
ÜNAL ÇEVİKÖZ
Türkiye'nin dış politikası: Stratejik otonomi mi, zorunlu pragmatizm mi?
21. yüzyılın ilk çeyreği, uluslararası sistemde derin bir dönüşüm sürecine sahne olmakta. Soğuk savaş sonrası tek kutuplu yapının çözülmesiyle birlikte belirsizliğin arttığı, bölgesel krizlerin yayıldığı ve güç merkezlerinin çeşitlendiği bir küresel ortam mevcut. Bu ortamda devletlerin dış politikaları, yalnızca klasik ittifak ve/veya blok yapılarıyla değil, aynı zamanda esneklik, denge ve özerklik kapasitesiyle de tanımlanıyor. Türkiye, bu dönüşen ortamda hem jeopolitik konumu hem artan diplomatik aktivizmi ile dikkat çeken bir aktör haline geldi.
Son 15 yıl içinde Türk dış politikası belirgin bir çok yönlülük sergilemekte (burada 2010 yılını dönüm noktası olarak alıyorum). Batı ile olan geleneksel ilişkilerdeki gerilimler, bir yandan Türkiye'yi alternatif güç merkezleriyle daha yoğun ilişkiler kurmaya yöneltirken, bir yandan da bölgesel krizlerde daha aktif bir rol üstlenmesine neden oldu. Bu süreçte Türkiye; ABD ve Avrupa Birliği ile stratejik iş birliğini sürdürmeye çalışırken, Rusya ve Çin gibi aktörlerle ekonomik ve siyasi ilişkilerini derinleştirdi, Ortadoğu, Afrika ve Orta Asya'daki nüfuz alanlarını genişletti.
Türkiye'nin dış politikasındaki bu çok yönlü yönelimi, "stratejik otonomi" ile "zorunlu pragmatizm" kavramları ekseninde ele almak mümkün. Stratejik otonomi, bir devletin ulusal güvenlik ve dış politika kararlarını dış baskılardan bağımsız biçimde alabilme kapasitesi ve iradesini ifade eder. Bu kavram genellikle orta ölçekli güçlerin, büyük güç rekabetinin baskısı altında kendi çıkarlarını korumak amacıyla geliştirdiği bir yönelim olarak tanımlanır. Türkiye açısından stratejik otonomi, hem NATO ittifak sistemi içindeki özerk karar alma girişimleriyle hem de alternatif güvenlik ve ekonomi iş birlikleri arayışıyla somutlaşmakta.
Buna karşın denge siyaseti, tarihsel olarak Osmanlı İmparatorluğu'ndan bu yana Türk dış politikasında görülen, birbirine rakip güç merkezleri arasında manevra yaparak ulusal çıkarları maksimize etme çabasıdır. Denge siyaseti, bir stratejik vizyondan çok, değişken uluslararası koşullara verilen pragmatik tepkiler olarak da ortaya çıkabilmektedir. Stratejik otonomi ile denge siyaseti arasındaki fark, ilkesel bütünlük ve uzun vadeli yönelim bakımından önemlidir. Stratejik otonomi, bir dış politika vizyonuna dayanırken; denge siyaseti çoğu zaman krizlere verilen esnek ve geçici tepkiler şeklinde gelişmektedir. Türkiye'nin dış politikasında son yıllarda bu iki kavramın iç içe geçtiği, ancak zaman zaman birinin diğerine baskın geldiği dönemler yaşandığı olmuştur. Türkiye, çok merkezli uluslararası sistemde (ben sisteme çok-kutuplu dememeyi tercih ediyorum) daha bağımsız hareket etme arzusu taşımakta, ancak bu yönelim çoğu zaman sistem baskıları, ekonomik kırılganlıklar ve iç politika dinamikleri nedeniyle zorunlu ve reaktif bir pragmatizme evriliyor. O nedenle, stratejik otonomi yerine "zorunlu ve reaktif pragmatizm"i dış politikanın ana eğilimi olarak tanımlamaktan yanayım. Bu düşüncemi Türkiye'nin dış politikasını dört ana eksen üzerinden inceleyerek açıklamaya çalışacağım: Batı ile ilişkiler, Rusya ile iş birliği, Ortadoğu ve Körfez ülkeleriyle normalleşme süreci, Afrika ve Avrasya açılımları.
