ÜNAL ÇEVİKÖZ
Türkiye'nin dış politikasında yeni sıkıntılar da olacak fırsatlar da
ABD'de 5 Kasım tarihinde yapılan seçimlerde Donald Trump'ın başkan seçilmesi, Cumhuriyetçi Partinin de ABD Senatosu ve Temsilciler Meclisi'nde çoğunluğu ele geçirmesiyle birlikte küresel düzeyde yeni bir döneme giriyoruz. Bu dönemin özelliklerini artan kutuplaşmalar, nispeten geri plana itilen çok taraflı diplomasi ve uluslararası örgütler, önemsizleştirilen uluslararası anlaşmalar ve bizde "lider diplomasisi" diye anılan ikili ilişkiler oluşturacak. Trump'ın önümüzdeki dört yıllık ABD başkanlığını "hoş geldin depresyon" ifadesiyle tanımlayanlara hak vermemek elde değil.
Seçim sonuçlarının belli olmasının üzerinden bir hafta kadar kısa bir zaman geçtiği ve yeni başkanın 20 Ocak 2025 tarihinde göreve başlayacağı bilindiği halde, Trump'ın kadrosu şimdiden açıklanmaya başladı. Bu kadroya bakıldığı zaman, güçlü bir sağ ideolojiye sahip, Trump'ın düşüncelerine sadık ve onu uygulamaya kararlı bir ekibin hazırlanmakta olduğu görülüyor. Trump'ın seçim vaatlerinden hareketle, göç karşıtlığı, ekonomi ve küresel düzeyde ABD'nin himayeci bir anlayışla yöneteceği uluslararası ilişkiler düzenine doğru ilerliyoruz. Şimdiden açıklanan isimlere bakıldığında, ABD'nin Dışişleri ile Savunma Bakanlıkları ve Ulusal Güvenlik Danışmanlığı görevlerine Çin ve İran konusunda keskin görüşlere sahip, bu ülkelerle uzlaşmadan çok karşılaşmayı önceleyen şahsiyetlerin yerleştirilmesi dikkati çekiyor. Trump'ın çevreci politikalara karşı olduğu bilindiğinden, ABD'nin Paris İklim Anlaşması'ndan da en kısa zamanda yeniden çekileceğine neredeyse kesin gözüyle bakılıyor. Hatırlanacağı üzere, Trump ilk başkanlık döneminde ABD'yi bu anlaşmadan çekmiş, Biden seçilince ABD anlaşmaya geri dönmüştü.
Bu tablonun Türkiye'de AKP iktidarı için çok da parlak bir gelecek vaat ettiğini söylemek güç. Bakü'de yapılan COP 29 toplantısının sonunda Cumhurbaşkanı Erdoğan 2026 Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği 31. Taraflar Konferansına ev sahipliği yapmak için Türkiye'nin adaylığını açıkladığını hatırlattı. Türkiye ile ABD arasında frekans farkını oluşturan ilk konunun burada ortaya çıktığını görmemek mümkün değil. Elbette Türkiye Trump iklim değişikliğine inanmıyor diye politikasını değiştirmeyecek. Kaldı ki, Türkiye'nin bu konuda yavaş yavaş güçlenen yaklaşımı ve iklim sorunlarına artan ilgisi öncelikle ülkemizin son yıllarda iklim değişikliğinin yarattığı afetlerden en çok etkilenen ülkelerden biri olmasından kaynaklanıyor. Öte yandan, Türkiye'nin AB ile yakınlaşma hedeflerini güçlü tutmasını sağlayacak bir diğer unsurun da enerji politikalarında yeşil dönüşüm sağlayarak AB ile uyumluluğu artırma ihtiyacı olduğunu unutmamak gerekiyor.
