İLHAN UZGEL
RUSYA İŞGALLE NE KAYBETTİ?
Ukrayna bulunduğu coğrafi konum itibariyle Rusya ile Batı arasında bir yandan tampon ama kendi tarafına çekenin stratejik olarak üstünlük sağlayacağı bir ülkeydi. Bu nedenle Ukrayna üzerine yapılan her hamle küresel jeopolitiği yeniden tanımlama, taşları yerine oturtma girişimiydi. Şu anda savaşın gidişatı tam olarak netleşmemiş ve Rusya, Ukrayna harekatının ilk aşamasını tamamladık diye açıklamış olsa da, sahadaki durum istediği gibi gitmiyor. Bir ayı geçtikten sonra güneydeki Herzon’un alınması ki orada da tam bir kontrol olmadı, Mariyopol’ün kuşatılması dışında herhangi bir başarıdan söz etmenin imkanı yok. Yine de geldiğimiz bu noktada, savaşın kendisinin yarattığı jeopolitik kırılmanın bazı boyutlarını ve olası senaryoları tartışabiliriz.
Bunlardan biri AB’nin yaşadığı dönüşüm. İkincisi, ABD-AB ilişkilerinin dönüşümü. Üçüncüsü de, tüm bu gelişmelerin Putin Rusyasına yansımaları ve savaşı kazansa da kalıcı olacak büyük maliyeti.
“Militarist AB”
Dünya tarihinde en çok ve en kanlı savaşlar Avrupa coğrafyasında yaşandı. 2. Dünya Savaşı sonrası bu diyalektik, dış koşulların da etkisiyle kendi karşıtını yarattı. Avrupa sermayesi de, siyasal elitleri de, halkları da savaşın, bu yeni koşullarda anlamsızlaştığını anladılar. AB projesi altyapısında ekonomilerin kritik sektörlerinin bulunduğu bir entegrasyon süreci olarak başlayıp, derin bir birlik olarak gelişti. Güvenliği ABD/NATO’nun üstlendiği bu model bir yandan kapitalizmin ulusüstü yapılanmasının bir pilot çalışması olarak önem taşırken, Soğuk Savaş koşullarında Sovyetler karşısında ve sosyalizm ile rekabette sosyal devleti de içeren bir modeldi. Gücünü ekonomik büyüme, refahın görece adil dağıldığı, sınırların anlam ve önemini yitirdiği bir barış bölgesi olmasından alıyordu. Bunun güvenlik ve askeri yükünü ABD ve NATO’ya bırakıp, güvenlikten kıstığı parayı sosyal devlet ve ar-ge’ye harcayarak halkın rızasını almaya ve küresel ekonomik rekabete harcamaya ayırabiliyordu. Bu yüzden 1980’lerden itibaren ABD’nin “burden-sharing,” askeri/savunma maliyetlerini paylaşma konusu sorun haline gelmeye başlamıştı. AB, eski düzenin devamını tercih ederken, ABD Avrupalı müttefiklerini savunma harcamalarını artırmaya zorluyor, NATO’da alınan ulusal gelirin yüzde 2’si düzeyine çıkmasını istiyordu.
Bu arada 1990’lardan beri devam eden bir Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası geliştirme, bir “Avrupa Ordusu” kurma çabası ise bir türlü gerçekleşmiyordu. Kissinger’in biraz da küçümser bir şekilde “Avrupa’da kimi arayacağım?” sorusunda olduğu gibi, Bosna krizinden Libya’ya kadar birçok krizde ortak bir politika izlenemiyordu. AB kendisini bir yumuşak güç, bir barış projesi olarak görüp, bütün “stratejik özerklik” tartışmalarına rağmen savunma harcamalarını artırmaya yanaşmadı. Ukrayna savaşıyla birlikte, üzerinden Ukrayna’ya silah taşıyan İngiliz nakliye uçaklarının geçmesine izin vermeyen Almanya’nın kendisi Ukrayna’ya silah göndermeye başladı. Sosyal Demokratlar, Yeşiller ve Liberaller’den oluşan yeni koalisyon hükümeti, savunma harcamaları için fazladan 100 milyar euro ayırdı. AB, bölgesel krizlere müdahale için kurduğu ama hiç kullanılmayan muharip grupların (battlegroups) yanında şimdi Acil Müdahale gücü oluşturma kararı aldı. AB’nin İşgal sonrası yayınladığı Stratejik Pusula ise çok ağır bir askeri/güvenlik vurgusu taşıyor, bütün dikkati güvenlik kaygılarına veriyordu.