Batı ile gerilimli ama vazgeçilmez ilişkiler
Türkiye'nin Batı ile olan ilişkileri, özellikle 2010 sonrası dönemde hem yapısal gerilimlere hem konjonktürel iş birliklerine sahne oldu. NATO üyeliği, AB ile Gümrük Birliği çerçevesi ve ABD ile stratejik ortaklık zemini Türkiye'nin Batı'ya aidiyetinin kurumsal temellerini oluşturmakta. Ancak "Arap Baharı" sürecinden itibaren başlayan dış politika farklılaşmaları, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında tırmanan güven krizi ve Türkiye'nin savunma alanında alternatif arayışlara yönelmesi bu zemini ciddi şekilde zorlamıştır.
ABD ile ilişkilerde özellikle Suriye sahasındaki YPG/PYD meselesi, Fethullah Gülen'in iadesi, S-400 krizi ve F-35 programından çıkarılma gibi başlıklar öne çıktı. Türkiye'nin Rusya'dan S-400 hava savunma sistemi alması, sadece savunma alanında değil, stratejik yönelim konusunda da Washington'da soru işaretleri doğurdu. Buna karşın, Ukrayna Savaşı sürecinde Türkiye'nin hem Ukrayna'ya Bayraktar TB2 SİHA'ları sağlaması hem Karadeniz'de dengeleyici bir politika izlemesi, ABD tarafından takdir edilmiştir. Fakat bu olumlu unsurlar, yapısal sorunları henüz bertaraf edemiyor.
Avrupa Birliği ile ilişkilerde de benzer bir ikili yapı mevcut. Türkiye'nin aday ülke statüsü fiilen donmuş durumda. Gümrük Birliği'nin güncellenmesi, vize serbestisi ve üyelik müzakereleri gibi başlıklar teknik düzeyde konuşulmakta ancak siyasi irade eksikliği nedeniyle ilerleme kaydedilemiyor. Buna karşın enerji güvenliği, düzensiz göç ve terörle mücadele gibi alanlarda iş birliği devam ediyor. Türkiye'nin Doğu Akdeniz'de izlediği aktif deniz yetki alanı politikaları ise Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi üzerinden AB ile yeni gerilim alanları doğurmakta.
Sonuç olarak Türkiye, Batı ile ilişkilerini yeniden tanımlamakta ancak bu ilişkilerden tamamen kopmak gibi bir niyet taşımamaktadır. Bu durum, dış politikada bir "bağımlı özerklik" haline işaret etmektedir.
Rusya ile asimetrik işbirliği ve sınırları
Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkiler, tarihsel olarak rekabetçi bir geçmişe sahip olsa da, son yıllarda karşılıklı bağımlılığa dayalı işlevsel bir ortaklık halini almıştır. Bu ortaklık, enerji, savunma sanayi, bölgesel kriz yönetimi ve ticaret gibi alanlarda şekillenmektedir. Akkuyu Nükleer Santrali ve TürkAkım gibi projeler Türkiye'nin enerji arz güvenliğinde Rusya'ya olan bağımlılığını artırırken, turizm ve tarım ürünleri ihracatı gibi ekonomik alanlarda da Rusya kritik bir ortak konumundadır.
Bununla birlikte, iş birliğinin sınırları da giderek daha görünür hale gelmekte. Örneğin, Suriye'de, özellikle İdlib bölgesinde taraflar zaman zaman çatışmaya varabilecek kadar karşı karşıya gelmiştir. Libya'da ise Türkiye ve Rusya farklı tarafları desteklemektedir. Güney Kafkasya'daki gelişmelerde (özellikle 2020 Karabağ Savaşı ve sonrası süreçte) Türkiye'nin Azerbaycan'a açık desteği, Rusya'nın bölgesel dengelerde yeniden konum almasına neden olmuştur.
Ukrayna Savaşı sürecinde ise Türkiye, NATO içinde kalmakla birlikte, Rusya'ya karşı doğrudan yaptırımlar uygulamayan az sayıdaki aktörlerden biri olmuştur. Bu tutum, Ankara'ya Moskova nezdinde özel bir statü kazandırmış, aynı zamanda Türkiye'nin tahıl koridoru anlaşmasındaki arabulucu rolünü mümkün kılmıştır.
