ÜNAL ÇEVİKÖZ
Üçüncü dünya savaşı mı nükleer savaş mı?
Hamas'ın siyasi büro başkanı İsmail Haniye'nin Tahran'da öldürülmesi Ortadoğu'da yanan ateşi söndürmek yerine daha da alevlendirecek bir gelişme olmaya namzet. İran'dan gelen ilk tepkilerde, bir yandan kendi ülkelerinde misafir olan Haniye'nin İsrail kaynaklı olduğu bilinen bir suikaste kurban gitmesinin mutlaka intikamının alınacağına işaret edilirken, bir yandan da İran'ın daha önce benzer durumlarda yaptığı resmi açıklamalarda olduğu gibi "olayı tırmandırmama" eğilimine vurgu yapılıyor.
Esasen, Gazze'de süren İsrail-Hamas savaşı İran'ın vekalet savaşını tercih ettiğini, İsrail ile doğrudan bir çatışmaya girmek yerine Hamas, Hizbullah ve Yemen'deki Husiler üzerinden İsrail ile savaştığını gösteriyor. Çağımızın gerçeği bu. İsterseniz biraz daha ileri gidelim ve Ukrayna savaşının da aslında ABD ve bir kısım müttefikleri ile Rusya arasında bir vekalet savaşı olduğunu ileri sürelim. Bu koşullarda "üçüncü dünya savaşı çıkacak mı" diye beklemenin hiç bir manası yok. Savaş(lar) zaten sürüyor.
"Üçüncü dünya savaşı" dendiği zaman böyle bir savaşın bir nükleer çatışmaya doğru evrilip evrilmeyeceği hep akla takılan soruların başında gelir. Esasen, bir büyük savaştan da bugün bir nükleer savaş anlaşılıyor. Yukarıda sözünü ettiğimiz iki örnek düşünüldüğünde, Rusya'nın ve İsrail'in nükleer silah sahibi olmaları endişeleri elbette arttırıyor. Üstelik, gerek Putin, gerek İsrail'de üst düzey bazı yetkililer, ihtiyaç duymaları halinde sürdürmekte oldukları savaş sırasında bir safhada nükleer silah kullanmayı düşünebileceklerini de açıkladılar. O halde bir tehlike olmadığını söylemek pek kolay değil.
Bugün dünya üzerinde nükleer silah sahibi dokuz ülke var: ABD, Rusya, Çin, Birleşik Krallık, Fransa, İsrail, Hindistan, Pakistan ve Kuzey Kore. Nükleer silah kullanımı tehdidine dayalı caydırıcılık (nükleer caydırıcılık), yani konvansiyonel silahlarla savaş halinin nükleer silah kullanımına doğru tırmanması tehdidi, Avrupa'nın göbeğindeki Rusya-Ukrayna savaşı ve Ortadoğu'daki İsrail-Hamas savaşı ile tekrar gündeme geldi. Oysa nükleer caydırıcılık soğuk savaş döneminin çift kutuplu dünya sistemine özgü bir kavramdı. Buna aynı zamanda "dehşet dengesi" de diyorduk.
Nükleer caydırıcılığın prensip ve modaliteleri soğuk savaş dönemindeki koşullarda belirlenmişti. Bugün de nükleer silah sahibi dokuz ülke bu kurallara sadık kalma eğiliminde görülüyorlar. Bu adı konulmamış davranış kodu bu ülkelerin kendi aralarında doğrudan askeri bir karşılaşmaya girmemelerinin güvencesini oluşturuyor. 1945'te Hiroşima ve Nagazaki'ye atom bombası atılmasının üzerinden 80 yıl geçtiği halde bir daha büyük bir dünya savaşı çıkmamasını bir çok uluslararası ilişkiler uzmanı işte bu davranış koduna bağlıyorlar.