ABD, Avrupa’ya Döndü
Trump dönemi ABD-AB ilişkilerine önemli bir darbe vurmuştu. Trump, Önce Amerika söylemiyle, hem müttefiklerini hem de uluslararası örgütleri küçümseyen bir politika izlemiş, başta Almanya, Avrupalı müttefikleriyle gerilim yaşamıştı. Hatta 2020’de Amerikan birliklerinin Almanya’dan çekilmesi kararını almış, bu birlikler parça parça çekilirken, başa geçen Biden yönetimi süreci durdurmuştu. Biden AB ile ilişkileri geliştirmek istiyordu ama AB bir yandan, ABD’yi geçerek Çin’in en büyük ticari ortağı olmuş, özellikle Almanya ve Fransa başta enerji olmak üzere, sanayi yatırımları açısından Rusya’yla ekonomik ilişkilerini derinleştirmişti. ABD’nin bütün itirazlarına rağmen Kuzey Akım 2 projesi tamamlanmış, gaz akışına hazır hale gelmişti.
Bir süredir Atlantik’in iki tarafında bir “decoupling” yani kopuştan söz ediliyordu. Yalnızca AB değil, ABD de yanına İngiltere’yi, Kanada’yı Avustralya’yı alarak çekirdek bir stratejik ortaklık kurmuş, AUKUS gibi yapılanmalar ile kıta Avrupasından kopuk bir jeopolitik arayışı girmişti.
Rusya’nın Ukrayna sınırına yığınak yaptığı bilindiği halde Almanya ve Fransa son ana kadar Rusya’ya karşı pozisyon alma konusunda ABD’ye mesafe koydular. Ama işgalin başlaması, yepyeni bir gerçeklik yarattı ve kaçınılmaz olarak ortak bir hat belirlemek zorunda kaldılar.
Rus işgaline karşı ilk hamle ABD ile AB’nin hızla aynı çizgiye gelmesi, Almanya başta AB üyelerinin doğal gaz alımı hariç, yaptırımlar konusunda ortak hareket etmesi oldu. Savaş öncesi varlık fonunun yarısı olan 300 milyar euro olarak Avrupa bankalarında tutan Putin, büyük bir olasılıkla AB’nin bu parayı donduramayacağını, AB’nin “stratejik özerkliğini” bu noktada kanıtlamaya çalışacağını, ABD’ye uymayacağını düşündü ama yanıldı. Aslında, işgal önceki hava bu yöndeydi.
İşgalle birlikte ABD’nin Avrupa’ya askeri angajmanı büyük artış gösterdi. ABD’nin buradaki askeri varlığı arttı. “Enabler” denen başta lojistik olmak üzere, silah sevkiyatını ve ihtiyaçları yönetip, Ukrayna’ya silah sağlama mekanizmalarını güçlendirdi, fazladan asker, Yunanistan’a havada yakıt ikmali yapan uçaklar gönderdi.
Avrupa’da 2020’de 64 bine inen ABD askeri sayısı önce 80, işgal sonrası 100 bine çıktı. ABD Savunma Bakanı Austin Doğu Avrupa’ya daha fazla F-35 uçakları ve Baltıklar’a Apachi helikopterleri göndereceklerini açıkladı. Eğer Putin işgal ile ABD-AB ayrımını derinleştirmeyi umduysa sonuçta tam tersi oldu. NATO’nun işgal önceki savunma yapılanmasını Rusya tehdit olarak görüyorsa, bu tehdit şimdi çok daha büyüdü.
Biden ile AB Komiyon Başkanı Ursula von der Leyen arasında imzalanan anlaşma AB’nin Rusya’ya olan enerji bağımlılığını azaltmayı ve sonlandırmayı amaçlıyor ve bunun için de özel bir görev grubu oluşturuldu. ABD yıl sonuna kadar AB’ye 15 milyar metreküp LNG sağlayacak, bu Rusya’dan gelen gazın onda biri kadar ama bunu önümüzdeki yıllarda 50 milyar metreküpe çıkarmayı planlıyor. Doğal gaz bağımlılığının bitirilmesi için uzun zamana ihtiyaç var. LNG çıkış limanındaki terminallerde soğutup özel tankerlerle taşınıp, varış limanındaki terminallerde tekrar ısıtılıyor. Bu milyarlarca dolarlık yatırımı gerektiriyor ve Rus doğal gazına göre dizayn edilmiş Avrupa enerji piyasasında, terminal eksikliği var. ABD ve Katar LNG konusunda devreye girse ve önceden bağlantı sağlamış alıcılar sorunu halledilse bile, bunun için en az birkaç yıl geçmesi gerekecek. Bu arada ABD LNG platformları tüm kapasite çalışıyorlar ve bu süreçten LNG şirketleri büyük kazanç sağlıyor. Yine de AB LNG terminali yapımına izinleri artırdı ve bu konuda hızlı hareket etme kararı aldı. ABD’nin daha fazla gaz ihracına ikna etmiş göründüğü Katar ile Norveç’in daha fazla gaz satması ve Azerbaycan gazının devreye girmesi gibi seçenekler de devrede. Her durumda, petrol ve kömürden başlayarak AB ile Rusya arasındaki enerji bağımlılığı yeniden gözden geçirilecek. Putin iktidarda kaldığı sürece AB’nin Rusya’dan aldığı doğal gazın miktarı da azalacak. Hem alternatif tedarikçilere bakılacak, hem de yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırım artacak. Rusya uzun süredir işbirliği yaptığı Çin’e ve yaptırımlara uymayan Hindistan’a enerji konusunda daha fazla ağırlık verebilir ama Avrupa pazarını kaybetmiş bir Rusya’nın bu iki güce karşı pazarlıkta eli çok daha zayıf olacaktır. Bu işgal olmasa Almanya büyük ihtimalle Kuzey Akım 2 projesinin hayata geçirecek, enerji bağımlılığının azaltılması konusu gündemde olacak ama azalmayıp artacaktı.