Ancak bu yakınlaşma, asimetrik bir ilişkiyi de beraberinde getirmiştir. Türkiye, Batı ile ilişkilerde yaşadığı sıkışmayı zaman zaman Rusya üzerinden dengelemeye çalışmakta; Rusya ise bu durumu kendi lehine kullanarak Ankara üzerindeki nüfuzunu artırmaktadır. Bu durum, uzun vadede Türkiye'nin dış politika özerkliğini sınırlayabilecek kırılganlıklar barındırmaktadır.
Ortadoğu ve körfez ülkeleriyle normalleşme diplomasisi
Türkiye'nin "Arap Baharı" sonrası benimsediği dış politika, özellikle Müslüman Kardeşler gibi aktörlere verilen destek nedeniyle bölgedeki birçok rejimle gerilim yaratmıştı. Ancak 2020'lerin başından itibaren Ankara, bölgesel dış politikasında belirgin bir yön değişikliğine gitmiş; Suudi Arabistan, BAE, Mısır ve İsrail ile ilişkilerin normalleşmesi yönünde önemli adımlar atmıştır.
Bu yeni dönem, ekonomik gerekçeler kadar stratejik bir yeniden konumlanma arayışının da ürünüdür. Körfez ülkeleriyle yapılan enerji, savunma ve finans anlaşmaları, Türkiye'nin dış finansman ihtiyacını karşılamaya yönelik pragmatik tercihlerdir. Bununla birlikte, bölgesel kutuplaşmanın törpülenmesi, Türkiye'nin yalnızlık algısını azaltmış ve diplomatik manevra alanını genişletmiştir.
Filistin meselesi, Türkiye'nin bölgede farklılaştığı en temel başlık olmaya devam etmektedir. Özellikle 2023'ten itibaren artan Gazze gerilimi ve İsrail'in askeri operasyonlarına karşı Türkiye'nin daha sert retoriği Arap kamuoyunda sempati yaratsa da İsrail ile ilişkilerde yeni bir kırılma noktasına dönüşmektedir.
Ortadoğu'da bu yeni normalleşme dalgasının, Türkiye'ye kısa vadede ekonomik ve diplomatik faydalar sağlamayı amaçladığı düşünülebilir. Ancak bu ilişkilerin derinliği ve sürdürülebilirliği, bölgedeki rejim değişiklikleri ve iç siyasetle doğrudan bağlantılıdır. Bu nedenle, bu eksendeki ilişkiler halen kırılgan ve konjonktüre duyarlıdır.
Afrika, Orta Asya ve Uzak Doğu Açılımları
Türkiye, son on yılda küresel dış politikasının bir parçası olarak Afrika, Orta Asya ve Uzak Doğu'ya yönelik aktif bir açılım politikası benimsemiştir. Bu politika, yalnızca diplomatik ilişkileri artırmakla kalmamış; savunma sanayi, kalkınma yardımları, eğitim ve kültürel diplomasi yoluyla da çok boyutlu hale gelmiştir.
Afrika Açılımı, 2005 yılında başlatılmış ancak özellikle 2010 sonrası ivme kazanmıştır. Bugün itibariyle Türkiye'nin Afrika kıtasında 40'tan fazla büyükelçiliği bulunmaktadır. TİKA, Maarif Vakfı ve THY gibi kurumlar, bu açılımın sahadaki taşıyıcıları olmuştur. Ayrıca Bayraktar ve diğer savunma sanayi ürünlerinin satışı da Türkiye'nin yumuşak gücünü sert güç unsurlarıyla tamamladığını göstermektedir.
Orta Asya'da, Türk Devletleri Teşkilatı üzerinden yürütülen kurumsal iş birliği dikkat çekmektedir. Bu yapı, yalnızca kültürel değil, aynı zamanda ekonomik ve stratejik düzeyde de entegrasyon hedefi taşımaktadır. Türkiye'nin Azerbaycan ile yakın ilişkileri ve Hazar ötesi bağlantı projelerine verdiği destek de bu bölgedeki etkinliğini artırmaktadır.