ABD başkanı Trump'ın öncelikli hedeflerinden biri de Çin ile bir ticaret savaşı başlatmak olduğu bir çok siyasal gözlemci tarafından dile getiriliyor. Trump net bir şekilde ABD'nin kendi üretimini ve ihracatını güçlendirmek için ithal ürünlere en az yüzde on gümrük vergisi uygulayacağını açıklarken, bu oranın Çin mallarına karşı yüzde altmış olacağını da çekinmeden belirtti. Peki, küresel düzeyde uluslararası ticaretin en önemli aktörlerinden biri olan ABD'nin böyle bir karar alması halinde Çin ile ticaretinde benzer uygulamalara gitmeyen ve Çin'e yaptırım uygulamak istemeyen ülkelere baskı yapmaması mümkün mü? Rusya'ya uygulanan yaptırımlara uymayan ülkelerin karşı karşıya kaldıkları meşhur CAATSA rejimi diye bilinen uygulamalara benzer bir durumu Çin ile ticaret yapan ülkelere karşı da başlatması halinde en çok etkilenecek ülkelerden biri yine Türkiye olacaktır. Bir yandan Rusya, bir yandan Çin ile ticaretini artırmak ve BRICS ülkeleriyle ticari ve ekonomik bağlarını güçlendirmek hevesi içinde olan Türkiye'yi önümüzdeki dönemde sıkıntıya sokacak konuların hızla çoğaldığına şahit olacağımız anlaşılıyor.
ABD ile Türkiye ya da Trump ile Erdoğan arasında en önemli görüş farkını ise Ortadoğu oluşturacak. Trump ve ekibi Netanyahu'nun en güçlü destekçisi. Esasen, Trump'ın ilk başkanlık döneminde de İsrail yanlısı politikalar izlediği biliniyor. Nitekim, seçildiğinden beri en çok telefon konuşması yaptığı ülke lideri Netanyahu oldu. Trump, İsrail'in Hamas ve Hizbullah ile çevresindeki ve yakınındaki İran destekli diğer unsurlara karşı sürdürdüğü "terörle mücadele" faaliyetlerine tam destek veriyor. Oysa Türkiye ve Erdoğan bu konuda tamı tamına zıt bir duruş sergiliyor. İsrail'in Gazze'de orantısız güç kullanımı ile 43.000'in üzerinde kadın, çocuk ve sivilin ölümü ile sonuçlanan temizlik harekatına ve kıyıma Türkiye güçlü şekilde karşı çıkıyor. Önümüzdeki dönemde Türkiye ile ABD, Erdoğan ile Trump arasında en keskin görüş ayrılığını da İsrail ve Ortadoğu'da süren katliamlara bakış oluşturacak.
Dış politikada durum bu şekilde keskin bir dönüşüme doğru ilerlerken, AKP iktidarının elinde bu dönüşümü yönetebilecek ve Türkiye'yi bulanık sulardan yara almadan geçirebilecek imkanların bol olduğunu söylemek zor. Kutuplaşmanın arttığı, aktörlerin taraf tutmak zorunda kalabilecekleri bir ortamda, yaratıcı ve iç politika odaklı yaklaşımlardan arınmış bir dış politika çizgisine her zamankinden daha çok ihtiyaç var. Türkiye'nin bir çok konuda yaşayabileceği sıkıntılar ve görüş farklılıkları kaçınılmaz olarak ABD ile Avrupa arasında da belirecek. Bu görüş farklılıklarının başında ise, Trump'ın Ukrayna karşıtı yaklaşımı geliyor. Daha şimdiden, geçen hafta Budapeşte'de yapılan Avrupa Siyasi Topluluğu zirve toplantısında Avrupa'lı ülkeler Avrupa savunma ve güvenlik kimliğini güçlendirmek gerektiğini net olarak dile getirdiler. Bu gelişme NATO'nun tehlikede olduğu anlamına gelmiyor elbette, ama Atlantik'in iki yakasında Rusya-Ukrayna savaşı konusunda belirecek bir görüş farklılığının NATO'nun iç dayanışmasına hiç etki etmeyeceğini düşünmek de yanlış olur.
İşte Türkiye'nin önünde beliren en önemli fırsatlardan biri de Avrupa savunma ve güvenlik yapılanmasında başlatılacak yeni bir çalışmanın nesnesi değil öznesi olarak içinde yer almak olmalıdır. İsveç ve Finlandiya'nın NATO üyeliğine olumlu yaklaşım gösteren Türkiye, NATO 'ya karşı değil ama NATO'nun Avrupa boyutunu güçlendirmek için atılacak her adımın içinde olması gereken bir aktördür. İktidarın en önemli görevi de önümüzdeki dönemde bunun güvencesini sağlayacak adımları atmak olmalıdır.