Biden’in Demokrasi-Otoriter Ülkeler Ayrımına Putin Desteği
Biden yönetimi Çin ile mücadeleyi yalnızca askeri ve stratejik alanda yürütmüyordu. Çin ve ona yakın duran Rusya’yı otoriter sistemler içine yerleştirerek, bir tür Soğuk Savaş mantığı içinde küresel çekişmeyi aynı zamanda bir ideolojik mücadele olarak kurgulamaya çalışıyordu. Böylece, Çin ABD hegemonyasına karşı çıktığı, ona meydan okuduğu için değil otoriter olduğu için stratejik öteki olacaktı. Rusya da içeride kurduğu otoriter sistemle Çin’in yanında konumlandırılıyordu. Biden’in demokratik ülkeler hamlesi, geçtiğimiz Aralık ayında yapılan video konferans zirvesinde olduğu gibi büyük bir etki yaratmasa ve ABD siyasetinde hala çok sayıda çelişki barındırsa da, bu politikada ısrarlı olmaya devam ediyor. Bu noktada Rusya’nın Ukrayna işgali ABD’nin işini kolaylaştırdı. Otoriter rejimler yalnızca içte baskıcı olmuyor, dışta da işgallere başvuruyorlardı. Batı medyası Rusya’yı çok hızlı ve kolay bir biçimde sivil yerleşim yerlerine yönelik saldırılar, göçmen görüntüleri üzerinden mahkum edebildi.
Rusya bu işgale girişmeseydi ABD ve Avrupa arasındaki ayrım derinleşiyordu. AB askeri olarak güçlenme konusunu yokuşa sürerken ekonomik olarak güçlenmeye çalışıyor, Rusya, Çin, Afrika ekseninde stratejik arayışlara giriyordu. İşgal bu eğilimi tersine çevirdi. Rusya’nın hamlesi, teröre karşı savaş vs gibi bir olay değil. Etkisi çok daha derin ve çarpıcı oldu. Avrupa kıtasında, geçmiş yüzyılda kalmış ve başka coğrafyalara ait olduğu düşünülen toptan bir ülkenin işgali tahmin edilenden daha fazla kaygı yarattı. ABD bunu büyük bir stratejik fırsata çevirdi. Almanya Merkel’den kalan mirası devam ettirip Rusya’yı kollamaya, Çin ile ilişkileri devam ettirmeye hazırdı. Fransa, Libya’da Rusya ile aynı çizgideydi. Bunların devamı artık mümkün değil.
Bu olaydan sonra NATO yeni bir savunma doktrini geliştirecek, Atlantik arası askeri bağların güçlendirilmesi, savunma harcamalarının artırılması, Doğu Avrupa savunmasının güçlendirilmesi kararları alınacak. Putin bu hamlesiyle Batı’ya, NATO’ya can suyu vermiş oldu. Şu anki tabloya göre planladığı her şey ters sonuç verdi.
Putin bu savaşı kazansa da kazanmasa da, artık iktidardan düşünceye dek yaptırımlar tam olarak kalkmayacak. Bundan sonra Batılı bir lider Putin ile görüşmeyecek. Putin yönetimi içeride daha baskıcı olacak. Avrupa Konseyi’nden çıkan Rusya’nın Batı bağı iyice azalacak. Batı yanlısı kesimler zayıflayacak. Yalnızca Doğu Avrupa ülkeleri değil, halkları NATO’ya daha çok sarılacak, Avrupa’da NATO’nun ne kadar önemli bir savunma örgütü olduğu söylemi güç kazanacak. Ukrayna işgali bir kırılma noktası olarak analizlerde, akademik metinlerde yer alacak.