Peki, nükleer silah sahibi ülkelerin bu silahlara sahip olmayan ülkelerle çatışmalarının bir nükleer tırmanmaya gitmesi ihtimali gündeme geldiğinde bu denklem ya da davranış kodu nasıl işliyor? 1982 yılında, Arjantin "Falkland/Malvinas" Adalarını işgal ettiğinde çıkan çatışmada, muhtemelen nükleer silah sahibi Birleşik Krallık Arjantin'e karşı bu imkanlarını kullanmayı düşünmediği gibi, Arjantin de muhatabının böyle bir silah kullanmaya başvurmayacağını varsaymıştı. Her iki tarafın da davranış ve varsayımları, nükleer silah kullanımının yarattığı mahvedici sonuçları 1945 yılından beri insanlığın yaşamış ve görmüş olmasından kaynaklanıyordu.
Bu örnekten hareket edildiğinde, pek ala nükleer caydırıcılığın tam olarak işlemediği düşünülebilir. Rusya'nın Ukrayna savaşı sırasında ara sıra nükleer söylem kullanmasının ise, bugünkü koşullarda NATO'ya, dolaylı olarak da NATO'nun nükleer güç sahibi üyelerine yönelik olduğunu düşünmek mümkün. NATO ülkeleri de, savaşı tırmandırmamaya gayret ediyor, silah ve envanter aktarımı ile Ukrayna'yı destekleyerek savaşın Ukrayna sahasının dışına çıkmasını, dolayısıyla NATO ülkeleri ile Rusya'nın doğrudan karşı karşıya gelmesini engellemeye çalışıyor.
İsrail'in tehdidine gelince, bu denkleme tersinden yani İran yönünden bakmak belki daha açıklayıcı olur. İran, henüz bir nükleer güç haline gelmediği için, İsrail'in nükleer silah sahibi olduğu gerçeğinden hareketle çatışmayı konvansiyonel düzeyde, hatta vekiller üzerinden bir tür hibrit savaş şeklinde sürdürmeyi tercih ediyor. İşte kritik nokta da burada yatıyor. Zira, İran bir nükleer güç haline gelme niyeti içinde olduğunu gizlemiyor ve bu niyet Ortadoğu bölgesindeki diğer ülkelerde ciddi endişe uyandırıyor.
Savaş, hangi düzeyde olursa olsun, insanlığa karşı suçtur. Bugünün vekalet savaşı örneklerinde, savaş yoğun şekilde sivil can kaybına ve ahlaki sınırların çok ötesine giden uygulamalara, insanlık dramına sebep oluyor. Ukrayna ve Gazze savaşları, nükleer savaşa tırmanma riskini barındırsa da, iki örnekte de nükleer silah sahibi aktörlerin bu caydırıcılıklarını çok etkin kullanamadıkları karşı tarafın çekinmeden savaşa devam etmesinden anlaşılıyor. O halde, insanlığın kısa vadede bir nükleer savaş tehdidi ile karşı karşıya olmadığını varsayabiliriz.
Asıl risk, nükleer silahlanmanın artmasıdır. Ortadoğu bölgesinde böyle bir risk vardır. Bugün bölgede tek nükleer silah sahibi ülkenin İsrail olması diğer ülkeler tarafından asimetrik bir hal olarak görülmekte, İran, Suudi Arabistan gibi ülkeler bu dengesizliği değiştirmek için nükleer programlarla ilgilenmektedirler. Son yirmi yıldır izlenen dış politikaya ve son zamanlarda kullanılan söylemlere bakılırsa, bölgede nükleer silahlanmanın yayılması halinde, Türkiye'deki yönetimin de sadece NATO üyeliğine ve NATO'nun nükleer caydırıcılık stratejisine güvenerek benzer bir eğilime heveslenmeyeceğinin garantisi, ne yazık ki, yoktur.
Genco Erkal'ı yitirdik. Sanat yaşamı boyunca hep barış, kardeşlik, dostluk mesajları veren, aklıselim sahibi olmayan davranışlara karşı sanatıyla bizleri uyaran ve hep bilinçli davranmaya yönlendiren o büyük usta yok artık. Ama onun o insancıl ve barışçıl ilkeleri duruyor. Bize düşen, dünyanın akıl yolundan sapmasına yol açacak davranışlar karşısında tek yürek ve tek ses olarak durabilmektir. Dostlukla kalın.