alan ülkede yarattığı sonuç. O halde çözümü küresel düzeyde sorunun köküne yönelerek çözmeye çalışmak gerekiyor. İşte burada da devreye uluslararası örgütler, çok taraflı diplomasi giriyor, bu örgütlerde küresel güneyin daha adil şekilde temsiline, gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelerin sorunlarını daha fazla dikkate alan ve çözüm yollarını arayan politikalar geliştirmelerine ihtiyaç artıyor.
Bu çoğulcu yapı bir "çok-merkezli" sisteme yol açıyor
Dünya artık soğuk savaş döneminde olduğu gibi çift-kutuplu değil. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra bir süre ABD'nin kendi kendine durumdan vazife çıkardığı dönemdeki "tek-kutuplu" görüntüden de uzaklaştı. Trump ve Putin her ne kadar sistemi yeniden "büyük devletler" merkezli bir anlayışa dayandırarak çift-kutupluluğa dönüştürmek isteseler de, Çin, Hindistan, Brezilya her ne kadar "biz de varız" serzenişiyle sistemin çok-kutuplulaşmakta olduğunu ileri sürseler de, uluslararası sistem artık devlet aktörlerin yanı sıra, devlet dışı aktörlerin, bölgesel örgütlerin, ekonomik ve ticari gruplaşmaların zenginleştirdiği bir çoğulculuk özelliği ile tanımlanmakta. Bu çoğulculukta denge kurma imkanına sahip, birbiri ile denk askeri, siyasi, ekonomik ve kültürel gücü olan kutuplar yok. Aksine, farklı alanlarda birbirlerinden farklı güçleri, yetenekleri ve imkanları olan "merkezler" var ve bu çoğulcu yapı bir "çok-merkezli" sisteme yol açıyor. Böyle bir sistem kaçınılmaz olarak çok-taraflılığı, sorunların çözümüne katkı yapabilecek tüm taraf ve aktörlerin süreçlerde yer almalarını ve desteklemelerini gerektiriyor.
İsrail'in Filistin sorununu Gazze'de ABD ile çözmeye çalışması ne kadar sonuçsuz kalmaya mahkumsa, Rusya-Ukrayna savaşını Trump ile Putin'in çözmeye çalışması da aynı sonuçsuzluğa mahkum gözükmektedir. Bu suni çözümlerin bedeli ileride bir şekilde çıkacak ve dünya bu döngüden kurtulamayacaktır. Türkiye, geleneksel olarak izlediği dengeli ve özellikle Ortadoğu'da taraf tutmayan dış politikasını sürdürebilseydi, bugün tüm bu sorunların çözümünde katkı sağlamaya aday bir kolaylaştırıcı olma özelliğini de koruyabilirdi. Ne var ki, son yirmi iki yılın dış politika çizgisinde görülen ve güven veren istikrarlı çizgi yerine zig-zag çizen çelişkili uygulamalar nedeniyle yitirilen güven, bugün yeniden kazanılmaya çalışıldığında yitirildiği kadar kolay yenilenemiyor.