Çin ile ilişkiler ise daha temkinli yürütülmektedir. Ekonomik iş birlikleri ve Kuşak-Yol Girişimi çerçevesindeki projeler gündemde olsa da, Uygur meselesi gibi başlıklar Türk kamuoyu ve sivil toplumunun tepkisine neden olmakta ve ilişkilerde sınırlayıcı bir unsur olarak öne çıkmaktadır.
Bu üç bölgedeki açılımlar, Türkiye'nin çok yönlü dış politika stratejisinin tamamlayıcı unsurlarıdır. Ancak her biri, sürdürülebilirlik, kurumsallık ve yerel aktörlerle koordinasyon açısından dikkatle yönetilmesi gereken alanlardır.
Zorunlu pragmatizm mi, gerçek bir strateji mi?
Türkiye'nin son yıllardaki dış politika pratiği, yüzeyde bir stratejik çeşitlenme ve çok yönlülük sergiliyor. Ancak bu yönelimin ardındaki itici güçlerin dikkatle analiz edilmesi, mevcut politikaların stratejik özerklikten çok, çoğu zaman zorunlu pragmatizme dayandığını ortaya koyuyor. Bu bağlamda, Türkiye'nin dış politikası bir vizyonun sonucu mu, yoksa krizlere ve dış baskılara verilen taktiksel tepkilerin toplamı mı sorusu kritik hale gelmektedir.
Türkiye'nin Batı ile olan gerilimleri, esasen bir sistemik tercih değişiminden çok, karşılıklı güven krizlerinden kaynaklanmaktadır. Bu krizler, Türkiye'yi alternatif ilişki ağlarına yöneltmiş; ancak bu yönelimlerin büyük kısmı kurumsal değil, liderlik düzeyinde ve konjonktürel gelişmelere bağlı olarak şekillenmiştir. Rusya ile derinleşen iş birliği, enerji bağımlılığı ve Suriye'deki kırılgan dengeyle sınanıyor. Körfez ve Orta Doğu ülkeleriyle normalleşme süreci ise finansal kaynak ihtiyacına bağlı olarak gelişiyor. Bu bağlamda söz konusu yönelimler, stratejik bir yeniden konumlanmadan çok, iç ve dış baskılara karşı geliştirilen esnek uyum mekanizmaları niteliği taşımaktadır.
Dış politika karar alma sürecinde kurumsallığın zayıflaması, istişare mekanizmalarının daralması ve dış politikada kişiselleşmiş karar yapılarının öne çıkması stratejik bütünlük sorununu derinleştirmektedir. Dışişleri Bakanlığı'nın teknik kapasitesine rağmen, birçok kararın güvenlik bürokrasisi veya Cumhurbaşkanlığı çevresinde alınması, dış politikanın iç politikaya endekslenmesine ve dış dünyada öngörülebilirliğin azalmasına yol açmaktadır.
Bununla birlikte, Türkiye'nin kriz zamanlarında geliştirdiği diplomatik beceriler —örneğin tahıl koridoru, esir değişimi, Libya mutabakatları gibi örneklerde görüldüğü üzere— dış politik kapasitenin varlığına işaret ediyor. Ancak bu kapasitenin uzun vadeli ve sürdürülebilir bir dış politika vizyonuna dönüşmesi, stratejik planlama, kurumsal koordinasyon ve kamu diplomasisinde şeffaflık gibi ilkelere bağlıdır.
Sonuç olarak, Türkiye'nin dış politikasının, çok yönlü ve aktif görünümüne rağmen stratejik özerklikten çok zorunlu pragmatizmin belirlediği bir çerçeveye sahip olduğunu söylemek mümkün. Bu durum kısa vadede esneklik ve manevra kabiliyeti sağlasa da, uzun vadede yönsüzlük, tutarsızlık ve güven bunalımı üretme riski taşımaktadır. Gerçek bir stratejik özerklik ise yalnızca seçenek çeşitliliği değil, kurumsal istikrar, iç politika ile dış politika arasındaki denge ve uzun vadeli hedeflerin sürekliliği ile mümkündür.